İçeriğe geç

İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya Kitap Alıntıları – Arthur Schopenhauer

Arthur Schopenhauer kitaplarından İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitap alıntıları sizlerle…

İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya Kitap Alıntıları

Ölüm, bireyliğin unutulduğu bir uykudur. Bireylikten başka her şey yeniden uyanır ya da daha doğrusu hiçbir zaman uyumamıştır.
Sürekli dışkılama ile ölüm arasında da olsa olsa derece farkı vardır. Ki kendini en seçik, en yalın bitkide gösterir. Bir bitki aynı dürtünün yinelenip durmasıdır. Bu yinelenmeyle onun en yalın lifi kendinden yaprakla filizi oluşturur. O birbirine bağlı türdeş bitkilerin dizgeli ço-ğalmasıdır. Onların
biricik dürtüsü, bitkinin durmadan yeniden üretilmesidir. Bitki, dönüşüm basamakları aracılığı ile sonunda tomurcuğa, meyveye ulaşarak bu dürtüsünü tam doyuma erdirir. Bu meyve, onun varlığının, uğraşının özüdür. O, meyvede biricik amacına kısa yoldan ulaşır. Şimdiye dek olsa olsa tek tek gerçekleştirdiğinin bin katını bir anda başarır: Kendi kendini yinelemeyi
Besleme süreci sürekli bir döllemedir. Bitkinin meyve verme aşamasına dek gelmesinde bu meyveyle ilişkisi, yazmanın kitap basmayla ilişkisinin aynısıdır.
Yalnızca deha, özümseyen, dönüştüren, yeniden üreten bir gövdeye benzer.
Empodokles’in dediği gibi ancak benzerler benzerleri tanıyabilir.
Dram, bilgiye en anlamlı ideaları getirir. Bu nedenle, dramın verdiği estetik hazda nesnel yan ağır basar.
Tarihsel resim ile yontuda büyüleyici olma çıplak gövdelere dayanır. Bunların duruşu, yarı çıplak oluşları, genelde ele alınışları bakanın tutkularını uyandırmak için hesaplanmıştır. Bu yüzden de saf estetik seyre dalış bir anda askıya alınmış, sanatın amacının kuyusu kazılmıştır.
Evrenin uzam ile zamandaki sonsuz büyüklüğünün seyre dalınmasında kendimizi yitirirsek, geçmiş ya da gelecek binlerce yılı düşünürsek ya da gece göğü, gözlerimizin önüne sayısız dünyayı getirdiğinde, böylece bilincimize evrenin uçsuz bucaksızlığını dayattığında, hiçe indirgendiğimizi duyumsarız. Bireyler olarak, canlı gövdeler olarak, istemenin geçici görüngüleri olarak kendimizi okyanustaki dalgalar gibi, boşlukta küçülüp küçülüp dağılan damlalar gibi duyumsarız. Ama kendi boşluğumuzun bu hayaline karşı, bu yalancı olanaksızlığa karşı bir anda bir bilinç doğuverir: Bütün bu dünyalar yalnızca bizim tasarımımızda vardır, onlar yalnızca saf bilmenin bengi öznesinin değişkeleri olarak vardır.
yalnızlığa katlanma ya da yalnızlığı sevme entellektüel değerin iyi bir ölçütüdür.
istemenin kölesi olan kişi sürekli İksion’un tekerleğine gerili durumdadır, Danaos Kızlarının eleği ile su çeker, durmadan susayan Tantalus’tur.
Delilerde akıl ya da anlama yetisi yok denemez. Çünkü konuşurlar, dinlerler, sık sık da doğru sonuçlar çıkarırlar. Aynı zamanda, şimdide olanı genellikle oldukça doğru algılarlar. Onlar neden ile etki arasındaki bağı da anlar. Sabuk-lama düşlemleri gibi görüngüler deliliğin sıradan semptomları değildir. Sabuklama, algıyı yanlışlar oysa delilik aklı yanlışlar. Deliler doğrudan .şimdi olanın bilgisinde genelde yanılmaz. Delilerin belirsiz, bulanık konuşmaları şimdi olmayanla, geçmişe ilgilidir, onların şimdiyle bu olmayan geçmiş aracılığı ile bağ kurmalarına bağlıdır. Dolayısıyla, bence onların hastalığı özellikle belleği etkilemektedir. Ama bellek onları tümden yanıltmaz; çünkü onların çoğu ezberden epeyce şey bilir; ara sıra da çoktandır görmedikleri kişileri tanırlar. Söz konusu olan daha çok onların bellek ipliğinin kopması, belleğin sürekliliğinin kesilmesidir. Delilerde geçmişin düzgünce bağlanmış anımsanması olanaklı değildir. Geçmişten belli sahneler tıpkı şimdikiler gibi
doğru biçimde öne çıkar. Ama onların toparlanmasında, anımsanmasında uçurumlar vardır; bu uçurumlar kurgularla doldurulur. Bunlar ya her zaman aynıdır ya da her zaman değişiktir. Hep aynı olduklarında sabit fikir olurlar. Ortaya çıkan deliliğe sabit mani ya da melankoli denir. Her zaman başka başka, geçici kuruntular olduğunda buna budalalık, futiitas adı verilir. Tımarhaneye giren bir deliye önceki yaşamı konusunda soru sormanın çok güç olması bundandır. Onun belleğinde doğru ile yanlış harmanlandıkça harmanlanır. Hemen şimdi olan, doğru bilinse bile bu bilgi imgesel geçmişle kurulan kurgusal bağlantı yüzünden bozulur. Bundan ötürü onlar, kendilerini de başkalarını da, olsa olsa düşsel bir geçmişte var olan kişilerle özdeş olarak görürler. Bazı tanıdıklarını hiç tanıyamazlar. Dolayısıyla, gerçekten şu anda bulunan bir bireyi doğru algılarken onu orada olmayan bir başkasıyla yanlış biçimde ilişkilendirirler. Delilik yüksek bir kerteye ulaştığında tam bir belleksizlik vardır. Öyle ki, deli şu anda olmayandan ya da geçmişte olandan söz edemez. Bu kişiyi, kafasındaki geçmişi dolduran kurgular ile anlık hevesleri belirler yalnızca
Sıradan kişi şimdiyle doymuştur, kendini şimdiye kaptırmıştır. Her yerde arkadaşlar bulmaktan hoşnuttur, günlük yaşamından memnundur. Deha bu hoşnutluğu geri çevirir.
Senin var olman, olsa olsa, benim tarafımdan algılanmış olman demektir. Senin var olduğun yer benim tasarımımdır. Dolayısıyla, ben senin varlığının ilk koşuluyum.
ÖZDEK: Ne çılgınca bir varsayım! Ben varım, benden başka bir şey yok. Çünkü
dünya benim gelip geçici biçimimdir. Sen de olsa olsa bu biçimin bir parçasısın, toplamısın, bütün bütün ilinekselsin.
Gözün, kulağın ya da elin duyduğu algı değildir: O yalnızca veridir. Dünya, ancak
anlama yetisi sonuçtan nedene geçtiğinde önümüzde algı olarak durur. Dünya o zaman uzamda yer kaplar, biçimi değişirken, özdeği her zaman kalıcı olur. Çünkü anlama yetisi, özdeğe ilişkin tasarımda, açıkçası gerçek etkinlikte uzam ile zamanı birleştirir. Tasarım olarak dünya ancak anlama yetisi aracılığı ile vardır. Benzer biçimde dünya yalnızca anlama yetisi için vardır.
Dünya, benim tasarımımdır’ .
.
İçinde bulunduğumuz ve içimizde olan bilinebilir olanın bu gerçek dünyası, düşüncemizin hem maddi hem de sınırı olarak kalır.

bunca sık üzüldüğümüz yaşamın kısa oluşu, belki de onun en iyi şeyidir.
Ancak doğa ile tarih ne yapmış olursa olsun, insan kim olursa olsun, nelere sahip olursa olsun kişi yaşamın özündeki acıyı başından atamaz. [ ] Acıyı sürgün etmek için dur durak bilmeyen çabalar, acının biçimini değiştirmekten başka işe yaramaz. Bu, özünde, yaşamı koruma gereksinimi, isteği, kaygısıdır. Bu biçimdeki sancıyı sürüp atmayı başarırsak (ki pek zordur) o hemen, binlerce başka kalıpta yeniden ortaya çıkar.
Yaşa, koşullara bağlı olarak, erotik dürtü, tutkulu sevi, kıskançlık, imrenme, nefret, kaygı, yükselme tutkusu, para hırsı, hastalık bu biçimlere örnektir. Sonunda girebilecek başka biçim bulamazsa, doygunluğun, sıkıntının üzgün, kül rengi urbasıyla çıka gelir. Biz onlara karşı şu ya da bu çareyi deneriz. Sonunda bunu uzağa sürmeyi başarırsak, acının yeniden, önceki biçimlerinden birinde çıka gelmesine izin vermemek elimizden gelmez. Böylece dansa baştan başlarız. Çünkü insan yaşamı, sancı ile sıkıntı arasında dönüp durur.
Öğretiler değişir, bilgimiz aldatıcıdır,
Her birey, bir yandan bilmenin öznesidir, açıkçası, tüm nesnel dünyanın olanağının bütünleyici koşuludur. Öte yandan, birey, istemenin belli bir görüngüsüdür. Kendini her şeyde nesneleştiren aynı istemedir bu. Ne var ki varlığımızın bu iki anlamlılığı kendi başına varolan bir birliğe dayanmaz. Öyle olsaydı kendi kendimizde, kendi kendimizin bilincinde olabilirdik. Bilgi ile istemenin nesnelerinden bağımsız da olabilirdik. Şimdi bu olanaksızdır. Çünkü bu yönde bir girişimde bulunmak için kendi kendimize dönmeye, kendi kendimizi içe bakan düşünme aracılığı ile bilmeye çalışır çalışmaz, dipsiz bir boşlukta yiteriz. Bir de bakarız kristal bir top gibiyiz. Ondan, nedeni içinde bulunmayan bir ses konuşur. Kendimizi anlamak istediğimizde de yalnızca tözsüz bir görüntü kavrarız ürpererek.
Doğum ile ölüm yalnızca istemenin görüngülerinde vardır, dolayısıyla da yaşama aittir. Kendisi var olup göçen bireylerde, zaman kalıbında ortaya çıkan gelip geçici görüngüler olarak göstermesi istemenin özünde vardır. Görüngülerin kendinde şeyi zamanı bilmez; ama doğasını nesneleştirmek için kesinlikle söylediğimiz bu biçimde kendini sergilemek zorundadır.
Yaşam ile ölüm benzer biçimde yaşama aittir, birbirinin karşılıklı koşulu olarak denge kurarlar. Dilersek şöyle de diyebiliriz. Onlar tüm görüngüsel yaşamın kutupları olarak bir denge oluştururlar.
.
Tüm mutluluklar olumlu olmaktan çok olumsuz bir doğaya sahiptir ve bu nedenle kalıcı bir tatmin ve doyum veremez, aksine yalnızca her zaman bir acıdan ya da eksiklikten kurtulmayı sağlar, bunu ya yeni bir acı ya da durgunluk, boş özlem ve boş özlemin izlemesi gerekir.

Can sıkıntısı.

Her bitki, tüm varlığını, istekliliğini ortaya koyarak, biçimi içinde tüm öz yapısını dışa vurur, açığa çıkarır. Bitkilerin fizyonomisinin bunca ilginç olmasının nedeni budur.
Oysa, bir hayvanı, onun ideasını bilmek istersek, hayvanı eylem içinde izlememiz gerekir. İnsanın kapsamlı olarak araştırılması, sınanması gerekir.
Çünkü, akıl yetisi onun epeyce iki yüzlülük edebilmesine olanak verir.
.
Alçakgönüllülük, aşağılık bir hasetle dolup taşan bir dünyada, bir insanın kendi erdemleri ve faziletleri için, hiçbir şeye sahip olmayanlardan af dilemesini sağlayan ikiyüzlü alçakgönüllülükten başka nedir ki ?

Çünkü gerçekten hiçbir değeri olmadığı için kendisine hiçbir değer atfetmeyen, alçakgönüllü değil, sadece dürüsttür.

.
Hayvan ölümü ancak öldüğü zaman öğrenir, ama insan bilinçli olarak her saat ölümüne yaklaşır ve bazen bu, yaşamı, tüm yaşamda bu sürekli yok oluş niteliğini henüz tanımamış olan insan için bile, tehlikeli bir iş haline getirir kendisi.

.
İyimserlik yalnızca yanlış değil, aynı zamanda zararlı bir öğretidir, çünkü yaşamı arzu edilen bir durum ve insanın mutluluğunu amaç ve nesnesi olarak sunar.

Bundan yola çıkarak, herkes mutluluk ve zevk için en meşru iddiaya sahip olduğuna inanır. Her zaman olduğu gibi, bunlar kendisine düşmezse, bir haksızlığa uğradığına inanır, hatta varoluşunun bütün noktasını kaçırır.

.
Müzik, bir dereceye kadar, dünya olmasa bile hala var olabilirdi.

Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
.
İster zihinsel ister fiziksel olsun, tüm büyük ıstıraplar neyi hak ettiğimizi ortaya çıkarır, çünkü hak etmeseydik bizi ziyaret edemezdi.

.
Gerçek, onu arzulamayanın boynuna kollarını dolayan bir fahişe değildir; tam tersine, o kadar nazlı bir güzel ki, her şeyini ona feda eden adam bile onun nimetlerinden emin olamaz.

.
Kitapların deneyimin yerini almaması ve öğrenmenin dehanın yerini tutmaması iki benzer fenomendir; ortak noktaları, soyutun asla algının yerini alamayacağıdır.

.
Hayat ıstırabın derinliklerine batmıştır ve ondan kaçamaz; içine girişimiz gözyaşları içinde gerçekleşir, aslında gidişatı her zaman trajik ve sonu daha da trajik.

.
Tüm gerçekler üç aşamadan geçer :

Önce alay edilir. İkincisi, şiddetle karşı çıkılır. Üçüncüsü, apaçık olarak kabul edilir.

.
Her bireyin yaşamı bir bütün olarak ve genel olarak bakıldığında ve yalnızca en önemli özellikleri vurgulandığında gerçekten bir trajedidir; ama ayrıntılarına girildiğinde komedi niteliği taşıyor.

.
Ölüm, gerçek ilham veren dehadır ya da felsefenin ilham perisidir. Gerçekten de ölüm olmadan insanlar pek felsefe yapamazdı.

baştan sona, bütün özdeği çeken, taşı dünyaya, dünyayı güneşe çeken yerçekimi – kişi bunların hepsinin, olsa olsa görüngüsel varoluşlarında farklı olduğunu oysa iç doğalarında özdeş olduğunu saptar. Dolayısıyla, kendisine böylesine yakın olan, başka her şeyden daha iyi, doğrudan bildiği bu iç doğayı, en seçik ortaya çıkışında, isteme diye adlandırır.
Görüngüde durmamızı ancak düşünmenin bu kullanımı önler. Tersine bu kullanım bizi onun ötesine, kendinde şeye götürür. Görüngü, tasarım demektir, başka bir şey değil Her tasarım, hangi türden olursa olsun her nesne bir görüngüdür, yalnızca isteme kendinde şeydir.
istemenin özniteliğinin bilgisini daha yakından incelememiz gerek. Böylece ondan, istemenin doğasına ait olmayan, onun bir aşaması olan geçici ortaya çıkışlarına ait olanı ayırabiliriz. Örneğin, istemeye bilginin eşlik etmesi, onun bilgiyle koşullu olması, devindiricilerle belirlenmiş olması böyledir. Daha ileride göreceğimiz gibi bu, istemenin doğasının özüne değil de yalnızca bir insan ya da hayvan olarak, en seçik ortaya çıkışlarına aittir.
Bizim için isteme ile tasarımdan başka bilinen ya da hatta kavranabilir hiçbir şey yoktur. Bilinen en büyük gerçekliği, ancak tasarımımızda doğrudan varolan özdek dünyasına vermek istesek, hepimiz onu kendi gövdemizin sahip olduğu gerçekliğe veririz. Çünkü herkes için kendi gövdesi en gerçek şeydir. Ne ki, bu gövde ile onun eylemlerinin gerçekliğini, onun bizim tasarımımız olmasından ayrı olarak çözümlersek onda istemeden başka bir şey bulamayız. Bununla gövdenin gerçekliği bile tüketilir. Böylece, hiçbir yerde, özdek dünyasına yükleyeceğimiz başka türde bir gerçeklik bulamayız. Dolayısıyla özdeksel dünya, bizim tasarımımızdan başka bir şey olacaksa şunu söylemek zorundayız: Tasarım olmanın yanı sıra (açıkçası kendinde, en derin doğasına göre) özdeksel dünya bizim kendimizde doğaldan isteme olarak bulduğumuz şeydir.
Benim gövdemle istemem birdir. Ya da bir algı tasarımı olarak gövdem dediğim şeye, istemem diyorum; çünkü ben başka bir yolla karşılaştırılamayacak biçimde onun bilincindeyim. Ya da benim gövdem, istememin nesneleşmesidir. Ya da gövdem, benim tasarımım olmasının yanı sıra benim istememdir, böyle gider.
Hiçbir insan, kendisini ondan farklı olan şeylerle doğrudan özdeşleştirmek için kendi derisinin dışına çıkmamıştır. Onun kesin bilgisini, bu yüzden de doğrudan bilgisini edindiği her şey, kendi bilincindedir.
O, güneşi, yeryüzünü bilmemekte, yalnızca güneşi gören gözü, yeryüzünü duyumsayan eli bilmektedir, onu kuşatan dünya olsa olsa tasarım olarak vardır – açıkçası, dünya, ancak başka bir şeyle ilişkisi içinde, tasarımı kavrayan biriyle ilişkisinde vardır, bu da kendisidir.
Anlama netliğinin, insanlar arasında çok çeşitli dereceleri vardır; fakat hayvanların çeşitli türleri arasında bu netlik farkları çok daha büyüktür. Bütün hayvanlar, hatta bitkiye en yakın olanlar dahil, dolaysız nesnedeki etkilerden bunların dolaylı nesne kaynaklarına ilerleyecek kadar; yani, bir nesneyi algılamaya veya farketmeye yetecek kadar anlamaya sahiptirler. Zaten tam da anlamadaki bu seviyeleri nedeniyle onlar hayvandırlar. Bu onların güdülerine uygun olarak hareket etmelerine, dolayısıyla yemek arayabilmelerine veya en azından neyin yemek olduğunu kavrayabilmelerine izin verir. Fakat bitkilerde hareket, uyaran temellidir. Ve dolayısıyla da bitkiler ya uyaranın doğrudan etkisini bekler ya da uyaranın peşinden gidemeyecekleri veya kavrayamayacakları için çürürler. Köpekler, filler, maymunlar ve kurnazlıkları Buffon tarafından ustaca anlatılmış olan tilkiler gibi en gelişmiş hayvanların gösterdikleri anlayış karşısında şaşırmamak elde değildir. Bizler bu en zeki hayvanlar sayesinde akıl, yani soyut kavramsal idrak olmadan, anlamanın neler başarabileceğinin ölçüsünü net olarak görebiliriz. Bunu kendimizde o kadar kolay fark edemeyiz; zira akıl ve anlama sürekli birbirlerini desteklemektedirler. Bu nedenle de sıklıkla hayvanların anlayış ifadelerini bazen beklentilerimizin üzerinde, bazen de altında buluruz.
Anlamadaki eksikliğin tam anlamıyla eblehliktir, ki bu da tam olarak nedensellik yasasının kullanımındaki donukluk ve nedenler ile sonuçların (ve güdülerin ve davranışların) birbirlerine bağlantılarının dolaysızca kavranışı konusundaki yetersizliktir. Ebleh bir kişi, doğal olaylardaki -ister kendiliğinden oluşsun ister bilinçli olarak yönlendirilsin, yani makineler vasıtasıyla hizmete sunulsun- bağlantıları görmez ve bu nedenle de seve seve büyüye ve mucizelere inanır. Ebleh bir kişi birbirleriyle bağlantısız gibi görünen bir grup insanın, aslında daha önceden ayarlanmış bir şekilde hareket ettiğini fark etmez. Bundan dolayı da böyle bir kişi rahatlıkla kandırılır ve entrikaların kolay bir hedefidir; kendisine tavsiye veren veya bir yargıda bulunan kişinin saklı saiklerini göremez. Fakat her seferinde onda sadece tek bir şey eksiktir: nedensellik yasasının kullanımında netlik, hız ve rahatlık yani anlama kuvveti. İncelediğimiz çerçevede kendi hayatımda karşılaştığım en büyük ve öğretici deneyim, akıl hastanesinde kalan on bir yaşlarındaki ebleh bir erkek çocuktu. Bu çocuk akla sahipti çünkü konuşuyor ve söyleneni anlıyordu; fakat anlaması bazı hayvanlardan bile geriydi zira oraya ziyaretlerimde boynumda asılı olan gözlük camının tıpkı bir ayna gibi oda penceresini veya ağaçların tepelerini yansıtmasını her seferinde büyük bir şaşkınlık ve coşku ile karşılıyordu ve bundan da hiç bıkmıyordu. Bunun sebebi ise çocuğun, yansıtmanın tamamıyla dolaysız nedenselliğini anlamasıydı.
Anlamanın ilk, en sade ve her zaman el altında olan ifadesi, gerçek dünyanın algısıdır; ki bu da sadece ve sadece etkiye dayanarak sebebin idrakidir. Dolayısıyla her algı zihinseldir. Ne var ki eğer başlangıç noktası olarak herhangi bir etkiyi dolaysızca idrak etmeseydik, algıya hiç ulaşamayabilirdik. Lâkin bu, hayvan bedenine yönelik etkidir. Bu açıdan bedenler öznenin dolaysız nesneleridir; bunlar vasıtasıyla diğer bütün nesneler algılanır. Her hayvan bedeni, deneyimlediği değişimi derhal idrak eder, yani hisseder ve bu etki, anında kendisini oluşturan sebebe bağlanır ve buradan da nesne olarak sebebin algısı oluşur. Bu ilişki soyut kavramlardan çıkarılan bir sonuç değildir; düşünerek ve irade göstererek gerçekleşmez; daha ziyade dolaysız, kaçınılmaz ve kesindir. Bu ilişki saf anlamanın idrak tarzıdır; ki onsuz algı asla mümkün olmazdı ve de dolaysız nesnede sadece boş ve bitkisel bir değişimlerin farkındalığı kalırdı. Bu değişimler ise, eğer isteme için bir anlam ifade edecek şekilde herhangi bir acı veya zevk yaratmıyorlarsa, birbirlerini tamamen bağlantısız bir sıralamayla takip ederdi. Nasıl ki görünür dünya, güneşin doğmasıyla birlikte aydınlanır, aynı şekilde anlamanın tek ve sade işlevinin bir dokunuşuyla, boş ve hiçbir şey ifade etmeyen hissiyatlar algıya dönüşür. Gözün, kulağın, elin hissettiği algı değildir; sadece ve sadece verilerdir; anlamanın etkiden sebebe doğru geriye bakışı ile ancak, mekâna yayılmış, biçimi dönüşen ve materyali zamanın akıcılığına rağmen devamlılık arz eden dünya algıda var olur. Zira anlama, maddenin tasavvurunda (yani etkilerinde) mekanı ve zamanı birleştirir. Nasıl ki tasavvur olarak dünya sadece anlama yoluyla var olur, aynı zamanda da sadece anlama için vardır.
Hilekârlık, sadakatsizlik ve ihanet, her zaman derin bir tiksinti uyandırır. Bunun nedeni ise sadâkat ve dürüstlüğün bireylerin çokluğuna bölünmüş istemeyi, dışsal da olsa, birleştiren bağlar olmalarıdır ki böylelikle çok parçaya bölünmüşlükten kaynaklanan bencilliğin sonuçlarına bir sınır çekmektedir.
Her şey değiştirilemez bir biçimde kader tarafından belirlenmiş olarak görülebilse dahi, bu sadece sebepler zinciri sayesinde mümkündür.
Kendimizi dünyanın zaman ve mekândaki sınırsız büyüklüğünün tefekküründe kaybedip, gelmiş geçmiş ve de gelecek olan bin yıllar hakkında düşündüğümüzde veya gece vakti gökyüzü gerçekten de gözlerimizin önüne sayısız dünyaları açtığında ve dünyanın ölçülemezliği bilincimize hücum ettiğinde kendimizi hiçleşmiş hissederiz.
Nedir başlangıcı olmadan ebedi bir şekilde var olan; ve nedir başlayıp biterek aslında hiç var olmayan?
İsteme, idea olarak insanda en net ve en mükemmel nesneleşmesini bulmaktadır.
Özne her şeyi idrak eden fakat kendisi hiçbir şey tarafından idrak edilemeyendir. Dolayısıyla bu özne, dünyanın dayanağı, görünen her şeyin ve nesnenin daimi ve istisnasız ön koşuludur. Var olan her şey, sadece özne için vardır. Hepimiz kendimizi işte bu özne olarak buluruz; lakin sadece kendimiz idrak ederken. Gelgelelim kişinin kendi bedeni de bir nesnedir ve bu bakış açısından biz ona da tasavvur diyoruz. Çünkü beden, her ne kadar dolaysız bir nesne olsa da, nesneler arasında bir nesnedir ve nesnelerin tabi olduğu yasalara tabidir. Beden, algının bütün nesneleri gibi, idrakin kalıplarına dahildir: Mekân, zaman ve dolayısıyla da çokluğa. Buna karşılık özne -yani idrak eden ve kendisi idrak edilemez olan- bu kalıplarda yer almaz. Bu kalıplar sadece özneye işaret eder. Dolayısıyla ne çokluk ne de zıttı olan birlik özneye atfedilebilir. Özneyi asla idrak edemeyiz; bilakis nerede idrak söz konusu ise idrak eden odur. Tasavvur olarak dünyanın iki temel, gerekli ve ayrılmaz yönü vardır. Nesne ve özne. Fakat özne, ne mekânda ne de zamanda yer alır çünkü tasavvur eden varlıkta tam ve bölünmemiş olarak mevcuttur. Dolayısıyla tasavvur eden böylesine herhangi tek bir varlık nesne ile birlikte tamamen tasavvur olarak dünyayı oluştururlar.
Dünya benim tasavvurumdur. Bu, yaşayan ve idrak eden her varlık için geçerli bir hakikattir. Lakin yalnızca insan, üzerine düşünerek bu hakikati soyut bilince taşıyabilir. Ve eğer bunu yaparsa o kişide felsefi basiret başlamış demektir. Artık ona, güneşle değil sadece güneşi gören gözle, toprakla değil sadece toprağı hisseden elle tanışıklığının olduğu; kendisini çevreleyen dünyanın yalnızca bir tasavvur olduğu; yani dünyanın sadece başka bir şeye -tasavvur edene- bağımlı olarak var olduğu açık ve şüphesiz hale gelir. Eğer herhangi bir hakikate a priori diyeceksek, işte bu odur; zira bu hakikat, bütün mümkün ve düşünülebilir deneyim kalıbının ifadesidir ve bütün öteki kalıplardan -mekân, zaman ve nedensellik kalıplarından- daha kapsayıcıdır çünkü bütün bu kalıpları önceler. Bütün bu saydığımız kalıplar, yeterli temel ilkesinin çeşitli biçimleri olarak, sadece tasavvurların belirli bir sınıfı için geçerliyken, özne nesne ayrılığı bütün bu sınıfların ortak kalıbıdır. Bu kalıp, ister soyut veya sezgisel isterse saf veya deneyimsel olsun bütün tasavvurların olanaklı ve hatta düşünülebilir olduğu tek kalıptır. İşte bu nedenle diğer hakikatlerden daha bağımsız, en katî ve ispata en az ihtiyaç duyan hakikat şudur: İdrak edilebilir ne varsa tasavvurdur; diğer bir deyişle, bütün bu dünya sadece özneye bağlı olan nesnedir, algılayanın algısıdır. Yani tek kelimeyle ifade edersek dünya tasavvurdur.
İdrak edilebilir ne varsa tasavvurdur; diğer bir deyişle, bütün bu dünya özneye bağlı olan nesnedir, algılayanın algısıdır.
Dünya benim istememdir.
İdrak edilebilir ne varsa tasavvurdur; diğer bir deyişle, bütün bu dünya özneye bağlı olan nesnedir, algılayanın algısıdır.
Uyan, dostum; ve çocukluktan çık!
Jean-Jacques Rousseau
Dünya yalnızca anlama yetisi için vardır..
.
Tüm bilgi ve özellikle hakikatin en önemli bilgisi için, paradoksal olarak mahkûm edildiği ya da önemsiz olarak aşağılandığı iki uzun dönem arasında yalnızca kısa bir zafer paylaştırılır.

Dünya benim tasarımımdır.
.
Para, soyut olarak insan mutluluğudur.

O halde, artık somutta insan mutluluğunun tadını çıkaramayan kişi, kalbini tamamen paraya adar.

Herkes ne istiyorsa odur
Bir kişi onu sınırlayan dış güç yokken, fırsatını bulur bulmaz, neredeyse her zaman, yanlış yapmaya eğilimliyse ona kötü deriz.
Kişi öteki türü feda edip kendinden hoşnut olmaya çalışır
Bizim olmasını istediğimiz her şeye biz iyi deriz.
İnsanın en büyük kabahati doğmuş olmaktır
Kişi, yaşamın özündeki acıyı başından atamaz
İstek doğası bakımından sancıdır
İnsanın da havyanın da doğasının kaynağı özünden acıya bağlıdır
İstemenin şimdiki amacının araya giren bir engelle önlenmesine biz acı deriz
Amacına ulaşmak bile istemeyi durdurmaz
Özgürlük kavramı düpedüz olumsuz bir kavramdır. Çünkü özgürlüğün içeriği yalnızca zorunluluğun yatsınmasıdır.
Sık sık acılar yüzünden ölüme sığınırız
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir