İçeriğe geç

Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler Kitap Alıntıları – İskender Öksüz

İskender Öksüz kitaplarından Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler kitap alıntıları sizlerle…

Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler Kitap Alıntıları

Kanun hakimiyetinde eksiğimiz var. Kendimize ayrıcalık talep ettiğimiz gibi bazı büyük adamların kanunları ihlalinin de normal olduğu kanaatindeyiz.
Sosyal sermayemiz yetersiz; Birbirimize güvenmiyoruz. Bir milletin mensuplarında bulunması gereken şuur, karşılıklı sevgi ve saygıdan mahrumuz.
Kitleleri harekete geçirmekte nefret sevgiden çok üstündür.
Öğretme ve öğrenme yerine insan bilimleri ve toplum bilimleri hakkında söylentiler, efsaneler ve ideolojiler ediniriz.
Ferdiyetçi arkadaşlar kusura bakmasın ne tarih öncesinde ne de tarih çağlarında, insanın tek başına ve ya sadece çekirdek ailesiyle uzlette yaşadığı bir dönem yok. İnsan cemiyet, cemiyet insan demek.
Geri kalmış ülkeler kötü yönetilir. Daha doğrusu kötü yönetildiği için geri kalmışlardır.
Millet, ancak devlet kurabilen toplulukların ulaştığı soyut bir kavramdır.
Bilim, bilgiden ziyade kavramların işlenmesine dayanır.
Liyakatin ve özerkliğin değerleri ülke çapında henüz anlaşılmamışsa, toplum bunları geleneğine yerleştirmemişse, üstün nitelikli kurumlar kurmak kolay değildir.
Güçlü devlet çok kanun çıkaran, hayatın her alanına burnunu sokan devlet değildir. Güçlü devlet, sadece asıl görevlerini yapan, fakat bunu kesinlikle, tavizsiz ve istisnasız yapan devlettir.
Devleti de bürokrasiyi de siyaset yönetir, doğrudur; ama kadroları siyaset tayin ederse sonuç felaket olur.
Bir toplumda ahlak varsa insanlar birbirine güvenecektir.
Niteliksizlik dibi görünmeyen bir helezondur.
Kötülüğün sebebi olan insanlar ile mükemmel teşkilatlar bina edemezsiniz.
Doğru dürüst yönetilen ülkelerde para kazanmak isteyen iş hayatına , iktidar sahibi olmak isteyen siyasete yönelir. Ahlaksızlığın hakimiyetinde ki ülkelerde ise para kazanmak isteyenler siyasete, iktidar sahibi olmak isteyenler iş hayatına yönelir.
Ahlakın sınırı kanunların sınırından daha dardır. Ahlakı çiğnemeden kanunu çiğneyemezsin.
Kitabın temelinde biri İskoç ( Richard Lynn), biri Finli (Tatu Vanhanen) iki profesörün iddiası var. Diyorlar ki: Ülkelerin kişi başına gelirleri zeka ortalamalarıyla ilişkilidir. Geri ülkelerin halkları aptal, kalkınmış ülkelerinkiler zekidir. Zeka genetik olduğu için dünyada ki gelişmiş- az gelişmiş ayrımı hiç düzelmez. Geri kalmışları kalkındırmaya çalışmamalıyız, onlara yardım etmeliyiz.
Bir toplumda âhlak varsa insanlar birbirine güvenecektir. Çünkü âhlak, bütün medeniyetlerde ve bütün kültürlerde insanların birbirine, yekdiğerine nasıl muamele edeceğinin kurallarıdır.
Zaten demokrasi eşit insanlardan meydana gelmiş toplulukların işidir.
Gerçekten bizim toplumumuzda ahlâk dendiğinde artık sadece cinsî münasebetle, yasak ilişkilerle ilgili kurallar anlaşılır.
Daha kötüsü, Türkiye’de güvenin yirmi yıldan kısa bir sürede yüzde 50 civarında azaldığı görülüyor.
Türkiye 117 ülke arasında 10,2 puanla 115. sırada. Birinci Norveç’in puanı 148.
Şahsi çıkar yerine ahlâkı, güven ve saygıyı tercih etmek, uzun vadede toplumları kalkındırıyor
Çarpıcı olan insanımızın eğitimsizliği değil, eğitimimizin pek bir beceri kazandırmaması.
İnsanları bir kere kandırabilirsiniz. Hatta daha önceden dürüstlüğünüzü ispatlayan bir geçmişe sahip değilseniz bir kere bile kandıramazsınız.
Biz de Fiş almasam vergiyi düşer misin? teklifini anlamayan Amerikan veya Alman tezgahtarı aptal zannederiz.
Siyasete bir göz atınız. Bütün terslikler komplo teorileriyle izah ediliyor. Bir kere üst akıl var. O kadar var ki Türkiye çapında tv istasyonlarında, basında bu üst aklın günlerce süren analizi yapılıyor. Sonra faiz lobisi var. O olmazsa Masonlar ve Yahudiler var. Sonra İngilizler ama asıl Amerikanlar. Türkiye’ye olan bitenleri bunlar yapıyor. Bizim hiç mi ama hiç kabahatimiz yok!
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bizim sınıfta kalan eğitim sistemimiz Haldun’un veya İbni Sina veya Farabî’nin fikirlerini gençlere öğretemez; çünkü öyle yaparsa yeni kavramlar öğrenmesi ve öğretmesi gerekir. Zor iş… Bunun yerine bu zatların isimlerini ve bir adım ileri gidecekse eserlerinin adlarını ezberletip geçer. Bizim millî eğitimimizin başarılı bir lise mezunu bunların ‘’büyük ve mühim adamlar’’ olduğunu biliyorsa, bu kâfidir. Bu yüzdendir ki standart bir Türkiye eğitimi mezunu, ‘’Bizim İbni Sina’larımız, Farabî’lerimiz var!’’ der, fakat bunlar ne yapmıştır, ne demiştir, niçin büyük adamlardır sorularına cevap veremez. (s. 290-291)
Türk Milli Eğitim sistemi, maalesef büyük bir gürültü ile dönen, büyük bir maliyete yol açan, fakat suyla (bilim zihniyeti) temas etmediği için çevresindeki verimli toprakları susuzluktan kavuran bir çarktır. Verimli fakat susuzluktan kavrulan topraklar, Türkiye’nin kabiliyetli gençleridir.
Bilimin esasta bir metot ve zihniyet olduğu anlaşılmamış, bilim=bilgi sanılmış ve eğitim sistemi öğrenciye birtakım bilgileri yükleme görevini üstlenmiştir. Bina yapmak, okul kurmak yeterli sayılmış, bu okullardaki öğretici kadroların kalitesine dikkat edilmemiştir.
Kurallar değerleri korumak ve yaşatmak için konulmuştur. Değerler yoksa kuralların anlamı kalmaz..
Dünyada yayaların yolda yürüyüp otomobillerin kaldırımlara park ettiği bir başka ülke de yoktur.
Bu ihlaller olurken trafik polisinin bunların arasından büyük bir ciddiyetle,kafası havada, elini kolunu sallayarak dolaştığı tek ülke biziz..
Önce halimizi anlatıp sonra nasıl kurtulacağımızı araştırmak mecburiyetindeyiz! Yoksa bizi yaşatmazlar..
Dünyada yayaların yolda yürüyüp otomobillerin kaldırımlara park ettiği bir başka ülke de yoktur. Bu ihlaller olurken trafik polisinin bunların arasından büyük bir ciddiyetle, kafası havada, elini kolunu sallayarak dolaştığı tek ülke biziz.
Önce halimizi anlatıp sonra nasıl kurtulacağımızı araştırmak mecburiyetindeyiz. Yoksa bizi yaşatmazlar!
Ahlakın gerekmediği alanlar şunlardır: Ticaret ve siyaset.
Ahlaklı-ahlaksız, namuslu-namussuz, yalancı-doğrucu, dağılımıyla sağ-sol, milliyetçi-kozmopolit, dindar-az dindar çizgilerinin pek bir bağlantısı yoktur. Her fikirde, her ideolojide ve inançta gayet eşit miktarda ahlaksız, namussuz, yalancı bulunmaktadır.
Devletin imkânları ”bizimkiler ”e kanalize edilir, devlet bankaları ”bizimkiler ”i kredilendirir, hattâ özel sektör bile ”bizimkiler ”i mükâfatlandırmaya zorlanırsa İşte o zaman vasatlar öne çıkar.
1920’lerde, 1930’larda okuryazarlık oranımız çok düşüktü. Bir an önce bu seviye yükselsin diye okullar açtık. Hem ne yapılacağı, nasıl yapılacağı belliydi, hem de bunları yapacak niteliğe sahip insanlarımız hâlâ vardı. Bugünkü halimiz daha acıklı. Okullarımız var, adım başı üniversitemiz var. Fakat sıkıntımız nicelikte değil, nitelikte ve nitelik düşüklüğünün tedavisi maalesef daha zor. Azı çoğaltabiliyorsunuz. Ama on niteliksiz bir araya gelip bir nitelikli adam yetiştiremiyor.
Ben sağcıydım ya. Bir zamanlar bütün ahlaklıların sağda, bütün ahlaksızların da solda olduğuna inanırdım. Günler geçip saçlarım ağardıkça şunu öğrendim: Ahlaklı-ahlaksız, namuslu-namussuz, yalancı-doğrucu dağılımıyla sağ-sol, milliyetçi-kozmopolit, dindar-az dindar çizgilerinin pek bağlantısı yoktur. Her fikirde, ideolojide ve inançta eşit miktarda ahlaksız, namussuz, yalancı bulunmaktadır. Gayetle eşit ve gayetle laik bir dağılım vardır.

Bu buluş benim hayretimi gidermedi. Nasıl olurdu da muhafazakar veya sosyalist veya milliyetçi veya dindar bir insan aynı zamanda hırsız, yalancı, ahlaksız olabilirdi? Bunu havsalam almıyordu. İtiraf edeyim ki hala almıyor. Belli ki insanların kafasında kompartımanlar var. Hayatlarının şu şu bölümlerinde savundukları, inandıklarını ifade ettikleri değere göre davranıyorlar. Fakat şu şu ve öteki bölümlerinde ise yalan, dolan ve hırsızlığın mübah olduğunu düşünüyorlar.

Saçlarımızın ağarmasını ya da yaşla birlikte gelen bilgeliği beklemeye lüzum yok. Bunları gençken öğreniyoruz. Belki de gençken ihtiyarlıyoruz.

Nepotizm: Akraba kayırıcılığı
Piyasaya aşırı miktarda tehlike ve düşman sürüldüğünden bunların enflasyonu oluşur. Düşman ve tehlike ucuzlar. Bunlara duyarlılık azalır. Üstelik insanlar ülke veya partiden kendilerinin sorumlu olmadığını düşünür. Ne yapılacaksa lider yapar. Geri kalanlar muhatap bile değildir.
Bir insan nasıl olur da hem bilimsel sosyalist veya siyasi İslamcı hem de hırsız olabilir?
Ya birbirimizi çektiğimiz için, yahut ötekini ittiğimiz için bir araya geliriz. Sevgiyle olmazsa nefretle. İşte ideolojiler, itiş gücüyle bir araya gelen toplulukların fikir sistemleridir.
İnsanımızın daha çok sözel olduğunu sandığı toplum ve insan bilimlerini, sayısal diye nitelendirilen matematik, fizik ve kimyadan daha kolay olduğunu zannetmesi, herhalde henüz yüzeyi bile geçemediğimizi gösterir
Tanıtamayan tanıtım büroları, tedavi edemeyen hastaneler, öğretemeyen okullar, yargılayamayan mahkemeler, trafiği yönetemeyen, denetleyemeyen trafik daireleri, ülkede iç ve dış güvenliği sağlayamayan bakanlıklar, hükümetler, siyasiler Hep ülküsüz, odaksız kurumların mensuplarıdır.
Dağa doğrusu buradaki insanların ülkü ve odakları, kurumlarının ülkü ve odağı değil, kendi gelirleri, statüleri ve çıkarlarıdır.
Prusya Erdemleri denilen gelenek, Töton Şövalyelerine, onlardan Kral I Friederich Wilhelm’e ondan da Bismarck Prusyası’na uzanır. Başlangıçta büyük çapta askeri olduğu kabul edilen bu gelenek giderek bürokrasiye ve medeni hayata hakim oldu. Bu yönetim ve kurum geleneği Almanya’da günümüzde de hala hakimdir ve Almanya’yı Almanya yapan temellerden biridir.
Baron de Tott’un kartografi, yani haritacılık dersi verdiği kaptanlar, çizdiği dünya haritası bugün dahi hayranlık yaratan, insanlara Bunu uzaylılar mı çizdi acaba? dedirten Piri Reis’in torunlarıdır. Hayır, o haritayı uzaylılar değil, Baron’dan bir asır önce bizim denizcilik kurumlarımızdaki bilgi birikimi çizdirmişti. O başarı bizimdir, Osmanlı Devletimizindir. Fakat aynı Osmanlı Devletimiz, duraklama ve çöküşe geçtiğinde artık harita falan çizebilecek bilgiden uzaklaşmış, Piri’nin haritasını sofraya yayıp üzerinde yemek yemiş -harita bulunduğunda üzerinde ekmek ve yemek kırıntıları da bulunmuştu- sonra da haritanın Doğu Yarım Küre’yi gösteren yarısını temelli kaybetmişti.
Sultan III. Mustafa, imparatorluğun askeri ıslahat işleriyle görevli meşhur Fransız Baron de Tott’dan bir mühendislik okulu açmasını ister. Osmanlı bilginleri kendilerinin yetersiz görülüp bu işle bir gayrimüslimin görevlendirilmesinden incinmişlerdir. Sonrasını Baron şöyle anlatıyor:
Padişah büyük memurlardan seçilen iki mümeyyiz huzurunda bu itiraz edenleri imtihan etmemi emretti. Aralarından altı kişi imtihana girip eski eğitim kurumunun şeref ve haysiyetini savunmak için ayrıldılar. Bu imtihanda kısaca bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum. İçlerinden en cesuru bana, üçgenine göre cevabını verince imtihanı fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı.
Milli çıkarların ne olacağına, milli hedeflere devletin tamamı karar verecektir. Milli hedeflere nasıl ulaşılacağının stratejisini siyasi iktidar çizecektir. O halde kurumlar siyasi iktidardan nasıl özerk olabilir?
Güçlü devlet çok kanun çıkaran, hayatın her alanına burnunu sokan devlet değildir. Güçlü devlet, sadece asıl görevini yapan, fakat bunu kesinlikle, tavizsiz ve istisnasız yapabilen devlettir. Güçlü devlet özel teşebbüsü caydıracak kadar çok vergi toplamaz ama toplayacağını ilan ettiği vergiyi de mutlaka ve herkesten toplar. Güçlü devlet yüzlerce yasak koymaz ama koyduğu yasak gerçekten yasaklayıcıdır. Güçlü devlet gerek iç güvenlikte, gerek dış güvenlikte tavizsizdir. Falan şey yasak ama hadi bu seferlik göz yumuverelim, Türkiye’ye yabancıların girişinin nasıl yapılacağı kanunla belirlenmiştir ama bu şartlarda bırakıverelim , tavizdir. Vergide yandaşa yüklenmeyip muhalifin üzerine gitmek kanundan tavizdir. Devletin kanunlarından taviz, devletin sonunun başlangıcıdır.
Anglosakson hukukunda mahkemede Doğruyu söyleyeceğime diye yemin edilmez. Doğruyu, doğrunun hepsini söyleyeceğime ve doğru dışında hiçbir şeyi söylemeyeceğime diye edilir.
Düşünün ki güven sıralamasında sonlarda yer alan bizlerin ve yalnız bizlerin peygamberinin lakabı güvenilir dir: Muhammed el-Emin! Bizler sözde ona benzemeye çalışırız. Fakat İskandinavlar’dan, İngilizler’den, Japonlar’dan ve neredeyse cümle insanlardan daha az benzeriz!
Güvende 117 ülke arasında sondan üçüncüyüz! En düşük notumuz bu ve güven sosyal sermayenin göstergesi olduğuna göre sosyal sermayemiz yok denilecek seviyede. Ve sosyal sermaye, kalkınmanın kök sebebi!
2004-2009 yılları arasında yapılıp 2016’da açıklanan verilere göre Güven İndeksi’nin, dolayısıyla Sosyal Kapital’in en yüksek olduğu dört ülke şunlar: Norveç 148, İsveç 134, Danimarka 132 ve Çin 121. Dünya ve OECD ortalamaları 60 civarında. Güven İndeksinin en düşük olduğu dört ülke de şöyle sıralanıyor: Ruanda 10, Türkiye 10, Cape Verde 9 ve Trinidad ve Tobago 8. Buna göre Türk insanları arasında çevresine güvenenlerin oranı yüzde beş.
Çalıyor ama çalışıyor , biz iktidara gelelim, biraz da bizimkiler yesin , müthiş adam, delegelerin çoğunluğu onu istemedi ama ne yapıp yaptı, hepsini tepeledi gibi ahlaksızlığa methiye düzen yargılar, cemiyetin içine düştüğü çürüme çukurundan yükselen kokulardır.
Takva, ahlak ve vicdan denetiminin insanın içine yerleşmesidir. Amerikan, Avrupalı ve Japon, fiş kesmeden mal satmaz, faturasız malı almaz. Öğrencisi kopya çekmez. Hocası intihal (fikir ve bilgi hırsızlığı) yapmaz. Bunlar onlarda yerleşmiş iyi geleneklerdir.
Sokağı kirleten insanımız, çelişkinin farkında olmaksızın birkaç dakika sonra size temizlik imandan gelir diyebilir.
Güven, saygı, sevgi, edep ve ahlak gibi hiç de ekonomik veya ticari görünmeyen unsurlardan ekonomik sonuçlar, kalkınma, dev filolar ve dev bir kültür hamlesi olan Rönesans, nasıl doğuyor?
liyakat korunmadığında, devletin düştüğü ve Sultan III Mustafa’nın tasvir ettiği hali:
Devleti çarh-ı deni verdi kamu müptezele
Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hezele
(Aşağılık talih devleti bütün bütün değersizlere verdi
Şimdi devlet kapılarında gezen hep it-kopuk)
Halkın doğru bilgilenmesi ancak hür basınla mümkündür. Doğru bilgilelendirmenin engellendiği bir ülkede hürriyetsiz demokrasi , bunun uç halinde de diktatörün %99 civarında oy aldığı Suriye, Kuzey Kore, Özbekistan gibi ülkelere varılır
Bizimkiler; bizim kabiledir, bizim partidir, bizim cemaattir, bizim camiadır, bizim ideoloji mensuplarıdır, bizim emrimizden çıkmayanlardır, bizi parayla destekleyenlerdir, bizi alkış tutanlardır Ama her geri ülkenin bol miktarda bizimkiler i vardır. Bizimkilerin cinsine göre bu hale nepotizm, ali dibo, hamili kart, torpilli, alnı secde görmüşler, eski tüfekler v.s. adı verilir.
Siz veya sevdiğiniz kritik bir ameliyata giriyorsunuz. Usta bir hekim ve ekip mi istersiniz, belediye başkanının tayin ettiği torpilli köylüsünü mü? Tecrübeli bir cerrah mı istersiniz, abdestinde, namazında, bizim camide Cuma kılıyor diye tayin edilmişini mi?
Cahillere okuma-yazma öğretirseniz, okuma yazma bilen cahiller elde edersiniz.
Mümtaz Turhan
Fakat sıkıntımız nicelikte değil, nitelikte ve nitelik düşüklüğünün tedavisi maalesef daha zor. Azı çoğaltabiliyorsunuz. Ama on niteliksiz bir araya gelip bir nitelikli adam yetiştiremiyor.
kooperatif, marka isimlerinde yabancılara imrenip bilir bilmez yabancı dillerde adlar kullanmamızın; kültür tahribatının. Marka adlarında yabancı dillerin hakimiyeti, onların, ötekilerin bizimkilerden kaliteli olduğunun şuurlu veya şuursuz farkında olmamızdandır. Bu farkındalıktandır ki meskende değil residence te oturur, mevki değil lokasyon seçeriz; seçkin değil, birinci sınıf değil, premium otellerde hatta hotellerde kalırız.
Eğitim sistemin düzeltmek için şu anda harekete geçilse etkileri ancak bir nesil sonra, köklü değişim iki nesil sonra görülür. Çünkü işe eğiteceklerin, yani öğretmen kadrolarının eğitiminden, bunun için de onları eğiten üniversitelerden başlamak gerekir. Kötüden iyiye değişim zordur. Çünkü bu değişimi mevcut teşkilat ve kadronuzla yapamazsınız. Kötülüğün sebebi olan insanlar ile mükemmel teşkilatlar bina edemezsiniz. Onlardan ayrı, elit gruplar kurmalı, onlara insiyatif vermelisiniz. Maalesef orta vadeli planlarını bugün televizyonda yapacakları konuşma, uzun vadeli planlarını gelecek seçime göre belirleyen kadrolar böyle işlere kalkışmaz.
Öyle anlaşılıyor ki koskoca Milli Eğitimimizin merkezinde tercüme yapmakla, yabancı kuruluşlarla koordinasyonu sağlamakla görevli insanlarımızın yabancı dil bilgisi, sözlüğe bakıp orada buldukları anlamlardan yanlışını seçmek seviyesinde.
Asıl görünmeyen ve yabancı dilden daha önemli olan, Milli Eğitim’in okullarında ne kadar Türkçe öğrenildiğidir.
Çarpıcı olan insanımızın eğitimsizliği değil, eğitimimizin pek bir beceri kazandırmaması.
Eğitimcilerimizi de bu eğitim sistemi eğittiğine göre bir çaresizlik çemberindeyiz. Beceriksizlerin çarkından becerikli çıkmıyor.
Öğrencilerin becerilerini ülke ülke ölçen bir test var, adı PISA: Progamme for International Student Assesment-Milletlerarası Öğrenci Değerlendirme Programı. Okuma-yazma, matematik ve fen becerilerini ölçüyor. Ülkeler arası karşılaştırmanın anlamlı olabilmesi için de her ülkeden ayı yaştan, 15 yaşındakiler arasından seçilen yeterli sayıda örnek üzerinden değerlendirme yapıyor. 2015 PISA sonuçlarında Türkiye’nin durumu bu üç dalda da gayet istikrarlı: OECD ortalamasının açık ara aşağısındayız ve 35 OECD ülkesi arasından sondan üçüncüyüz. Şili ve Meksika sayesinde sonunculuktan kurtuluyoruz.
Fark ettim ki bizim nüfusumuzu Almanya’ya taşısak, onları da buraya getirsek, yirmi yıl sonra Türkiye’nin gelişmiş, Almanya’nın gelişmekte olan ülke olduğunu görürdük. Mesele maddi sermaye değil, insan sermayesiydi.
iktidardan sık sık Görülmemiş kalkınma nutukları dinlerdik. Fakat bu nutuklarda asla başka ülkelerle mukayese yapılmazdı. Dedenden iyi mi yaşıyorsun? Ya babandan? Onlar zamanında elektrik var mıydı? Şehir suyu? Sus ve otur öyleyse. Kore’nin bizim arkamızdayken bizi katlaması, açlık çekerken yardım ettiğimiz Yunanistan’da kişi başına gelirin bizdekinin çok üstüne çıkması söz konusu edilmezdi.
Siyaset hakkında sarfedilen sözlere bakınız: Siyaset yapıyor! (samimi değil, inanmadığını söylüyor manasına.) Biz siyasete bulaşmayız! (siyaset çamurdur ya!) Demek ki ülke yönetimi pis bir iştir. Demek ki bu cümleleri kuranlar dürüst insanlardır, fakat pis işle uğraşan insanlar tarafından yönetilmektedirler ve bunu kabullenmektedirler.
Ahlakın gerekmediği alanlar şunlar: Ticaret ve siyaset. O kadar ki, insanlar hacca gittikten sonra ticaret yapmanın uygun olmayacağı kanaatindedirler. Hazır hac yapıp günahlardan temizlenmişken yeniden kirlenmek istemezler. Çoğunluk artık çalışmayacağı, çalışamayacağı yaşa kadar bekler. Ecel daha önce gelmezse hacca gider. Hacda yaş ortalaması en yüksek grup Türklerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir