Louis Ferdinand Celine kitaplarından Gecenin Sonuna Yolculuk kitap alıntıları sizlerle…
Gecenin Sonuna Yolculuk Kitap Alıntıları
Herkesin geçip giden zamana ağıt yakma yöntemi farklıdır.
Göreceğimiz ilk ışık, sonumuzu getirecek olan tüfeğin namlusundan çıkan kıvılcım olacak.
Gidip biraz ölmeye razı olmamız gerekiyordu: çünkü generalin yemek saati gelmişti.
Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak
Seks konusunda verici olduğu için, sözlerini dinlerken ona asla karşı çıkmıyordum. Ancak maneviyat açısından, onu pek de tatmin edemiyordum. Fazlasıyla içli, ışıl ışıl olmamı isterdi, oysa ben, kendi açımdan, neden öyle, yüce ruhlu olmam gerektiğini kavrayamıyordum, aksine, tam zıt ruh halini sürdürmem için her biri karşı konulamaz bin türlü sebep görüyordum.
Kafamın içi de tıpkı yaşantım kadar darmadağınıktı.
Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum, bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir Bu kesin bir işarettir Asla şaşmaz.
Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar!
İnsanların çoğu ancak son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir.
sanki yaşam kaldığı yerden sürüyormuş gibi davranmak gerekir, en zor olanı da budur zaten, bu yalan.
Eskiden fanatik moda ” Yaşasın İsa! Yakalım şu münafıkları! ” diye bağırmaktı ancak yinede azdı sayısı münafıkların ve yalnızca gönüllülerden oluşuyorlardı Oysa artık vardığımız noktada, ” Kurşuna dizelim tekesakallarını! Susuz limonları! Masum okurları! Sağcılara karşı milyonlar omuz omuza! ” çığlıkları insanların azman güruhlar halinde kendilerini bu işe adamalarına yol açabiliyor. Yakalayın o kimseyi öldürmek istemeyen, kimseyle hesaplaşmak istemeyen insanları, leş kokulu Barışçıları, kazığa oturtun!
Ah! Dostum! İnanın bana, bu dünya aslında tamamen insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır!
Dolarlar, nişanlanmalar, boşanmalar, elbise ve mücevher alımlarından oluşan ve belli ki yaşamını dolduran o karmaşa ağında neyin az çok gerçek olduğunu tam olarak çözemiyordum.
Herkesin savaşı kendine!
İnsanda düş gücü yoksa ölmek fazla dert değildir.
Garibanlar asla ya da neredeyse asla sormazlar, katlandıkları şeylerin nedenini niçinini. Birbirlerinden nefret etmekle yetinirler, o kadar.
Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur.
Bir dangalağın beyninde herhangi bir düşüncenin şöyle bir dolanabilmesi için, önce başına bir sürü şey gelmesi gerek, hem de en acımasızından.
Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.
Gel gelelim eş zamanlı olarak, anlaşılması gereken o kadar çok şey var ki. Yaşam da buna yetmeyecek kadar kısa. Kimseye karşı haksızlık etmek istemeyiz. Vicdan muhasebesi yaparız, bütün bu şeyleri bir seferde yargılamaya tereddüt ederiz ve özellikle de bu tereddütler sırasında ölmekten çekiniriz. Çünkü o zaman boşuna gelmiş oluruz dünyaya. Beterin beteri, acele etmeli kendi ölümünü ıskalamamalı insan..
Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı? Yanıt evetse, her şey yolunda demektir. Bu da yeterlidir.
Gelecekten söz eden her kimse namussuzdur, tek geçerli olan güncel olandır. Kendi ölümsüzlüğüne değinmek, solucanlara söylev çekmeye benzer.
Top, onlar için gürültüden ibaretti. İşte bu yüzden savaşlar sürüp gidebiliyor. O savaşın içindekiler bile, savaşırken onu imgeleyemiyorlar. Karınlarına kurşunu yemişken bile yoldan geçerken hala işe yarar buldukları eski sandaletleri yerden toplamaya devam edebilirlerdi. Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder. İnsanların çoğu ancak son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir.
Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir.
İnsanlara güvenmek demek kendini azıcık öldürmekle eşdeğerdir.
Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder. İnsanların çoğu son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Ah şu çekip gitme isteği yok mu! Uyuyabilmek için! Öncelikle! Ve eğer uyumak için çekip gitme olanağı gerçekten kalmadıysa, yaşama isteği de kendiliğinden kayboluyor zaten. Çünkü yaşamaya devam ettiğimiz sürece alayı arıyormuş gibi yapmak gerekecek.
Çalışıyoruz ya! Deyip dururlar. Aslında kepazeliğin dik alası da bu ya, şu çalışmak dedikleri şey. Biz aşağıdayız, sintinede, anamız ağlıyor, leş gibiyiz,taşaklarımızdan ter damlıyor, işte bu kadar! Yukarıdaki güvertede ise efendiler, gölgede, pembe yanaklı, parfüm kokularını havaya salmış keyif çatıyorlar.
Hiç de öyle değil! Senin ırk dediğin şey,alt tarafı, açlıktan, vebadan, urlardan ve soğuklardan kaçarak, yedi düvelin sillesini yedikten sonra gelip kendini burada bulmuş, pirelenmiş, gözü çapaklı, götü dönmüş, bana benzeyen koca bir çulsuzlar yığınından ibarettir. Denize dayandıkları için daha öteye gitmeleri de zaten olanaksızdı. Fransa budur işte, Fransızlar dediğin de budur.
giderek, her şeyden vazgeçe vazgeçe, sanki bir başkası oldum
-Arthur,aşk dediğin şey, sonsuzluğun kanişlerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir, benimse bir onurum var!
aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe , soluk ve gevşek
Öyle , büsbütün korkağım , Lola , savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum Ben savaş var diye üzülmüyorum Ben kaderime razı olmuyorum Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum.İsterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek başıma kalayım , yine de haksız olan onlar, Lola, haklı olan da benim , çünkü ne istediğini bilen bir tek ben varım: ben artık ölmek istemiyorum.
basit bir hırsızlık yapılmışsa , hele sıradan gıda maddeleri ,bir dilim ekmek ,jambon ya da peynir çalınmışsa , o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüz karası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor , en ağır cezaları hak ediyor , kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü billah silinemiyor , bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır, sonra da yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hakk’a dönüşüyor, anlıyor musunuz? Dolayısıyla dikkatinizi çekerim , ufak tefek aşındırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı biçimde uygulanır, yalnızca bir sosyal savunma sistemi olarak değil , ama aynı zamanda ,özellikle de tüm zavallılara yönelik ciddi bir gözdağı olarak , otursunlar oturdukları yerde , kendi sınıflarında , keyiflerine baksınlar , yüzyıllar boyunca ve sonsuza dek açlıktan ve sefaletten gebermeye güleryüzle razı olsunlar
Tembellik neredeyse yaşam kadar güçlüdür.
Hırsla yalan söyleniyordu, düş ötesi, gülünç ve saçmalık ötesi, gazetelerde, afişlerde, havada, karada, denizde. Herkes işin içindeydi. En kuyruklu yalanı kim söyleyecek diye yarışıyorlardı. Kısa süre sonra kentte gerçek diye bir şey kalmadı.
Yolculuk dediğiniz şey bu minnacık hiçliğin, dalyaraklara mahsus bu baş dönmesinin arayışıdır
İnsanlara güvenmek demek kendini azıcık öldürtmekle eşdeğerdir.
‘Sıfıra sıfır elde var sıfır, işte yaşam. ”
Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim.
Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur.
Sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olağanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. Baştan veri olarak elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar hep küçük bir evrensel ideal, birinci sınıf bir insan olarak sunmak zorunda kalmamız ne de büyük bir kabus.
Silah alacaklarına ya da uyduruk biblo koyacaklarına evlerine, kitap alıp koysunlar bir gün merak edip bir okuyanı çıkar belki!
”Seninle beni ayıran, koskoca bir hayat var ”
Belki yaş da, o hain de ekleniyordur bunlara ve bizi beterin beteriyle tehdit ediyordur. Yaşamı dans ettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim.
Yalnızca ölüm değildi bizi ayıran, yaşam da ayırıyordu
”Başka bir şey bilmiyordu, o “seni seviyorum”unun dışında. Sanki her derde devaymış gibi. ”
”Ne pahasına olursa olsun ve her ne koşullarda olursa olsun, beni duyuyorsunuz, değil mi, uzaklaşmak istiyorum ”
giderek, herşeyden vazgeçe vazgeçe, sanki bir başkası oldum
Öyle bir noktaya, belki de yaşa gelmiştim ki insan artık her geçen saatin neler kaybettirdiğinin bilincinde oluyordu. Öte yandan, zamanın yolunda zınk diye durabilmek için gerekli bilgelik gücüne henüz erişebilmiş değildik kaldı ki durmasını bilseydik dahi gençliğimizden beri bize hükmeden ilerleme çılgınlığı olmadan ne yapacağımızı bilemezdik.
Suratımız hep bir hatadan ibarettir.
Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.
Sefalette öyle bir an gelir çatar ki ruh artık bedene sürekli olarak eşlik edemez hale gelir. O orada gerçekten çok fazla sıkıntı çekmektedir. Sizinle konuşan şey artık neredeyse bir ruhtan ibarettir. Sorumluluk sahibi değildir ki ruhlar.
Adeta boş bir insan olmaktan hep ürkmüşümdür, yani var olmak için ciddi hiçbir nedenimin olmamasından. Şimdiyse, olgular karşısında artık kişisel hiçliğimden hiç kuşku duymaz olmuştum.Amiyane alışkanlıklara sahip olduğum yerden fazlasıyla farklı olan bu ortamda, sanki anında eriyip gitmiştim.Uzun lafın kısası artık neredeyse var olmamak üzere olduğumu hissediyordum. Gerçekten de, farkına varmaktaydım ki,alışık olduğum şeylerden bana söz edilmez olduğu andan itibaren,artık hiçbir şey beni karşı konulmaz bir tür sıkıntıya kapılmaktan, yavan, korkunç bir ruhi felaket haline gömülmekten alıkoyamıyordu. Tiksinç bir şey.
İnsanların çoğu ancak son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir.
Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içimizde yeteri kadar çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir.Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek.Bense asla kendimi öldüremedim.
Yaşamı dans ettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu.
İşin daha kötüsü bir önceki gün ve zaten fazlasıyla uzun süredir yaptıklarınızın aynısını ertesi gün yapacak gücü nereden bulacağınızı bilememektir, bu ahmakça girişimler için bu asla bir tasarıya ulaşamayan binbir tasarı için, yıkıcı zorunluluktan kurtulma denemeleri için, her seferinde çuvallayan o denemeler için gerekli gücü nereden bulacağınızı, kaldı ki bunların hepsi de yalnızca kaderin karşı konulmaz olduğuna, duvarın dibine düşmek gerektiğine kendinizi bir kez daha ikna etmenize yarayacaktır, her akşam, her seferinde daha eğreti, daha galiz olan bu ertesi günün kabusunu yaşayarak.
Birbirinden çok farklı iki değişik türde insanlık olduğunu, zenginlerinki ve fakirlerinki, henüz keşfetmemiştim. Birçoklarında olduğu gibi bana da, kendi kategorimde kalmasını öğrenmek, elini sürmeden önce ve özellikle de onlara bağlanmadan önce nesnelerin ve insanların fiyatlarını öğrenmek için yirmi yıl ve savaş gerekiyormuş demek.
İtiraf etmeliyim ki akli dengem hiçbir zaman çok sağlam olmadı.
bu gidişle kala kala yalnızca zararsız, acınası, çaptan düşmüş insanlar ve nesneler kalacaktı geçmişimizin dört bir tarafında. yalnızca artık sesi soluğu kesilmiş hatalar.
Sizde, bu hep daha fazlasını öğrenme arzusu bir tür hastalığa dönüşmüş
…ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını, muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o rezil müthiş hınç.
Ben artık bir daha asla deliksiz bir uyku uyuyamayacaktım. İnsanların arasındayken tümüyle uykuya dalabilmek için gerekli olan o güven duygusu alışkanlığını, hani o gerçekten olağanüstü boyutlarda duymak zorunda olduğunuz o güven alışkanlığını yitirmiştim sanki.
Günün birinde, Ferdinand, eğer siz gençler tepki göstermezseniz, yuvarlanıp öteki tarafa geçeceğiz, bana kulak verin, geçeceğiz!
Sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olağanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna.
Ben artık hiçbir halt düşünmüyorum, deyiverdi sonunda Hiçbir şey, duydun mu!.. Sadece ölmemeyi düşünüyorum Bu yeterli Diyorum ki, kazandığın her gün, kâr hanene yazılmış bir gündür!
Bu dünyada esas mutluluk zevkle, zevk içinde ölmek olurdu Gerisi boştur, yalnızca itiraf etmeye bile çekindiğimiz bir korkudur, sanattır.
Kafamın içi de tıpkı yaşantım kadar darmadağınıktı.