İçeriğe geç

Charles Darwin Kitap Alıntıları – James Moore

James Moore kitaplarından Charles Darwin kitap alıntıları sizlerle…

Charles Darwin Kitap Alıntıları

İlkel mağaralarda ılık gün ışınlarının emzirdiği
Organik hayat dalgaların altında başladı
Böylece annesiz babasız kendiliğinden doğan
Canlanmış TOPRAĞIN ilk zerreleri ayağa kalktı.
Kitap okumuyorsa evlenme!
Bilgisizligin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir .
Ona göre ölüm bir çıkmaz, yeni bir başlangıç anlamına geliyordu.Ölümsüzlüğün Hıristiyanlık taki anlamı üzerine üç yıl süren derin düşünme sürecine bir son vermişti; doğanın trajik rastlantısallığına yeni bir pencere açmıştı.
Bir çocuğu dini açıdan teskin etmek,insanın kendi kendisini teskin etmesinden daha kolaydı.
İlahi varlık sevgisi, örgütlenmenin bir etkisidir; seni gidi materyalist seni!
Evrimle ilgili notlarına, Bütün sınıfları eğit; kadınları geliştir, bu insanoğlunu mutlaka geliştirecektir diye karalamıştı.
Herkes kütle çekiminin maddenin içkin bir özelliği olduğunu kabul ediyordu; kimse onu manevi bir ilave olarak görmüyordu.
Peki neden düşünce de aynı biçimde beyinin bir salgısı olarak görülmüyordu?
Küstahlığımızdan, kendi kendimize hayranlığımızdan
Insanlar ehlileştirilmiş orangutanı ziyaret etsinler, onun dokunaklı ağlayışını dinlesinler, kendisiyle konuşulduğunda gösterdiği zekayı görsünler; sanki söylenen her kelimeyi anlıyormuş gibi.
Tanıdıklarına karşı gösterdiği sefkati görsünler. Tutkularını, isyanını, ağırbaşlılığını, üzülünce yaptıklarını görsünler; sonra ebeveynini haşlayan vahşiye baksınlar; çıplak, hilesiz, gelişmeyen ama gelişebilir vahşiye; sonra da üstünlükleriyle gurur duyup şişinsinler bakalım.
Bir ortamdaki bir çirkinlik, başka bir ortamda Tanrı’nın bir lutfu olabilirdi.
Yavru bir köpek kalın bir kürkle doğarsa, ucubelik olarak görülebilecektir, ama soğuk ortamlarda görülürse iyi uyarlabma olacaktır.
İyi ile kötü, uyarlama ile deformasyon bile bir zamanlar görüldükleri gibi mutlak değillerdi.
Değeri ortamla birlikte degişiyordu.
Darwin, Uyduların, gezegenlerin, güneşlerin, evrenin, bunun dışında koca koca evren sistemlerinin kanunlarlar yönetilmesine izin veriyoruz, ama iş en küçük böceğe gelince, onun bir kerede özel bir eylemle yaratılmış olmasını istiyoruz diye sızlanıyordu.
Toplumda kişinin kendini geliştirmesi daha geniş ölçekli, kendi kendine gelişen bir doğanın sonucuydu. Bütün akıllı varlıklar, varoluşlarının başladığı ne kadar aşağı olursa olsun, sonsuz bir ilerleme içinde daha yukseklere çıkmaya, kendi ilerlemelerine katkıda bulunmaya yazgılıydılar
Doğa, mucizelerin takdirine degil, kanunlar ve düzene tabiydi.
Darwin,kapandığı kapılar ardından çıkıp da ruhunu bir dostuna açtığında anlamlı bir ifade kullanmıştı.Bunun Bir cinayeti itiraf etmeye benzediğini söylemişti.
Kitap okumuyorsa evlenme.
Depremler ve volkanlar Doğa’nın muazzam kuvvetini, itici gücünü ortaya koyuyordu.
Peki ya insan, çelimsiz insan; insanın bu tablodaki yeri neydi?
İnsanın savunmasızlığını; kızgın bir ocağın üzerindeki yerkabuğu denilen çok ince bir buz tabakası üzerinde kaydığını düşünmek acı verici ve aşağılayıcıydı.
Fakat bunu kabul etmek zorundaydı.
Deneyim bakımindan eksiklerini, şevkiyle kapatıyordu.
İddia edilen Hz İsa diye birinin hiç var olmadığını,Hıristiyanlık dininin iddia edildiği gibi bir kökeni olmadığını,kadim Pagan dininden çıkmış bir dinden başka bir şey olmadığını savunarak meydan okumaktaydılar.
Böcekler hakkında konuşacak kimsesi olmadığı için milim milim can veriyordu.
Çok okumak hayati önemdeydi, daha büyük bir dünyaya açılmasını sağlayan pasaporttu.
Onu anlamak için,kültürünün içine girip üstünüzü başınızı kirletmeniz gerekir.
Hayat doğaüstü bir lütuf degilse, zihin manevi bir oluşum değilse ruha ne olacaktı peki?
Ruh olmazsa, sonraki hayat olmazsa, ceza ya da ödül olmazsa ahlaksızlığa karşı ne caydırıcı olacaktı?
Doğa ve kültür kendiliğinden evriliyorsa, din adamları mucizevi bir bicimde yaratılmış türleri O’nun yukarıdan işleyen gücün emaresi olarak gösteremeyecekse Kilise’nin meşruiyeti baltalanırdı.
Insanın gercek yeteneklerini bilmesinin, ahbap-cavuş iliskileri ağıyla bas etmeye yarayan bir tarafı vardı.
Kendi kendini düzelten bir makinede olduğu gibi, haz ve acı insanlar üzerinde, onları geliştirmek için neredeyse mekanik bir biçimde işliyordu.
Bilgisizliğin verdiği güveni ,
Bilgi , hiçbir zaman verememiştir.
‘Görmezden gelin, ses etmeyin, cevap vermeyin. Sessizlik herkesi mahveder.’
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Kitap okumuyorsa evlenme.!
Başta, inancından vazgeçmeye gönülsüz olmuştu; hatta İnciller’i destek­leyecek kanıtlar icat etmeye bile çalışmıştı ki bu kararsızlığını uzatmış­tı. Fakat din adamlığı kariyeri yavaş doğal bir ölüme doğru giderken ilahi bir vahiy olarak Hıristiyanlığa beslediği inanç da yavaş yavaş so­lup bozulmuştu. Ölümün soluğu değdiğinde geri dönüş olmamıştı. Kararsızlığı billurlaşıp çok sert bir ahlaki kanaate dönüşmüştü; öyle ki insan­ların Hıristiyanlığın doğru olmasını nasıl temenni edebileceğini anlaya­mıyordu. Hıristiyanlık doğruysa Yeni Ahit’in açık dili, göründüğü kadarıyla, inanmayanların, ki bunlara babam, ağabeyim, en iyi dostlarımın neredeyse tamamı da dahildir, ebediyen cezalandırılacağını ortaya koymak­tadır. Ve bu lanetli bir öğretidir.
İşte Darwin’in mükemmeleştirdiği iş buydu. Toplamak ve bir araya getirmek; olguların izini sürmek; eski defterlerindeki spekülasyonları tüm küreyi kapsayacak şekilde doğrulayıp genişletmek.
Darwin cinsel seçilimi sanatçı Tanrının yerine geçirmişti; tıpkı doğal seçilimin mimar Tanrıyı kapı dışarı etmesi gibi.
Ne kitap ama! Bir yan­da (eğer doğruysa) vahyedilen dini, diğer yanda (nihai nedenler ve tasa­rımlarla ilgili olduğu ölçüde) Doğal dini alaşağı ediyor. Bilgi yelpazesi ve birikimi insanın nefesini kesiyor.
İyi bir Üniteryen gibi Darwin de akılcı, kanunlara uygun olarak işleyen bir doğanın kötülük sorununa bir çözüm önerdiğini düşünüyordu. Darwin Gray’e, peki her şey takdir edil­mişse neden sefalet çekiliyor, diye soruyordu. İyi ve her şeye kadir bir Tanrı’nın Ichneumonidae’yi (asalak eşekarıları) canlı tırtılların bedenle­ri içinde beslenmeleri gibi açık bir niyetle tasarlayarak yaratmış olduğu­na kendimi ikna edemiyorum. Bu tür uyarlanmacı kazalar yalnızca ka­nunlarla yönetilen bir dünyada ortaya çıkardı; bunlar Tanrı’nın sorumluluğunda değillerdi.[25]
Hux­ley tıpkı Carlyle’ın kahramanı, doğa güçlerinin onun üzerinden konuştu­ğu Peygamber Muhammed gibi gagasını ve pençelerini keskinleştiriyor, havlayacak köpeklerin bağırsaklarını deşmeye hazırlanıyordu.[23]
Darwin’in evrim versiyonu, ütopyacı bir işbirliğine dayalı, kaçınılmaz olarak gül bahçesine dönüşen bir ilerleme vaadinde bulunmuyordu. Öte yandan birçok reformcunun taleplerini de sağlama alıyordu: ticaretin serbest, rekabetin sınırsız olması taleplerini; eski gayritabii tekeller ve ayrıcalıkların yıkılması talepleri­ni. Doğa’yı orta sınıfların bir müttefiki haline getiriyordu.
Annie’nin insafsız bir darbe gibi gelen ölümü; Charles’in ahlaki, adil bir evrene duyduğu inançtan geriye kalan ne varsa hepsini yok etmişti. Charles daha sonraları bu dönemin, uzun süren, uzantıları bir çürüme süreci olsa da onun Hristiyanligi için son ölüm çanları çaldığını söyleyecekti. ( ) Charles artık inanmayan birinin duruşunu alıyordu.
Ölüm, açlık ve Sami kabileler arasındaki savaşların ortasında Tanrı’nın Kutsalligina inanç nasıl doğmuş olabilirdi? Hayır, diye ısrar ediyordu Charles; dini içgüdüler toplumla birlikte evrim geçirerek oluşmuştu. Kıyımlarıyla Hristiyanlik aleminde cehennem ateşleri yakan ilkel Yahudi Tanrısı, barbar bir Tanrıdan başka bir şey olamazdı.
Darwin, çiftçilerin yarış atlarını ya da yük beygirlerini, biftek ya da don­yağı üretiminde kullanılacak inekleri ihtiyaca göre nasıl seçici bir tavırla ürettiğini anlatmış; ardından Doğa’yı benzer bir süper seçici olarak tanım­lamıştı. Artık bunu kusursuz bir şekilde ortaya koymuş bulunuyordu: Aşı­rı nüfus artışı ve rekabet bir doğal seçilime yol açıyor, galipler doğa­nın savaşından zaferle çıkıyorlardı. Türemenin mekanizması buydu. Bu­günkü her şey bununla ilgiliydi. Fakat hayvanlar istikrarlı bir hızla Lamarck­çı bir merdivende, biri diğerinin ardında, biri gelişip diğerine dönüşerek ilerlemiyordu. Hayatın ağaca benzer bir şeceresi vardı; memelileri -örne­ğin at, fare, tapir, fil -geriye dönüp ortak ebeveyni bulmaya yöne­len bir şecere çalışmasıyla birbirleriyle ilişkilendiriyorduk.

Çok fazla şey açıklanabilir durumdaydı: Gelişmemiş organlar, bir zamanlar işleyen parçaların kalıntılarıydı; ayrıca kanatlar, eller ve yüzgeç­lerin ortak bir mirası yansıttığı bir plan birliği vardı.

Gelecek hakkında hiçbir şey bilmiyorum; iki ya da üç bölümden ötesini göremedim; çünkü hayatım bu aralar ciltler, bölümler, sayfalarla ölçülüyor; güneşle pek ilgisi yok. Bir hanıma, omurgalı hayvanların bu en ilginç numunesine gelince, birini yakalar mı­yım, yakaladığımda besleyebilir miyim onu ancak Tanrı biliyor.
İşte, soluk soluğa şunları karalıyordu:

Tasavvurumuzun çılgınca uçmasını seçersek hayvanlarla; acı ve hastalık içinde, ölümle, eziyetle, açlıkla karşı karşıya olan kardeşlerimizle; en ağır işlerdeki kölelerimiz­le; eğlence arkadaşlarımızla kökenlerimizi tek bir ortak atayla paylaşabilir, hepimiz bir ağ gibi örülebiliriz.

Burada tehlikeli nokta, insan zihninin öncelikle solucanlardan doğmuş olmasıydı. Dönüm noktası buydu. Darwin, akıl ve ahlakı kendi kendi­ne gelişen güçlere tabi kılarak jeoloji çevrelerinde nezih kesimlerin aziz tut­tuğu idealleri tehdit ediyordu: insan onurunu ve sorumluluğunu. İnsan yal­nızca daha iyi bir hayvan türüyse manevi onuru hakkında; neredeyse ken­di kendisine gelişmişse artık Yaratıcısı olmayan Tanrı’ya karşı ahlaki sorumluluğu hakkında ne söylenecekti? Ahlaki sorumluluk, ebedi cezalar ve ödüllerle birlikte toplumu bir arada tutan dokunun bir parçası oldu­ğundan, o doku da parçalanacaktı.

Darwin’in tartışmakta olduğu şey Anglikanların gözünde sayginliktan uzaktı, toplumsal açıdan da yoldan çıkarıciydi. Artık, asilzade bir Tanrı’nın şahsen ayakta tuttuğu bir dünyayı değil, kendi kendisini yaratan bir dünyayı hayal ediyordu. Derisidikenlilerden İngilizlere kadar her şey, düzenli olarak değişen jeolojik çevreye canlı maddenin kuralı bir biçimde yeniden dagilmasiyla ortaya çıkmıştı.
Fakat kimliği bölünmüştü; özel hayatında duaeyenlerin kibrine karşı tükenmek bilmez bir horgörü besliyordu. Evreni insana uydurmak için eğip büktükleri, sonra da Tanrının tasarımına övgüler düzdükleri için evinde gizlice, onları açıktan açığa alaya alıyordu.
Hayat kendi kendini yapmışsa eğer, Tanrı’nın tehlikeli bir ataerkil toplumu bir arada tutan gücüne ne olacaktı?
Darwin, Uy­duların, gezegenlerin, güneşlerin, evrenin, bunun dışında koca evren sistemlerinin kanunlarla yönetilmesine izin veriyoruz, ama iş en küçük bö­ceğe gelince, onun bir kerede özel bir eylemle yaratılmış olmasını istiyo­ruz, diye sızlanıyordu.
Nesli tükenmiş megateryumlar ve gliptodonlar ile modern tembel hayvanlar ve armadillolar arasındaki yakın ilişkiyi hissetmişti.[36] Darwin bunu hiç bek­lemiyordu; seyahat sırasında Güney Amerika’ya özgü türler değil, Avru­pa ve Afrika’ya özgü mastodonlar ve gergedanlar bulduğunu sanmıştı. Bu sonuç onu keskin bir biçimde kendine getirmiş, kilit soruyu sormasına neden olmuştu: Herhangi bir yerde, şimdiki ve geçmiş hayat neden bu ka­dar yakından ilişkilidir?
Nasıl olur da aynı Yaratıcı, insanı hem bu kadar ilkel, hem de bu kadar sofistike yaratmış olabilirdi?
Darwin, Paley’nin klasik davasını savunuyor, bir tek mü­kemmel tasarımdan bir tek mükemmel Tasarımcı’ya varıyordu.
Lyell hak­lıydı: Dağlar zar zor fark edilecek şekilde yükseliyordu, çok uzun bir süre içinde gerçekleşen binlerce küçük yükselmenin ürünleriydi. Zaman, tahay­yül edilemeyecek zaman, her şeyin anahtarıydı; bu dikkate alındığında her şey başarılabilirdi, her sonuca varılabilirdi. Darwin artık anlıyordu.
Bütün meyve bahçeleri tek bir ağaçtan türemişti. Ke­silen dallar bu iklimde o kadar sınırsızca büyüyordu ki on sekiz aya kal­madan, kesilmiş dallardan büyüyen ağaçlardan yeni dallar kesilebiliyor­du. Bu durum Darwin’i kesilmiş bir dalın aslında ne olduğu üzerine düşünmeye yöneltti. Bir ağaçtan kesilmiş bütün dallar, o ebeveynin birer par­çası mıydı? Bunlar bir tek bireyin kesilmiş parçaları mıydı? Eğer böyley­se onun ömür süresini de paylaşıyor olmaları gerekiyordu. Darwin’in sözleriyle Bu binlerce ağaç tek bir tomurcuğun içerdiği ömür süresine tabiydi. [20] Bu kesilmiş dallar, kesilmeyle muazzam biçimde çoğaltılan, ama yine de sınırlı olan, ya da o böyle olduğuna inanıyordu, tek bir hayat gü­cüne bağlıydı. Bu da harcandığında sonraki neslin tamamı eşzamanlı ola­rak ölecekti. Darwin böylece devasa bir adım atmış, türler arasında bir benzerlik bulunduğunu ileri sürmüştü. Belki bütün megateryumlar tek bir hayat gücünü paylaşıyordu; belki de cinsel yolla üreyen hayvanlar da bir ilk türden kesilmiş dallara benziyordu. Yer tembel hayvanlarının tamamının ortadan kalkmış olmasının sebebi bu olabilir miydi?
Ayrıca tuzak kurup tek bir küçük fare yakalamıştı. Yerlilerin söylediğine göre bu fare bazı adalarda yaygındı, ama bazılarında bulunmuyordu. Bu durum Darwin’i yayılmanın neden bu kadar şansa bağlı bir olay olduğunu me­rak etmeye yöneltmişti.
Çilek yataklarının ve üst kattakile­rin bulunduğu, kızların Cennet Mahal diye dalga geçtiği Woodhouse’a ulaşmak için sabırsızlanıyordu. Fox’a içini açmıştı: İyi bir Müslüman gibi hakkında her zaman düşündüğüm bir cennetti; duyusal zevkler ve şehvet­li hurilerle dolu. Yalnız burada ‘kara gözlü huriler’ sırf Muhammed’in ka­fasında değiller, gerçekten kanlı canlılar, diye de eklemişti.
Kilise ahmaklar ve ağırkanlıların sığınağı, mirasyedilerin son çaresi olmamış mıy­dı? Hangi çağrı, işitme duyusu yok denecek kadar az olanlar için bu ka­dar güçlü olabilirdi? Hem başka hangi meslekte başarısızlık riski bu kadar az, ödüller bu kadar boldu?
Darwin’in tıp ıstırabı iyice belirginleşmişti, Nisan 1827’de hiçbir derece almadan tıbbı ilelebet terk etti.
Doğa ve kültür kendiliğinden evriliyorlarsa, din adamları mucizevi bir biçimde yaratılmış türleri O’nun yukarıdan işleyen Gücü’nün emaresi olarak gösteremeyecekse Kilise’nin meşruiyeti baltala­nırdı.
Grant için hiçbir şey kutsal değildi. Özgür bir düşünür olarak, doğa­nın hakimiyetinin ardında manevi bir güç göremiyordu. Hayatın evrimi ve kökeni, hepsi de doğa yasalarına uyan fiziksel ve kimyasal kuvvetler­den kaynaklanıyordu.
İskoçya ve İngiltere kiliseleri hayatın her yönünü yönetiyorlardı; siyasi koltukları tekellerinde tutuyor, hastaneleri, üniversiteleri, yargı mevkilerini düzenliyor, doğum, evlilik ve ölümle il­gili ayinleri belirliyor, sivil özgürlükleri kısıtlıyor, diğer dini grupları bas­tırıyorlardı. Yozlaşmış iktidarları yüzünden radikal demokratlar onlar­dan nefret ediyordu, Browne da papazlık sanatını hor görüyordu. Da­hası papazlık sanatını benzersiz bir hicvetme şekli vardı. Kilise’nin onca asırdır takdis ettiği bu sofuların aslında deli olduklarını kanıtlamak için Montrose Akıl Hastanesi sakinlerini incelemişti. Beyinlerinde aşırı geliş­miş bir hürmet organı vardı. Aydınlanmış 19. yüzyıl, bu insanları deli diye kilit altına almalıydı.
Görmezden gelin, ses etmeyin, cevap vermeyin. Sessizlik herkesi mahveder.
Kitap okumuyorsa evlenme.
Savaş, bütün bilimin uzunca bir süre durmasına yol açacaktı.
Paris kuşatma altındaydı.
Açlıktan kediler köpekler yeniyor, sokaklarda açlıktan kırılan farelerin bir tanesi bir Frank’a alıcı buluyordu.
Bilimin tek bir sesi olmalıydı, din adamların bu sese müdahalesi ise, kabul edilemezdi
“Doğa kendi kendine yeterliydi. Tanrı ise topraklarının başında bulunmayan bir toprak sahibiydi.”
“Darwin doğada ilahi kudretten bir işaret, doğanın işleyişinde Tanrı’nın bir yardımını görmüyordu.”
“Doğanın büyük yetenekler bahşettiği ama bu yetenekleri, aklını kullanmayan veya kötü amaçlı kullanan bir insanı mı yoksa bir maymunu mu tercih edeceğim sorulsaydı, hiç tereddüt etmeden tercihimi maymundan yana kullanırdım.”
Çocuğu öldüğünde kendisi ağlayıp, üzülünce, insanlarla hayvanlar aynı kökten geliyor dediği için onunla alay eden papazlara: Ne yani, telafisi imkansız kaybım varken, feryadı mı inkar mı edeceğim? Yavrularını vurduğunuzda zavallı hayvanlar yaslarını tutup, üzülmüyorlar mı? diyordu.
İlerleme ne tiranların silahları ne de rahiplerin aforozları ile durdurulamayacak bir doğa kanunudur.
Arılar kesinlikle yollarını değiştiriyorlardı.
Arı yollarına denk gelen az boylu çalıları söküp atmak ya da bu yollara beyaz un serpmek de sonucu değiştirmiyordu.
Hayata açılan kapı ve yol dardır, bu yolu bulabilecek pek az kişi olacaktır.
İnsanın kalbini ağrıtan zulümler listesi sürüp gidiyordu; bunlar komşularını kendileri gibi sevdiklerini söyleyen ve Tanrı’ya inanan, Tanrının iradesinin gerçekleşmesi için dua eden adamlar tarafından gerçekleştirilip, mazur gösterilen işlerdi!
Yolun sonuna gelinmiş, kızı ölmüştü ama eşi Emma’nın inandığı gibi inanamazdı o: Tutunacak bir dal, vaat edilmiş bir yeniden diriliş yoktu.
Hristiyan inancı bir yere çıkmıyordu.
Avrupa’daki hükumetlerin yarısını silip süpüren fırtınalar zararsızca Britanya Adaları’na geçmiş; ülke içinde çatışmalar yaşanacağı korkuları sabah çiği gibi dağılıp gitmişti.
İngiltere’de bir devrim olma ihtimali, ayın düşmesi ihtimalinden daha fazla değildi.
Maddi durumlarının kaldırabileceğinden fazla üreyen insanlar doğruca soylarının tükenmesine giden yolu tutmuş oluyorlardı.
Hepsi de Darwin’e onun teknik olarak mükemmel ve dinle zehirlenmemiş bilimine yakınlık duyuyordu.
Kilise devletle yatağa giriyordu ve fahişenin, devletin okşamalarından, bu çirkin suçtan kurtarılması gerekir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir