Thomas Bernhard kitaplarından Beton kitap alıntıları sizlerle…
Beton Kitap Alıntıları
Yapamayacağımızı bildiğimiz halde bütün hayatımız boyunca tekrar tekrar hesabı keseriz.
Her türlü önlemi alırız, ama yaşam için değil, ölmek için.
İnsanlarin ne söylediği beni ilgilendiriyor, ama her şeyden önce asla ciddiye alınamaz.
Her zaman en tepedekini, en itinalıyı, en esaslıyı, en olağandışı olanı, hem de daima sadece en aşağılığın ve en yüzeyselin ve en bayağının fark edildiği yerde talep etmemiz gerçekten de hasta ediyor insanı. Insanı ileriye götürmüyor, öldürüyor onu. Yükselişi beklediğimiz yerde çöküşü görüyoruz, umudumuz olduğu yerde umutsuzluğu görüyoruz, kendi hatamız bu, kendi şanssızlığımız. Doğal olarak çok azın talep edileceği yerden biz daima her şeyi talep ediyoruz, bizi umutsuzluğa düşürüyor bu durum. Biz bu insanı tepelerde görmek istiyoruz, ama o daha aşağılardayken başarısızlığa uğruyor, gerçekten de her şeyi elde etmek istiyoruz ve gerçekten de hicbir şey elde edemiyoruz. Doğal olarak da bizzat kendimizden yüksek ve en yüksek taleplerde bulunuyor ve bu arada yüksek ve en yüksek talepler için yaratılmamış insan doğasının tümünü bir yana bırakıyoruz. Dünya aklı, insani olanı gözünde büyütüyor. Çıtayı olması gerekenden birkaç yüz kat daha yükseğe koyduğumuz için de zaten hep başarısız oluyoruz. Görüyorsak eğer, bakışımızı her yere ve her şeye yönelttiğimizde çıtayı hep çok yükseğe koyup başarısız olanları görüyoruz. Ama öte yandan diye düşünüyorum, çıtayı sürekli aşağıda tutarsak nereye varırız?
Annemden kalan bir paltoyu hep sakladım, ama bu sırrı hiçbir zaman ele vermedim, kimseye, ablama bile. Annemin paltosu boş olan ve benim sıkıca kilitlediğim bir dolapta asılı. Bir hafta bile geçmiyor ki dolabı açmayayım ve paltoyu koklamayayım.
Gerçek zaten her zaman en korkunç şey, ama gene de yalana, kendi kendini aldatmaya dayanacağına gerçeğe dayanmak her zaman daha iyi.
“Zaman hepimizi mahvediyor, ne yaparsak yapalım.”
“…ne kadar çok hüzünle karşılaşıyoruz, dedim kendi kendime, eğer görebiliyorsak, başkalarının hüznünü ve umutsuzluğunu görüyoruz, başkaları da bizimkini görüyor.”
“Onlarca yıl hiç yalnız kalamayacağımı sandım, bütün bu insanlara gereksinimim olduğunu, ama aslında bütün bu insanlara gereksinimim yok, onlar olmadan da gayet iyi üstesinden geldim. Onlar sırf, kendilerini rahatlatmak ve bütün sefilliklerini ve bütün dertlerini ve bunlara bağlı pislikleri bana bulaştırmak için geliyorlar. Onları davet ettiğimizde bize bir şeyler getireceklerini, doğal olarak da neşe verici, diriltici bir şey getireceklerini sanırız, ama onlar bizden sahip olduğumuz her şeyi alırlar. Kendi evimizde bizi sonunda çıkışı olmayan bir köşeye sıkıştırırlar ve en gaddar biçimde, içimizde onlardan iğrenmekten başka bir şey kalmayıncaya kadar sömürürler; sonra veda ederler ve bizi bütün korkunçluklarımızla gene yalnız bırakırlar.
“Asıl sorun acı çekmeden kışı nasıl geçireceğimizdir. Bir de ondan daha hain olan ilkbaharı. Yazdansa hep nefret ettik. Sonbaharsa bize gene kaybettirir.”
“Ne kadar da kırılganız diye düşündüm, ağzımızda büyük sözler geveler dururuz, her gün ve durmadan sağlamlığımızı ve aklımızı överiz ve bir anda devrilir ve ağlamamızı bastırmak zorunda kalırız. “
“Dostluk, ne gereksiz bir sözcük! İnsanlar ağızlarında bu sözcüğü bıktırıncaya kadar geveliyorlar, hiçbirinin değeri kalmamış, tıpkı sevgi sözcüğünün öldürülünceye kadar gevelenerek değerini kaybettiği gibi.”
“…o gittikten sonra ben onu hazmedebilmek için günlerce uğraşıyorum, cismen gitmiş oluyor, ama gene de her yerde en belirgin ve benim için gerçekten de en korkunç biçimde varlığını sürdürüyor…”
“Dünya her şeyi karşılayacak kadar zengindir gerçekten, ama bunu dünyayı yöneten politikacılar tamamen bilinçli olarak engelliyorlar. Yardım çığlıkları atıyorlar ve her gün milyarları silah için harcıyorlar ve utanmıyorlar.“
Son zamanlarda iyice karmaşaya sürüklenen onun siyasal ve kültürel ilişkileri yüzünden erkenden uyandığımızda, daha yataktan bile çıkmadan her seferinde midemiz bulanıyor. Gerçeği söyleyecek olursam , onun akla gereksinim duymaması yüzünden benim gibi bir insan çoktandır umutsuzluk duymamakla kalmıyor, artık sadece kusuyor. Öyle bir ülkeden gidiyorum ki, dedim kendi kendime demir sandalyenin üzerinde, orada düşünce insanı denilen insana zevk veren her şey, zevk vermese bile, hiç degilse varoluşundan haz duymasını sağlayan her şey uzaklaştırılıyor, atılıyor, söndürülüyor, orada artık yalnız bütün ayakta kalma dürtülerinin en ilkeli hüküm sürüyora benzer ve orada düşünce insanı denen insanın en ufak bir isteği henüz filizlenirken boğulur. Orada yiyici devlet ve aynen onun gibi yiyici olan kilise birlikte sonsuz bir ipi çekerler, bu ipi yüzyıllardır en büyük ahlaksızlıkla ve aynı zamanda en büyük vurdumduymazlıkla ve bu kör olmuş ve kendisine hükmedenler tarafından gerçekten de budalalığına hapsedilmiş ve gerçekten aptal olan halkın boynuna dolamışlardır. Burada hakikat, ayaklar altına alınır ve yalan bütün resmi kurumlar tarafından bütün amaçların tek aracı olarak kutsallaştırılır. Öyle bir ülkeyi terk ediyorum ki, dedim kendi kendime demir sandalyede otururken, orada hakikat anlaşılmaz ya da kabul görmez ve hakikatin karşıtı her şey için tek geçer akçedir. Öyle bir ülkeyi terk ediyorum ki orada kilise sahtekârlık yapıyor ve iktidara gelen sosyalizm sömürüyor ve sanat bu ikisinin ağzıyla konuşuyor. Öyle bir ülkeyi terk ediyorum ki orada budala olarak eğitilen halk kiliseye kulaklarını ve devlete ağzını kapattırıyor ve orada benim için kutsal olan her şey yüzyıllardan beri hükmedenlerin çöp tenekesine tıkılıyor. Gidersem, dedim kendi kendime demir sandalyede otururken, temelde artık hiç ilgim olmayan ve orada asla mutluluk bulamadığım bir ülkeden gidecegim. Gidersem, kentleri pis kokan ve bu kentlerde yaşayanların kabalaştıgı bir ülkeden gideceğim. Öyle bir ülkeden gideceğim ki dili bayağılaşmış ve bu bayağı dili konuşanların akılların bütünüyle hesaba katılamayacağı bir ülkeden gideceğim. Öyle bir ülkeden gideceğim ki, dedim kendi kendime demir sandalyede otururken, orada vahşi hatvan denilen hayvanlar tek örnek oldular. Öyle bir ülkeden gideceğim ki, orada en aydınlık günde bile karanlık gece hüküm sürüyor ve orada esasen sadece bağıran çağıran cahiller iktidarda. Gidersem, dedim demir sandalyede otururken, Avrupa’nın iğrenç, feci ve uygunsuz biçimde kirli durumda bulunan helasından gideceğim, dedim kendi kendime. Gidiyorum demek, dedim kendi kendime demir sandalyede otururken, uzun yıllardan bu yana beni en zararlı biçimde boğan ve her fırsatta, nerede olursa olsun sinsice vee kötü niyetle başımı ağrıtan bir ülkeyi artık ardımda bırakmak demek.
“Gerçekten de biz bizden daha mutsuz olan bir insanın yanında hemen düzeliyoruz.”
“Bizde yayınlanana gazete demeye bin şahit, sadece pis kağıt parçaları ”
“Sahip olduğum tek dostlarım ölüler, bana edebiyatlarını bırakanlar, başkaca dostum yok.”
İyi dünya denilen dünya bütünüyle ikiyüzlü, bunun tersini ilan eden ve hatta buna inananlar rafine bir insanteper ya da affedilemez bir ahmak. Bugün biz yüzde doksan bu insanteperler ve yüzde on affedilemez ahmaklarla uğraşmaktayız. Ne birine ne de ötekine yardım edilebilir. Kilise işine geldiği için her ikisini de sömürüyor, hangi kilise olursa olsun, ama ben Katolik olanı iyi tanıyorum, bu yüzden de ona akla gelebilecek hiçbir şey bırakmam, bu kilise hepsinden daha rafine ve fırsat bulduğu her yerde sömürüyor, en büyük parayı da yoksullardan ve en yoksullardan topluyor. Ama bu yoksul ve en yoksullara da yardım edilemez, onlara yardım edilebileceği yalanı en yaygın ve özellikle de politikacıların ağzından düşmeyen bir konu. Yoksulluk yok edilemez ve onu yok etmeyi düşünen biri özellikle insanları ve dolasıyla da doğayı yok etmekten başka bir niyete sahip değildir. Tıpkı benim kurnaz ablamın dağıttığı gibi bağışlar daha büyük ve daha çok miktarda olduğu sürece, bununla alay edişler de o derece büyük ve cehennemdi, onun bağışlarıyla ilgili bir şey duyanlar, dünyanın nasıl döndüğünün farkında.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Her yaşam, her varoluş yalnızca bir kişiye aittir, bir tek ona aittir ve başka hiç kimsenin herhangi, böylesi bir yaşamı ve böylesi bir varoluşu sıkıştırmaya, püskürtmeye, yaşamın dışına fırlatmaya hakkı yoktur.
Benim akrabalarım yok derdim durmadan ona, benim yalnızca zihinsel akrabalıklarım var, ölmüş filozoflar benim akrabalarım. Bunun üzerine, her zamanki gibi o sinsice gülüşü belirirdi yüzünde. Ama felsefeyle yatağa giremezsin küçük erkek kardeşim, derdi çoğu zaman, bunun üzerine ben aynı biçimde, tabii ki girerim, hiç değilse o zaman kendimi kirletmiş olmam, diye cevap verirdim. Bu cevap bir keresinde benim yanımda, hiç durmadan ikna ederek sürüklediği Mürzzuschlag’da bir topluluğun önünde hakkımda: küçük erkek kardeşim Schopenhauer’le yatıyor demesine neden oldu .
Zaten her zaman bir kimsemin olması güçtü benim için, bunu söylerken herkes tarafından istismar edilmiş, mide bulandırıcı dostluk sözcüğünü asla düşünmüyorum.
Bizim gibiler bir yandan yalnız kalamazlar, öte yandan da bir topluluğa dayanamazlar, bizi ölesiye sıkan erkek topluluğuna dayanamaz, ama kadın topluluğuna da dayanamazlar, erkek topluluklarını bırakalı onlarca yıl oldu, çünkü hiçbir şey vermez, kadın topluluğu ise kısa süre sonra sinirime dokunur.
Ağzımızla büyük sözler geveler dururuz, her gün ve durmadan sağlamlığımızı ve aklımızı överiz ve bir anda devrilir ve ağlamamızı bastırmak zorunda kalırız.
İnsanlar zihni izleyip ele geçirmek, onu mahvetmek için buradalar, kafanın zihinsel bir çabaya hazır olduğunu hissediyor ve bu zihinsel çabayı henüz filizlenirken boğmak için yolculuğa çıkıyorlar.
Bizde yayınlanana gazete demeye bin şahit, sadece pis kağıt parçaları
Zihinsel bir çalışmaya başlayacaksak herkes tarafından terk edilmiş ve yalnız olmalıyız!
Gerçekten de biz bizden daha mutsuz olan bir insanın yanında hemen düzeliyoruz. Ve hastalığımız, hem de ölümcül hastalığımız bile bir anlam taşımıyor.
“Bizim gibiler bir yandan yalnız kalamazlar, öte yandan da bir topluluğa dayanamazlar…”
“Gerçek zaten her zaman en korkunç olan şey, ama gene de yalana, kendi kendini aldatmaya dayanacağına gerçeğe dayanmak her zaman daha iyi. “
“Kadınlar ortaya çıkar ve birine yapışıp onu mahvederler. Ama onu çağıran ben değil miydim?”
“Sen her şeyi küçük görüyorsun, dedi, dünyadaki her şeyi, bana zevk veren her şeyi küçük görüyorsun. Ama en çok da kendini küçük görüyorsun. Herkesi her şeyle suçluyorsun, senin felaketin de bu. “
“Otuz yıldır aynı görüntü, aynı insanlar, aynı ahmaklık, aynı ahlaksızlık, aynı alçaklıklar, yalanlar. “
“Şimdi oraya gidip başlasam başarabilirim, dedim kendi kendime ama oraya gitme cesaretim yoktu, niyetim vardı, ama gücüm yoktu, ne bedensel ne de zihinsel gücüm.”
“İnsanlar zihni izleyip ele geçirmek, onu mahvetmek için buradalar, kafanın zihinsel bir çabaya hazır olduğunu hissediyor ve bu zihinsel çabayı henüz filizlenirken boğmak için yolculuğa çıkıyorlar.”
Sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde, hiç değilse ona ait bir giysiyi, kaybettiğimiz kişinin kokusunu giyside aldığımız sürece tutarız ve gerçekten de kendi ölümümüze kadar tutarız, çünkü onun kokusunu bu giysinin bugüne taşıdığına inanırız her ne kadar çoktandır artık yalnızca bir hayal olsa da.
Sahip olduğum tek dostlarım ölüler, bana edebiyatlarını bırakanlar, başkaca dostum yok.
Dünya birkaç derece daha soğudu, kaç derece olduğunu tam olarak hesaplayacak değilim. İnsanlar çok daha merhametsiz ve saygısız oldular.
Sonunda ne kendimizi ne de başkaca bir şeyi haklı çıkarmak durumundayız. Kendimizi biz yapmadık.
Ama her yaşam, her varoluş yalnızca bir kişiye aittir ve bir tek ona aittir ve başka hiç kimsenin herhangi, böylesi bir yaşamı ve böylesi bir varoluşu sıkıştırmaya, püskürtmeye, yaşamın dışına fırlatmaya hakkı yoktur.
Ne kadar da kırılganız diye düşündüm, ağzımızda büyük sözler geveler dururuz, her gün ve durmadan sağlamlığımızı ve aklımızı överiz ve bir anda devrilir ve ağlamamızı bastırmak zorunda kalırız.
Dünya her şeyi karşılayacak kadar zengindir gerçekten, ama bunu dünyayı yöneten politikacılar tamamen bilinçli olarak engelliyorlar. Yardım çığlıkları atıyorlar ve her gün milyarları silah için harcıyorlar ve utanmıyorlar.
Yaşamın sonuna gelindiğinde vicdan azabı son derece gülünçtür.
İyi dünya denilen dünya bütünüyle ikiyüzlü, bunun tersini ilan eden ve hatta buna inananlar ise rafine bir insanteper ya da affedilemez bir ahmak.
Her kişi kendi çalgısının virtüözüdür, hepsi bir arada ise çekilmez bir kakofonidir.
Hiç farkında olmadan her şeyden vazgeçiyoruz.
Bizde yayınlanana gazete demeye bin şahit, sadece pis kağıt parçaları
Oturup gözlerimi kapadım. Müzik olmasaydı ne olurdu her şey ( ) Her zaman müzik olmuştur beni kurtaran.
Hiç kimse basit insanlar kadar iddialı değildir.
İnsanların ne düşündüğüne son derece az değer verdim, çünkü en sert biçimde kendi düşüncemle ilgili oldum hep ve bu yüzden insanların ne düşündüğüne ayıracak zamanım olmadı, bunlara aldırmadım, bugün de aldırmıyorum ve hiçbir zaman da aldırmayacağım.
Sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde, hiç değilse ona ait bir giysiyi, kaybettiğimiz kişinin kokusunu giyside aldığımız sürece tutarız ve gerçekten de kendi ölümümüze kadar tutarız, çünkü onun kokusunu bu giysinin bugüne taşıdığına inanırız
Dünya aklı, insani olanı gözünde büyütüyor. Çıtayı olması gerekenden birkaç yüz kat daha yükseğe koyduğumuz için de zaten hep başarısız oluyoruz.
Yükselişi beklediğimiz yerde çöküşü görüyoruz, umudumuz olduğu yerde umutsuzluğu görüyoruz, kendi hatamız bu, kendi şanssızlığımız.
Ve gerçek şu ki yalnızlığımı seviyorum.
Dostluk, ne gereksiz bir sözcük! İnsanlar ağızlarında bu sözcüğü bıktırıncaya kadar geveliyorlar, hiçbirinin değeri kalmamış, tıpkı sevgi sözcüğünün öldürülünceye kadar gevelenerek değerini kaybettiği gibi.
Düşünün bir kere: kardinal kendisine sekiz yüz şiline ev döşetiyor ve aynı zamanda da radyoda, ağlamaklı bir sesle, en ufak ayrıntısına kadar sahtekarlık olan bir dille, Caritas dilenciliğini yapıp yoksulların en yoksulları için para istiyor.
Dünya her şeyi karşılayacak kadar zengindir gerçekten, ama bunu dünyayı yöneten politikacılar tamamen bilinçli olarak engelliyorlar.
Sahip olduğum tek dostlarım ölüler, bana edebiyatlarını bırakanlar, başkaca dostum yok.
Otuz yıldır aynı görüntü, aynı insanlar, aynı ahmaklık, aynı ahlaksızlık, aynı alçaklıklar, yalanlar.
Gene yalnızsın, gene yalnızsın, mutlu ol!
Zihinsel bir çalışmaya başlayacaksak herkes tarafından terk edilmiş ve yalnız olmalıyız!
Ayrıca dünyada müzik dışında hiçbir şeyin
beni bu derece ilgilendirmediğini ve müzik dışındaki her şeyin anlamsız olduğunu birden kavramıştım.
beni bu derece ilgilendirmediğini ve müzik dışındaki her şeyin anlamsız olduğunu birden kavramıştım.
Ama her yaşam, her varoluş yalnızca bir kişiye aittir ve bir tek ona aittir ve başka hiç kimsenin herhangi, böylesi bir yaşamı ve böylesi bir varoluşu sıkıştırmaya, püskürtmeye, yaşamın dışına fırlatmaya hakkı yoktur.
Her şeyi kabalaştırırlar. Gürültüyle kalkar ve bütün gün gürültüyle dolaşır ve sonra gene gürültüyle yatarlar. Ve hiç durmadan gürültülü konuşurlar.
Vaktiyle bu insanlar hakkında gerçekten düşünürüz ve birden onlardan nefret ederiz, onlardan nefret etmek dışında başka türlü davranamayız ve onları uzaklaştırırız ya da tersine bir anda biz onları tam anlamıyla gördüğümüz için, onlardan uzaklaşmak zorunda kalırız ya da tersi.
Yalnızca mutlu insanlar olmalıydı, bunun bütün koşulları mevcut, ama yalnızca mutsuz insanlar var.
Dünya birkaç derece daha soğudu, kaç derece olduğunu tam olarak hesaplayacak değilim, insanlar çok daha merhametsiz ve saygısız oldular.
Ama nasıl bir insanım ben? Kendim hakkında spekülasyon yaparken kendime yakalanmıştım.
Her zaman müzik olmuştur beni kurtaran.
Ama insan kendisini ayakta ve hayatta tutan şeylere en çok lanet okumaya meyilli. Kendisini kurtaran ilaçları yutuyor ve her an budala bir lanetleme dürtüsüyle bugün artık çökmüş büyük kentlerde tam da bu kurtarıcı ilaçlara karşı yürüyüş yapıyor, son derece budala olduğu için, sürekli ve doğal olarak sürekli politikacılar ve onların basını tarafından kışkırtılarak, palavracılıkla ve en ufak bir düşünme izi olmadan, kendini kurtaranlara karşı çıkıyor.
Her zaman en tepedekini, en itinalıyı, en esaslıyı, en olağandışı olanı, hem de daima sadece en aşağılığın ve en yüzeyselin ve en bayağının fark edildiği yerde talep etmemiz gerçekten de hasta ediyor insanı. İnsanı ileriye götürmüyor, öldürüyor onu. Yükselişi beklediğimiz yerde çöküşü görüyoruz, umudumuz olduğu yerde umutsuzluğu görüyoruz, kendi hatamız bu, kendi şanssızlığımız.
İstediğim halde, gerçekten de hayatta kalma isteğim olduğu halde, bu kamusal ve yayımlanmış pisliklerden, bu pisboğazlık yüzünden kendimi kurtaramıyordum, halkın selametini tehlikeye düşüren bir başbakanın budala bakanlarına aynı biçimde halkın selameti için tehlikeli emirler verdiği bütün bu sapık balo salonu masalının ürperticiliğinden.
Ne kadar da kırılganız diye düşündüm, ağzımızda büyük sözler geveler dururuz, her gün ve durmadan sağlamlığımızı ve aklımızı överiz ve bir anda devrilir ve ağlamamızı bastırmak zorunda kalırız.