İçeriğe geç

Nietzsche ve Babaannem Kitap Alıntıları – Mustafa Ulusoy

Mustafa Ulusoy kitaplarından Nietzsche ve Babaannem kitap alıntıları sizlerle…

Nietzsche ve Babaannem Kitap Alıntıları

Daha gelmemiş musibetlerden elem çekme!
İyiyim bazen bir kaçıştır.
Dünya hayatı, gölgenin hareketlerine benziyordu. Bir bakarsın uzar, derken kısalıverir; zamanla iyice yayılır, derken yok oluverirdi. Gölgesi üzerime düşen ölüme hazırlanmalıydım. Ölümün gölgesi her an üzerimdeydi.
Insan ve kâinat iki kardeştir. İnsan kâinatın küçültülmüşü, kâinat da insanın büyütülmüşü. Aynı rahimde büyüyen iki kardeş gibi insan ve kâinat da aynı Yaratıcı tarafından yaratılmanın benzerliğini taşır üzerlerinde. Birinin diğerine yabancı gelir hiçbir yanı yoktur. Aynı elden çıkmış iki eser; birbirine aşina iki varlıktırlar. Ancak insan, Yaratıcı’sını unutunca kendisini de unutur. Sonra da kâinatın kardeşliğini İnsan ihtiraslarıyla, nefsinin tutkularıyla, günübirlik kaygı ve endişelerle baş başa kaldığında artık kâinat ona yabancıdır. Dost değil, düşmandır.

İnsan ve kâinat yaratılıştan kardeşken, insan Yaratıcısını unutunca iki yabancıya dönüşür.

Bunca kalbî, akli, ruhi hastalığıma rağmen kimse beni akıl hastanesine yatırmıyor, üzerime kilit vurulmuyor, kimse bana deli gömleği giydirmiyor, akıl hastası nazarıyla bakmıyordu. Bunların hiçbiri olmayacaktı. Hatta tam tersine, bu zamanın çarşısında makbul olan düşünce buydu. Ama ben yine de esaret altında yaşıyordum. Kendi içimde bir kutu da sıkışıp kalmıştım, nefis adlı bir deli gömleğinin esareti altındaydım. Nefsim, dizginleri eline almış beni oynatmaya çalışıyordu.
Bilmedikleri,tanımadıkları anlamadıkları,bizzat tercih etmedikleri bir hayatı yaşamaya koyuldular. İşte bu yüzden hayat bir soru oldu.
Hastalığın adı konmuştu artık. Bu, kalbî bir rahatsızlıktı. Yaratıcı adına yaşanmadığında ortaya çıkıyordu.
Onsuz geçen günlerim, saatlerim, dakikalarım hastalık anlarımdı.
Dünyânın en büyük acı kaynağı anlamsızlık olsa gerek.
Yüzleşmenin temel özelliği, insanın bütün dikkatini kendi iç dünyâsına, daha önce farkına varamadığı bir yöne çevirmesidir.
Âcizlik duyuyorsan tek şey yapabilirdin; karşıdaki insana saldır gitsin.
Babaannemin içi güven doluydu. Geçmişten gelen hüzünler yaşamazdı. Yaşanan her şeyin bir anlamı olduğunu anlatırdı bize. „Gelecek daha gelmedi“ derdi. Gelmemiş gelecekten gam ve hüzün duymazdı. „Yaşanacak her şeyin bir hikmeti vardır.“ derdi.
Bu gezegene misafir olmayı kendileri tercih etmediler. Kendi tercihleri olmayan bir hayatı buldular kucaklarında.
“Secde et ve yaklaş” (Alak, 96/19) Melekler kalbine dokunacak secdede. Yenilenme, yeniden hayat bulma secdede gerçekleşecek. Kalbinin önündeki varlıklar arkaya çekilecek. Sen ve O. O ve sen. Ne büyüleyici bir an olmalı. Tüm dünyaya bedel bir an olmalı bu. Tüm evren, secdedeki tek bir anda yaşanan sen ve O ilişkisi edemiyor değil mi?
O’nun merhametinden fazla merhamet, merhamet değildir.
Hayatıma birden ve tümden son vermiyordum fakat yaşadığım kimi anları yokluk darağacında sallandırıyorum.
İnsan ihtiraslarıyla, nefsinin tutkularıyla, günübirlik kaygı ve endişeleriyle baş başa kaldığında artık kainat ona yabancıdır. Dost değil, düşmandır.
Gaflet işte. İnsanın kendisini unuttuğu, kendi gerçekliğinin üzerini örttüğü kaim perde.
İnsan kalbini kurcalamamalı.
Kalbini çokluk yordu.
Tümüyle kendi içine gömülmüştü; derinlerde, kendi içine doğru inen bir kuyuda yaşar gibiydi. Sanki bu dünyaya ait değildi.
Nasıl gün kendi içine doğru büzüşüyorsa insanlar da kendi içlerine kapanmışlardı. Her beden bir kutu gibiydi; insanlar bu kutunun içine sıkışmış kalmışlardı.
Zihnim maneviyata yabancılaşmış, aklım felsefede boğulmuş, fikrim gündelik siyasetlerle yorulmuş, kalbim dünya hayatı içinde sersem olmuştu
İnsanı Allah yaratmadıysa, o niye yalnız Allah’a teslim olunca mutlu oluyor?
İnsanı Allah yarattıysa, niye insan O’na isyan ediyor.
İnsanı Allah yaratmadıysa, o niye yalnız Allah’a teslim olunca mutlu oluyor?
İnsanı Allah yarattıysa, niye insan O’na isyan ediyor?
Blaise Pascal
Dünya tüm ümitlerimi, hayallerimi, beklentilerimi, arzularımı ve hayatımı değirmen gibi öğütüyordu. Ve ben, bu dünyayı her zaman böyle göremiyorum işte.
Kendi içimde bir kutuda sıkışıp kalmıştım, nefis adlı bir deli gömleğinin esareti altındaydım. Nefsim, dizginleri eline almış beni oynatmaya çalışıyordu.
Kendini, sonsuz uzak olduğu güneşi kendisine verene yakın hissetti. Gözünü açtı. Sabahı bekleyecekti. Güneş ışınları odasına kadar geliyorsa kendisi için de yeni bir yol olabilirdi. Odasının rengini değiştiren, onun dünyasının rengini de değiştirebilirdi.
Nereye giderse gitsin yüreğini beraberinde götürmeyecek miydi? Tüm sıkıntıları, dertleri, bunaltıları yüreğinde değil miydi?
Kolu kanadı kırık, hâlsiz, fersiz, bitkindi…
Şimdi bu odada ne yapacaktı? Hayatta ne yaptığını bilemeyen, odada ne yapacağını bilebilir miydi? Bilemedi.
Şu elbiselerimi rahatlıkla çıkarıp attığım gibi hayatımı da öyle soyunup bir kenara fırlatabilsem, dedi. Yapamıyordu. Yaşadığı hayattan soyunamıyor, içinden çıkamıyor, önündeki binlerce yoldan hangisini seçeceğini bilemiyordu.
Tümüyle kendi içine gömülmüştü; derinlerde, kendi içine doğru inen bir kuyuda yaşar gibiydi. Sanki bu dünyaya ait değildi.
İnsanı en çok üzen kendisidir biliyorsun. Kendi içinde boğulmaktan kurtulmalısın önce.
İki insandık, ama iki ayrı dünyaydık.
İyiyim bazen bir kaçıştır.
Bütün kaygım, ölümden sonraki hayat için olmalıydı.
Sevincim, ahirette elde edeceklerime; üzüntüm, ahirette kaçıracaklarıma yönelmeliydi.
Fani olanı elimde tutayım derken baki olanı kaçırıyordum.
Dünya batıp giden bir aydınlıktı. Geçiveren bir gölge, yıkılıveren bir direk. Meşakkatli bir yol. Görünüşü hoştu. Bu yüzden insanı helak ediyordu.
Önümdeki ölümü yok sayarak dünya hayatının olanca kısalığına rağmen sonsuz ümitler ve hayaller peşinde koşuyordum. Bu bir illüzyondu.
Hileler dünyasıydı bu. Düzenbazlıklar, ayak oyunları, kıskançlıklar ölümle bitecekti. Ümitlerin tükeneceği, yüreklerin korkudan eriyeceği bir zaman vardı.
Ölümün gölgesi her an üzerimdeydi. Nereye koşuyordum? Neye aldanıyordum? Ömrümden faydalanmalıydım. Toparlanıp çare bulmak için hâlâ zamanım vardı.
Gölgesi üzerime düşen ölüme hazırlanmalıydım.
Ama Yaratıcı adına yaşamadığım her an aslında bir intihar, bir öldürme, yok etme, kendi irademle tercih ettiğim bir yok oluş değil miydi?
Ama zevke ve lezzete müptela bir nefsim vardı. Bir anlık lezzeti baki lezzetlere tercih ediyor, lezzetsiz kalmaya tahammül edemiyordum. Dünyevi zevk ve lezzetlerin peşinde koşuyordum.
Özgür değildim. Nefsimin bağımlılıkları bütün ruhumu ele geçirmişti. Nefsimin olmazsa olmaz diye önüme sürdüğü onca şeyi elde etme uğruna giriştim uğraşların, çabaların, boğuşmaların esareti altındaydım.
Hepimiz her an binlerce nimete muhatap oluyorduk. Ama onları Rabbimizden bilmiyor, kendimize mal ediyor, Rabbimizin mülkünü gasp ediyorduk.
Her an dağılmaya, yok olmaya mahkûm bir bedeni, zoraki ayakta tutma çabalarıydı bunlar. Sonu yoktu. Sonu ölümdü.
Benim nefsim de kusurluydu. Lokmalar mideme inerken hiçbir şey düşünmemiş, bunları birer nimet olarak görmemiş, yemeyi Yaratıcı adına yememiştim. Sanki hakkım olan bir şey yiyordum. Yemeklerle aramda bir kopukluk vardı. Kâinatla aramdaki kopukluğun işaretçisiydi bu.
İnsanı Allah yaratmadıysa, o niye yalnız Allah’a teslim olunca mutlu oluyor? İnsanı Allah yarattıysa, niye insan O’na isyan ediyor?
Blaise Pascal
Sevecek kimsem yok, diyenler! Yalnızım, diyenler! Bir anlayanım yok, diyenler! Bir düşünenim yok, diyenler! Bir çiçek uzatılmış, sizi bekliyor. Bir çiçek uzatılmış, Sizi seviyorum diyor. Baharın ellerinden tutun ve O’nu hatırlayın. Bahar, insanın Rabb’i tarafından ne kadar sevildiğini anlama mevsimidir.
Sevgi de Yaratıcı’nın bir ihsanıydı. O’na aitti. Kendisinin bilinmesi, tanınması, sevilmesi için vermişti bize bu duyguyu. Bu açıdan hayatta her an sınanıyorduk. Her ilgi, her sevgi, verilen her şey, alınan her şey bir sınamaydı. Sabahın şafağı bir sınama. Gecenin karanlığı bir sınama. Kucağımıza konan her çocuk bir sınama. Her musibet, her dert, her tasa bir sınama. Yüreğimize konan her sevgi bir sınama. Her öfke bir sınama. Bize duyulan her sevgi, gösterilen her ilgi, her şefkat bir sınamaydı. Sevmeye vesile ne varsa O’nun yaratmasıydı. Ama nefsimiz bunu kendine mâl etmek istiyordu.
Nietzsche, Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum derdi. Babaannemse, Ben varken her daim ölüm var, ölüm varken ben her daim var olacağım.
İman, iradeyi nefse karşı kullanmaktır.
Hayaller, idealler hep yarınlara yüklenir. Yeni bir güne başlamışken, başka bir yeni gün düşlenir. Yolculuklar hep geleceğe yöneliktir. Bizim için bir umut kapısı olur gelecek.
Şu an İstanbul’da çok önemli bir şey oldu. Güneş ufukta battı. Koskoca güneşin tüm ışınları teker teker toplandı. Ama bu haberi hiçbir haber ajansı geçmedi. Hiçbir TV kanalının haber programı konu etmedi. Çünkü bu bir haber olarak kabul edilmedi. Çünkü basit görüldü. Her gün tekrarlanan bir olaydır güneşin batışı. Tekrarlanması sanki zorunluymuş gibi, sanki kendiliğinden olan ve olması zorunlu bir olaymış gibi, bunda hiçbir harikalık yokmuş gibi görülür. Gün, ışıkları yarın sabah yine ayaklarınıza kadar getirilecek. Yarın güneş yalnızca ufukta doğmayacak, odanıza da doğacak.
Baba için çocuk bir nimet, Yaratıcı tarafından yollanan bir armağan, bir hediyedir.
Sekreterime ücret almamasını tembih etsem mi acaba? Bu seansta kim kimden bir şeyler öğrendi?
Beni etkileyen, özgüvenime yönelik saldırı. Beni, varoluşumu değerli hissetmek için onlar tarafından kabul edilmem gerektiğine ikna etmeye çalışmaları
Perdeyi araladı. Gökyüzünün alnına şebnem tanesi gibi damlamış ayı gördü. Bugün dolunay halindeydi ay. Rabb’inin sanatının güzelliği karşısında Elhamdülillah dedi, şükretti. Sanatkârın celali karşısında Sübhanallah deyip sanatını takdis etti. Sanatının mükemmelliği karşısında Allahüekber diyerek O’nu tazim etti.
Şüphesiz Allah Teâla’nın her namaz vaktinde, şöyle seslenen bir meleği vardır: Ey Ademoğulları! Kendi aleyhinize yaktığınız ateşi (namaz için) kalkarak söndürün!

(Büyük Hadis Külliyatı)

Secde et ve yaklaş. (Alâk, 96/19)

Allah’ın bu sözü ruhuna nefes aldırıyor. Her secde, O’ndan başka her varlığı arkada bırakmak değil mi? Bütün çoklar geride. Önünde teklik var. Tüm evren, secdedeki tek bir anda yaşanan sen ve O ilişkisi edemiyor, değil mi?

Fâni olanı elimde tutayım derken, Bâki olanı kaçırıyordum.
İntihar düşüncelerim yoktu. Tam tersine, hayatı çok seviyordum ve ondan ayrılmak istemiyordum. Ama Yaratıcı adına yaşamadığım her an aslında bir intihar, bir öldürme, yok etme, kendi irademle tercih ettiğim bir yok oluş değil miydi?
Ölüm onu ilgilendirmiyordur sanki. Sanki her şey, herkes ölecek ama o hep kalacaktır. Gaflet işte. İnsanın kendisini unuttuğu, kendi gerçekliğinin üzerini örttüğü kâim perde.
İnsan Yaratıcı’sını unutunca, kendisini de unutur.
Tebessüm etmek ne kadar güzel! Ne kadar da insana özgü bir durum, diye geçirdim içimden. Tebessümü, hastanın ruhunu ele veriyordu. Bütün kainatı tebessüme getiren Rahim-i Mutlak, onun yüzüne de bir tebessüm kondurmuştu. Yüzündeki gülümsemenin Yaratıcı’dan olduğunu düşündüğümde tebessümü gözümde daha bir önem kazanmıştı; bu dünyada unutulmadan, onun da imdadına koşulduğunu anlamıştım. Onun dertleri de nazara alınıyordu, o da gülümsetiliyordu. Hastanın iyileşmeye başladığını, iyileşen, şifâ bulan, maddi ve manevi dertleri giderilen bütün mahlukatla birlikte düşününce, Şâfi olan Hakim bir Zat’ın varlığını ve külli şefkâtini hissetmiştim.
Her varlık, her hayat kendi başına bir hiçtir.

Hiçbir varlığın kendi adına bir anlamı yoktur.

Anlamsız olan bir şeyin varoluş gerekçesi yoksa,

Varlığının devam gerekçesi de ortadan kalkar.

Tekrar altını çiziyorum; onlar tarafından kabul edilme çabası en önemli zayıflığım oldu benim.
Bilinmesi gerekir ki, en kolay şeymiş gibi görünen şey, aslında en zor şeydir: Kendini bilmek.
Edgar Morin
Hayat yaşama biçimimizin değişikliğe uğrayacak oluşu; yeni düşünceler ve yeni tarzlar bizde öncelikle tedirginlik uyandırır. Çünkü değişiklik, hayatımızın devamlılığını ve bütünlük duygusunu bozar. İnsanın hayatının altüst olma noktasına gelmesi tedirgin edicidir. Sanki hayat kontrolden çıkacak gibidir.
İnsan, hayatını olmazsa olmaz lar üzerine kuramaz. Buna hakkı yoktur. Kendisine sunulan ve iradesine bağlanmamış olayları, durumları tenkit etmeden, mevcut nizam ve intizama uyabilir. Çünkü herşey sonsuz hikmetle yaratılmaktadır ; insanın cüzi aklına göre değil.
İyi olmaya değer olan şey, Yaratıcı adına yaşamaktır. Hayatı, O’nun isim ve sıfatlarına mazhar olarak yaşamaktır. Çünkü hayat bunun için verilmiştir. Gerisi sahte bir iyilik, hayata zoraki bir tutunmadır.
Bilinmesi gerekir ki, en kolay şeymiş gibi görünen şey, aslında en zor şeydir: Kendini bilmek
İnsanı en çok üzen kendisidir biliyorsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir