İçeriğe geç

Sultan II. Abdülhamid Han Kitap Alıntıları – Kadir Mısıroğlu

Kadir Mısıroğlu kitaplarından Sultan II. Abdülhamid Han kitap alıntıları sizlerle…

Sultan II. Abdülhamid Han Kitap Alıntıları

Henüz Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan İttihatçı güruh, Alman yahudisi Amiral Şuson’un bir emr-i vâkîsi ile devleti “Birinci Cihân Harbi” yangınının içine atmış ve Osmanlı’yı hâk-i helâke sürükleyecek en müthiş bâdireye sebep olmuşlardır.
İttihad ve Terakki» komitesinin bu memlekete yaptığı en büyük fenalık, Sultân Hamid gibi Avrupa siyasetine otuz üç senelik bir tecrübeyle hâkim olmuş büyük bir hükümdarı iş başından uzaklaştırmaktır. İngiltere Sefiri Nicolas O’connor bir cihan harbi belâsından kurtulmak için bütün Avrupa milletlerinin ona duâ etmekle mükellef olduklarından ve Fransa Sefiri Maurice Bompard da bütün Avrupa’da onun ayarında tek bir diplomat olmadığından bahsetmişlerdir.”
Yıldız Sarayı’nın halı ve mobilya aşırmaya kadar varan bu müdhiş yağmasından sadece merhûmun bü­yük bir itinâ ile toplayıp biriktirdiği muazzam kütüpha­ne masun kalabilmiştir. Bu da kendiliğinden olmamış.
Kütüphane Müdürü Kakandelenli Sabrı Bey silâhını çekip kapı önünde:

Beni öldürmedikçe içeri giremezsiniz!. Böyle nâdide kitapları ihtiva eden bir koleksiyon dağılırsa bir daha meydana getirmek mümkün olmaz!.” demiş ve talan bitene kadar o vaziyette bekleyerek içeriye kim­seyi sokmamıştır.

“Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kimbilir?
Bu hakkıdır gazanızın, evet o hak da elde bir!
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!..”

Baştan İttihatçıları desteklemiş olan Tevfik Fikret’i böylesine isyan ettirerek O’na “hân-ı yağma” (yağma sofrası) şiiri yazdıran hâdise, gûya ülkeyi istibdaddan kurtarmak için İstanbul’a gelen “Hareket Ordusu”nun ilk iş olarak Yıldız Sarayı’nı yağmalamış olmalarıydı.

O devrin insanları, menfi bir pro­paganda ile öylesine zehirlenmiş, ifsad edilmiş ve şartlanmıştı ki, o büyük insanın -sessiz halk yığınları ve neferlerden başka- ortada istinâd edebileceği bir zümre yoktu.
Son Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabrî Efendi’den rivây­et edildiğine göre, Hacı Nûri Efendi herçe-bâd-âbâd (ne olursa olsun) fetvayı kabul etmemekte kararlıdır. Fakat İstanbul Meb’ûsu olan ve İlmiyeden bulunan Mustafa Âsım, Fetva Emîni’nin kulağına eğilerek:
“-Bu fetvayı kabul etmezsen Abdülhâmîd’in hal’i mümkün olmaz, saltanatta kalmasına da imkân yoktur; hal’ edemezlerse katl ederler. Sen de ölümüne sebep olursun.” demiş; Hacı Nuri Efendi bunun üzerine rızâ göstermiştir.
“İnanç özgürlüğü” diye dillerine dolayageldikleri “din hürriyeti”ni Müslümanlar’dan esirgemek!..
“Millî Marşımız”a, “İstiklâl
Marşı” denilmesi de mantıken ve fiilen yanlıştır. ve onun “Korkma!..” diye başlamasından da rahatsızlık duymuyorlar
Avrupa’da kimin taç giyeceğine karar veren gücü yitirmekle kalmamış, Avrupalılar’ın izin vermediklerini yapamayacak duruma gelmiştik
Osman Gâzi Hazretlerinin hanımı, Şeyh Edebâli’nin kızı seyyidedir. Kadın diye buna itiraz edilse, hatırlanmalıdır ki, seyyidliğin başı da bir kadın, yani Hazret-i Fâtıma’dır
tarih ilminin hadis ilminde olduğu gibi nâkilin zekâsı, hâfızası ve hatta ahlâkını inceleyen bir yardımcı kolu yoktur
Merkezden uzaklaştırılanlar, devlet memuru olmasalar bile git­tikleri yerde devletten maaş almaktadırlar. İhtimal bu sebepledir ki, İttihadçıların zulüm ve şekâvet devrini idrâk etmiş bulunan Süleyman Nazif:
“Hasret olduk eski istibdada biz”
demek mecburiyetinde kalmıştır. Sultan II.
Abdülhamid’in bu maaşlı sürgünleriyle İttihadçıların tatbikatını mukayese etmek, herhâlde hayli ibretli olsa gerektir!..
idârenin otoriter olmasıdır ki, bunun sebepleri âşikârdır
Korkulu rüya görmekten, uyanık yatmak evlâdır,
“Hafta sonu tatillerinde Beyoğlu’nda ecânibten (ecnebilerden) bazı kadınlarla düşüp kalktığı ve bunların casus olmak ihtimaline binâen yüksek rütbelere çıkarılması mahzurludur.” !
—Ne alırsanız alın, saray sizin!.. Fakat bu kütüphâneye el sürdürmem!.. Böyle bir koleksiyon bir daha vücûda getirilemez.” diyordu.
“Allah’a secde etmemeleri, onların zih-
niyetini anlamak için kâfidir!..”
Mösyö Konstanz, :
“-Hiçbir şey yapamadım , bu adam beni at cambazı yaptı. ”
“-Arabistanlı mısın?” diye sordular. O yıllarda Türkiye’den Afrika’ya hele Nijerya’ya pek gelen giden yoktu.
“-Hayır, Türkiye’den!” dedim.
Birbirlerine bakıp neresi orası gibisinden yüzüme baktılar. Anka­ra filân dedim gene başlarını salladılar. İstanbul deyince içlerinden birisi şehâdet parmağını kaldırarak:
“-Merkez-i hilâfet!.” dedi ve beni namazda imamlığa davet ettiler.
Daha sonraki Fas, Kamerun, Fildişi Sahili, Gambiya, Senegal gibi ülkelerin camilerinde ancak İstanbul diyerek nereli olduğumu anla­tır oldum ve her namazda da:
“-Merkez-i hilâfetten geliyorsun, namazı sen kıldır!.” denildi.
Sultan II. Abdülhamid’in yıllardır ithâmına vesile ittihaz edilen bu jurnalciliğin neticesi, nihayet bazı istenmeyen şahısların merkezden uzaklaştırılmasından ibâret olmuştur. Hem de maaşlı olarak!.. Jurnal sebebiyle bir tek şahıs asılıp kesilmemiş, hatta hapse bile atılmamıştır!..
Abdurrahmarı Şeref Bey’in muasırı olan diplo­matlardan Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Cambon’un hâtıralarında şöyle bir sahne vardır:

“Bir gün Cambon, Yıldız’a gelir. O sırada İngiltere Büyükelçisi (Henry Elliot) Saray’dan çıkmış, arabasına binmektedir. Cambon selâm verir. Pek samimi bir şahsî arkadaşı olduğu hâlde İngiliz görmemezliğe gelir. Çok düşüncelidir. Bunun üzerine Cambon haykırır:
“-Ne bu dalgınlık yahu?”
Kendini toparlayan İngiliz cevap verir:
“-Padişah pek hasta.”
“-Eh, sana ne?”
İngiliz, Fransız’ı şöyle bir yukarıdan aşağı süzer:
“-Ne diyorsun Cambon Allah göstermesin, Abdülhamid’e bir hâl olursa, Dünya Harbi gecikir mi sanırsın?”

Propaganda öyle bir silâhtır ki, az-çok herkesi te­siri altına alır.
İlme hizmetten ziyâde sırf bir sansasyon (heyecan ve­rici haber) ve para kazanma gâyesi peşinde koşan birtakım kimselerin “Sultan Abdülhamid’in Hâtırâtı” diye ortaya koydukları eserlerin hiçbiri bizce güvenilir değildir.
Benim gençliğimde bir kimsenin İslâmî şuurlanma itibariyle durumunu tâyin bakımından -bir nevî turnusol kağıdı gibi- iki şahsiyet ile ilgi­li değerlendirmesine itibar edilirdi ki, bunlardan birincisi Sultan II. Abdülhamid merhumdu. Diğeri ise, ehline mâlumdur!..
Birlik ve beraberlik şuurunun -çeşitli iç ve dış sebeplerle- zaafa uğradığı o hengâmda devletin bekası ancak ve ancak tezatsız bir oto­rite ile sağlanabilirdi. Sultan II. Abdülhamid bu gerçeği erkenden görerek dizginleri dirâyetle eline almasaydı, devlet, daha o zaman hayalperest Mid-hat Paşa ve ekibi elinde çoktan batmış olacaktı.
Nitekim bilâhare, hâdiselerin içyüzüne vâkıf ol­mak imkânını elde edince eskiden yaptığı “hürri­yet münâdiliği”nden dolayı nedâmet gösterenler de az değildir.
Hüseyin Kâzım Kadri, hâtıratında, kendi­si gibi ifsâd edilmiş münevverlerle halk arasındaki tezadı, yani değerlendirme farkını açıkça ortaya koyan tipik bir vak’a nakletmektedir.

“Bir ihtiyar kadın bana bir gün:
“-Âh!.. Kahrolasın Abdülhamid!.. Âh gaddar;
hâin!.. O’nun yüzünden bu hâle düştük!..” demişti.
Ben de:
“-Evet, valide, çok doğru söylüyorsun!.. Al­lah kahretsin!..” cevabını verdim ve her ikimiz bu nakaratı tekrar edip duruyorduk ki; kadın birden bire makam değiştirip:
“-Oğlum!.. Sen de, ben de söylüyoruz; fakat zannederim ki; her ikimizin sözlerimiz arasında pek büyük bir var Ben, Allah kahretsin, diyorum; çünkü memleketi güzel yönetemedi ve bu yüzden hem kendisini, hem de bizi makhur (kahrolmuş) ve perişan etti. Memleket de birtakım bayağı adamların elinde kaldı.” diyordu.

“Şüphe, basiretin ilk şartıdır.”
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bu ne?”
“-Kiliselerin anahtarları efendim !..”
“-Niçin bana getirdiniz?”
“-Kiliselerimizin kimlere âid olduğunu (yani Sırplar’a mı, Bulgarlar’a mı, Rumlar’a mı) tâyin edemiyoruz.
Aramızdaki ihtilâfı siz hallediniz!..
“Berlin Ahidnâmesi’ne, yani 1876’ya kadar Rumeli’de herhangi bir gayr-i müslim’e:
“-Nesin?” diye sorulsa, şu cevabı verirdi:
“-Gâvurum !..” ????
Kızıl Sultan adlı kitapta endaht (atış yapma) mahâreti o derecededir ki yirmi adım mesâfeden rövelver kurşunuyla ismini yazdığı görülmüştür.
ermeni icadı Kızıl Sultan (Le Sultan Rouge) tabiri
Bunlar insanlığın saâdetine medâr olan hürriyeti, insanların cemiyet ve âsâyişine hasım olan başıboşluk (licence) ile karıştıran çarpık düşüncelilerdi
Dikkatsizlik neticesinde vukua gelen sehivlerin kabahati o dikkatsizliği yapana râcidir. Dikkatsizlik mâzeret sayılabilir mi?
-İnsanda sehiv olmaz, sehiv ya kasden olur yahut dikkatsizlik neticesinde vukua gelir. Kasden yapılan sehivler, mücâzâtı müstelzim bir kabahattir
Sultan Murad’a her gün bir miktar bordo şarabı ve konyak içmeyi tavsiye etmişler ve bunu raporlarına da yazmışlardır.
Ölümden korkmayanlar, bu hatıralardan korkuyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum
Üç-dört yüzyıl evvel, her milleti ve kudreti yenen Türkler, şimdi de silinmez hâtıralarıyla, her teşebbüsü sendeletiyorlar
Fakat yarattığım orduları sendeleten bir kuvvet var:
Türkler’in yaşayan hâtıraları
Yunus Emre:
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil, gerçektir ben de gördüm tozunu
tedbir, takdire tevâfuk ettiği kadar netice hâsıl eden bir beşerî tavırdan başka bir şey değildir. Allah ise, Kâinât’ta mâsivâullâhtan her varlığı, fânilikle mahkûm etmiştir.
Cenâb Şahâbeddin’in dediği gibi:
“Kaplan sırtı için en tahammül edilmez yük
merhamettir.”
Osmanlı padişahlarının hiçbiri hacca gitmemiştir. Bunun bir çok sebebi meyânında Ulemâ devlet reisinin -cihad dışında- bu kadar uzun bir müddetle işbaşından uzaklaşmasını -o günün şartları dolayısıyla- aslâ câiz görmemiştir.
Saçak öpmeyenler secde ettiler,
Bir âsî zâbitin pis külâhına!
Tarih değil, hatalar tekerrür ediyor!

Sultan II. Abdülhamid Han

Hiçbir fâni ihtirasım yoktur. Şu son günlerimde tek gayem, vatanı selâmet ve huzur içinde görmektir. Tecrübe, devlet hayatında büyük mazhariyettir. Ben hizmet arz etmezsem Allah ve tarih huzurunda mesul ve menfur (nefret edilen) olurum. Vebal, mani olanın olsun… ( Sultan Abdülhamid Han)
Osmanlı olsaydı böyle mi olurdu Filistin,
Hilafet olsaydı böyle mi olurdu; Alem-i islam..!!
33 yıl boyunca Devleti Milleti için gece gündüz çalışan Koca Çınar bir gün bile hizmet etmekten vazgeçmedi, Bizler belki yetişemedik onun devrine Lâkin Hamd Olsun Nasipli İnsanlarız ki gerçeklere Muvaffak olduk yaptıkları Hizmetlerin karşılığı olarak Koca Sultanı ömrünün geri kalanında bir oda hapsine layık gördüler.

Halifeliğin gücünü sonuna kadar kullandı, Cennet Mekan ama bir gün olsun Şahsi olarak kendisine bir paye çıkarmak için değil sadece Milleti için Duasında da demiyormuydu Efendimiz (s.a.v) Ümmet’im Ümmet’im dediği gibi Milletim Millet im diyerek Dua da bulunmuyormuydu, Cennet Mekan Allahım bizler inanıyoruz Kul’un Abdülhamid Han Mümin bir Kul Peygamber Sevdalısı bir Aşık senin Rızanı gözeterek hizmet veren bir Devlet Adamıydı Bizler Razıyız kendisinden Sen de Razı ol Ya RAHMAN..

Sultan Abdülhamid Han gibi millete ve İslama hizmet etmiş bütün ecdadımızdan Allah razı olsun.

Mekânları cennet ruhları şad olsun..

“Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh’ına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.”

Ruhun şâd olsun BÜYÜK SULTAN.

Allah’ım! Babama acı. Hayatını bağışla!
Çin’e giden heyetten Kolağası Nâzım Bey, dönüşte Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu raporda o günkü müslüman nüfusunu elli bin olarak zikretmektedir Sultan II.Abdülhamidin, Dünya’nın neresinde bir müslüman topluluk varsa, onları Hilâfet merkezine bağlamak üzere oralara propagandacı hocalar göndermiş olduğu çok bilinen bir gerçektir. Üstelik Çin Osmanlı münâsebetlerinin Doğu Türkistan’la alâkadar olmak sebebiyle Sultan Abdülaziz devrinde başlamıştır ki, bu münâsebetlerin tafsilâtını başka bir eserimizde anlatmış bulunmaktayız.
Sultan Il. Abdülhamid, bütün bu İngiliz faaliyetlerine karşı İslâm Dünyası’na Fas’tan Hindistan Çin ve Japonya’ya kadar çeşitli hocalar göndererek İngiliz propagandalarını akim bırakmak hususunda insanüstü bir gayret sarf etti. Eğer Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilmemiş olsaydı, Siyonizm’in oyuncağı olan İttihad Terakki mârifetiyle gerçekleşen kopmalar aslâ vâki olamazdı. Çünkü Sultan II. Abdülhamid’in “Hilâfet Siyâseti” geniş müslüman kitleleri öylesine tesir altına almıştı ki, halkın bu hissiyâtı karşısında İngiliz altınlarıyla cezbeye gelerek taht ve tâc peşinde koşan Şerif Hüseyin gibi mahdud kimselerin arzusu ile halka rağmen bir kopma gerçekleşmezdi.
Sultan II. Abdülhamid, İngiliz (aslında Yahudi) emellerine karşı bir taraftan Hilâfet’in nüfüzunu, diğer taraftan da onlara bir rakip olarak türettiği Almanları kullanıyordu. Fakat O’nun Almanlarla olan bu münâsebeti sonradan İttihadçı sergerdelerinin yaptığı gibi gözü kapalı yürütmüyor ve icabında onların bazı taleplerini nâzikçe reddediyordu. Bu hususta Tahsin Paşa:

“Donanmaya büyük ehemmiyet veren Alman İmparatoru’nun, müstakbel bir harbde, gemilerinin kömürsüz kalmamaları için depo olarak kullanılacak bazı adalar aradığını, bu arada Hudeyde civarındaki boş bir adayıZât-ı Şahane’den istediğini, bununüzerine Sultan’ın Yemen vâlisi Fevzi Paşa’ya hemen telgraf çektirerek adaya asker çıkartıldığını, bazı tesisat yaptırıldığını, bilâhare de Alman sefirine Hudeyde civarında böyle hâli bir yer bulunmadığı, mevcud olan bir adanın da askeri mevki olduğunun Hâriciye Nâzırı vasıtasıyla tebliğ ettirildiğini” bildirmektedir.!

” Sultan Hamid, iki tarafi idâre siyâseti sâyesinde, Reşidi ve Suüdü ihtilâfını mahdud bir sahada bıraktırmaya muvaffak olmuştu.”
Paşalar; ben Halife-i İslam’ım, Müslümanı Müslümana kırdıramam!
Zat-ı Şahanelerine şunu arz ederim ki; bu taraflarda benden başka herkes ittihatçıdır!..
Osmanlılar 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim tarafından Hilâfetin resmen üzerlerine alınışından önce de padişahlarını “emiru’l-müminin” ve “halife” sıfatlarıyla yâd ediyorlardı. Fâtih’ten itibaren başlayan bu tavsife rağmen, Osmanlılar uzun zaman Hilâfet’i siyâsi bir müessir olarak kullanmamışlar daha doğrusu buna mecbur kalmamışlardır. Tâ ki, 1774 Küçük Kaynarca Muâhedesi’ne kadar!..

Bu muâhedeyle Rusya’ya Kırım, Buçak ve Kuban gibi yerleri kaptıran Osmanlılar, buralarda yaşayan Müslümanların bir Hıristiyan devletin (Rusya) idâresi altına düşmüş bulunuyorlardı. Bunların himayesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmış ve muâhedeye, müslümanların dini işlerinde Halife’ye bağlı ve O’nun himâyesi altında bulunacaklarına dâir bir madde konulmuştur. Nasıl, Rus Çarı, Osmanlı ülkesi dâhilindeki Ortodoksların hâmisi ise, aynı hak bu defa Rusya dahilindeki Müslümanlar için Halife sıfatını hâiz olan Osmanlı sultanı için tanınmıştır. Üstelik Rus Çarı, Hıristiyanların dini lideri değildi. Onların dini lideri Fener Patrik’i idi. Buna mukabil Osmanlı Sultanının Halife sıfatıyla Dünya Müslümanların lideri olduğu münakaşa edilmez bir hakikatti.

Sultan II. Abdülhamid’in talihsizliği iktidarı zamanının bütün dünya’da Yahudi gücünün zirveye ulaştığı bir zamana tesadüf etmesiydi. O Yahudi gücü ki, emperyalist devletleri Filistin rüyaları nı gerçekleştirmek için mahirane bir surette Osmanlı aleyhine imale etmeye muvaffak olmuş bulunuyordu.
Sultan II. “Abdülhamid, 93 Harbi» hengâmında İngilizlerin bize Rusya’ya karşı yine müzâhir olacakları zannında bulunan ricâli ikaz için İngiliz Murahhası Layard’ celbederek huzurunda konuşturmuş, buna rağmen o muhteris paşalar, Rusların taleplerini Nikşik kasabasını, yine bize bağlı bir prenslik olan Sırbistan’a ithal isteğine kadar indirdikleri hâlde, harb çıkarmakta direnmişler ve Rumeli’nin elden çıkmasına sebep olmuşlardı.
Cennetmekân’ın başı ucunda bir tuğla bulunurdu. Onu hiç yanından eksik etmezdi. Uykudan uyanınca hemen teyemmüm eder, ondan sonra musluğa kadar gider abdestini alırdı. Abdestsiz yere basmazdı.
Kendisini en iyi tanımış olmak mevkiindeki ikballerden biri olan Behice Hanımefendi’den nakledilen şu sözler, O’nun hakkındaki beyanların nasıl akla-kara gibi birbirlerine mutlak surette zıt bir mahiyet arzettiğini ne güzel göstermektedir!..
O diyor ki:
-Cennetmekân, yattığı odada Kur’an-ı Kerim bulundurmazdı. O’nun olduğu yerde ayaklarını uzatıp yatmadı. Hemen bitişik odada büyüklerin isimleri yazılı levhalar ve bir dolap içinde Kur’an-ı Kerim bulunurdu.
Tam odanın üzerinde de kadınefendilerden birinin odası vardı. Sultan II. Abdülhamit o odada yatılmasına gönlü elvermezdi. Caiz olduğunu bildiği halde men ederdi. İyi bilirim. Yerler halı döşeli olduğu halde yatacak yeri orası olduğu için kadınefendi sessizce odaya gelir ve uyurdu.
Sultan Abdülhamid’in hiç tenkid edilmiyecek Bir hususiyeti varsa, oda muhakkak ki, aşırı dindarlığıdır. Buna rağmen O’nun dindarlığı bile inkar edilmekten kurtulamamıştır. Hakikaten, çocukluğunda babasının: -Benim oğlum derviştir!.. değerlendşrmesiyle O’nun dindarlığı çocukluk yıllarında bile fark edilen bir keyfiyettir.
MEMDUH PAŞA’NIN SULTAN ABDÜLHAMİD HAN’IN ZEKASI HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ :

“..Hiç inkâr edilemez, fitraten zeki yaratılmış olduğundan hükümdârân (hükümdarlar) nezdinde kıymaş ve meziyet-i zâtiyyesi mütezâyid (fazla) idi.” demektedir.

Eski Dâhiliye Nâzırları’ndan Ahmed Reşid Rey Sultan Abdülhamid Han’ın zekası hakkında şöyle söylemektedir:

“..Sultan Hamid’in kuvve-i dimağiyyesi zeki add edilmesine müsâitti. Bu kanaatin kaleme alınması, kitâbet dâiresine tevdi edilen irâdelerin hey’et-i umümiyyesinden ve bazı icraatından istinbat edildiği (çıkarıldığı) gibi kendisiyle yakinen münâsebet peydah etmiş olanların şehâdetleriyle de müeyyeddir. En bâriz meleke-i zihniyesi hâfızasıydı. ”

Fransa bir zaman İstanbul’a sefir olarak eski Dâhiliye Nâzırı «Mösyö Konstans»’ı göndermişti. Bu adam, gâyet zeki ve ince bir diplomattı. Sefirler meclisinin hiç bir netice vermeyen toplantılarından bir gün sinirlenmiş ve İspanya sefirine :

“Mösyö dö Marki, müsaâde ederseniz meclisin kararlarını tebliğ etmek üzere bu sefer saraya ben gideyim!..” dedi.
Muvâfakat edildi ve «Mösyö Konstans» daha arabasına binmeden Sultan Hamid’e Fransa Sefirinin saraya müteveccihen hareket ettiği haberi gitmişdi.
Padişah, sefiri çit kasrının balkonunda bekliyordu. Baş Mabeyinci huzura girip Fransa Sefiri’nin huzura kabul istirhamında bulunduğunu söyledi. Sultan Hamid:
“Buyursunlar!..” dedi.
Sefir huzura girdiği zaman Sultan Hamid balkondan bahçede dolaştırılan pekmez köpüğü renginde bir arap atını seyretmekle meşguldü. Sefirin girdiğini anlayınca ona doğru ilerledi, elini sıktı ve:
“Buyurun sefir cenapları! Sizi alâkalandıracak bir mevzu hakkında dikkatinizi celbedeceğim. dedi ve elinden tutarak balkona götürdü:

“Şu aşağıda seyisin dolaştırmakta olduğu hayvanı görüyor musunuz? Bunlar bir çift olarak Mösyö Feliks For tarafindan bana hediye gönderilmişti. Bu hayvanlar «Perşeron» kırmalarıdır, renkleri de nâdir tesâdüf edilen Aonlardır. Bu rengi elde etmek için demir kır kısrakları al renkte aygırla çifileştirmek süretiyle elde ediyorlar. Benim gerek binek ve gerek araba hayvanlarına çok merakım vardır. Bunların renkleri kadar tırısları da güzeldir. Hayli zaman kullandım. Onları pek sevdim, fakat ne yazık ki, eşi geçenlerde öldü. Acaba aynı renkte ve aynı cinste bir hayvan tedâriki mümkün olur mu ?.
Sefir:
“Haşmetpenâh! Mâlum-i şahâneleri Fransa’da hayvan yetiştiren büyük hârâlar vardır. O kadar ki, bir çift arap atı sipariş edildiği zaman alnındaki akıtmalara, ayaklarındaki sekilere kadar temin etmek mümkündür. Fransız ırkı kısmen Arap ve kısmen de yerli ırkla melezleştirilen bir cinstir. Arap atındaki nehâfeti (hafifliği), yerli hayvanlardaki resâneti (sağlamlığı) birleştirmek süretiyle güzel bir ırk elde edilmiştir.
Sultan Hamid: “Verdiğiniz malümattan dolayı çok teşekkür ederim, beni daima düşündüren bir meseleden kurtardınız. O hâlde tavassutunuzu benden esirgemeyeceksiniz!” “irâde buyurursanız, hemen esbabına tevessül ederim.”
“O halde derhal size bedelini vereyim!..” Dedi ve zile basarak içeriye giren mâbeyinciye: “Beş yüz Napolyon getiriniz!..” emrini verdi. Beşyüz Napolyon bir at bedeli olarak pek fazla idi; akat Sultan Hamid bunun mühim bir kısmını sefire dolambaçlı yoldan ihsan olarak veriyordu. Sefir parayı alınca Sultan Hamid saatine baktı;
“-Afv edersiniz, namaz vaktim gelmiş, size veda ediyorum!..” dedi. Mösyö Konstans da sefirler meclisinin kararlarından hiçbir şey söyleyemeyerek ayrılmaya mecbur oldu. Mösyö Konstanz, Sefirler Meclisi’ne geldiği zaman aynen şöyle söylemiştir:
-Hiçbir şey yapamadım, bu adam beni at cambazı yaptı.

Ben müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek Müslümanlar için bir haktır. Lakin bu yahudi(karasu efendi) bu heyette ne sıfatla bulunmaktadır!?
Ecdadımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukabili satmamı mı bekliyorsunuz!?
Vay gidi humk u belahet (aptallık) vay! Rumeli’nin bütün bütün gitmesine sebep olacaklar.
Madem ki tahta akıllı bir padişah cülus etmiştir, artık kanun-i esasi ilanına lüzum yoktur!..
Donanmayı gâib etmemek için canımı fedâya hazırım!..
Hasret olduk eski istibdâda biz
İslam imiş devlete pâbend-i terakkî
Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı
Ayıptır beyler!.. Biraz utanalım ve kendi geçmişimize siyonizmin gözlüğüyle bakmaktan vazgeçelim!..
Korkulu rüya görmekten, uyanık yatmak evladır.
Şüphe, basiretin ilk şartıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir