İçeriğe geç

Egoist Beyin ve Kilo Kitap Alıntıları – Zaza Yurtsever

Zaza Yurtsever kitaplarından Egoist Beyin ve Kilo kitap alıntıları sizlerle…

Egoist Beyin ve Kilo Kitap Alıntıları

Agresif düşünceler;
Yukarıdaki alıştırma, bizi rahatsız eden gündelik düşüncelerin negatif etkilerini azaltmak üzere hazırlanmıştır. Ancak birçok insan gündelik hayatta o kadar yoğun ve agresif düşüncenin etkisi altındadır ki, bu insanlara yukarıdaki alıştırma yeterli gelmeyebilir. Bu gibi durumlarda yukarıdaki alıştırmayı yaparken kendinize şu soruları sorabilirsiniz:
Bu düşünce gerçekten doğru mu? Doğruysa kanıtları nelerdir?
Bu düşünce hedefime ulaşmakta yardımcı oluyor mu?
Aynı durumda olan ve benim kadar etkilenmeyen herhangi birisi acaba
bu konuda neler düşünüyor?
Acaba aynı konu hakkında bir hafta, bir ay ya da bir yıl sonra nasıl
düşüneceğim?
Eğer düşündüğüm doğruysa olabilecek en kötü şey nedir? Ve bu kötü
şeyin gerçekleşme olasılığı nedir?

Daha önce benzer bir durum yaşadım mı? Yaşadıysam o durumu nasıl çözdüm?
Düşüncelerini önemsediğim biri burada olsaydı bana neler söylerdi? Bu durumda bana neler cesaret ya da güven verir?
Ayrıca kendinize şunları da söyleyebilirsiniz:
Yanlış yapma hakkım var.
Bazı şeyleri becerememe hakkım var. Bazı konularda zayıf olma hakkım var. Zayıflıklarımı gösterme hakkım var.
Eğer sizi strese sokan durum değiştirilemeyecek öğeler taşıyorsa, o zaman da kendinize şunları söyleyebilirsiniz:
Bu olayın benim hayatım için anlamı nedir? Değiştiremeyeceğim bu durumdan ne öğrenebilirim?

Farkındalık bilincini araştırmak
Size biraz tuhaf gelse de bu alıştırma için üç tane kuru üzüme ihtiyacımız var. Eğer kuru üzüm sevmiyorsanız, üç kuru kayısı, taze üzüm ya da erik alabilirsiniz.
1. adım
Üç kuru üzümü masanın üstüne koyun. Daha sonra bunların bugüne kadar hiç görmediğiniz ve ne olduklarını bilmediğiniz üç şey olduğunu düşünün. Ve beş duyu organınızı kullanarak ne olduğunu araştırın.
Görmeyle başlayın. Üzümlerden bir tanesini elinize alın ve onu gözlemleyin. Elinizdeki nesneyi telefonda birine tarif etseydiniz, neler söylerdiniz? Ne tür bir rengi var? Tek renk mi yoksa renginde farklılıklar var mı? Parlak bir nesne mi mat mı? Belki de bazı yerleri parlak, bazı yerleri mattır. Yüzeyi düz mü engebeli mi?
Elinizdeki nesneyi ışığa tuttuğunuzda neler oluyor? İçini görebiliyor musunuz? Eğer görüyorsanız bunu nasıl tasvir edersiniz? Bunların dışında herhangi bir şeyler algılıyor musunuz? Şimdi lütfen bir müddet elinize aldığınız kuru üzüm tanesine yoğunlaşın.
Dokunma duyunuzla devam edin. Elinizdeki nesneyi iki parmağınızla sıktığınızda ne oluyor? Yumuşak mı, sert mi? Kuru mu yoksa elinize mi yapışıyor? Elinizdeki nesne esnek mi, katı mı? Dokunma duyunuzla algıladığınız başka şeyler var mı? Şimdi kısa bir süre dokunma duyunuza yoğunlaşın.
Şimdi de işitme duyunuza geçiyoruz. Elinizdeki objeden ne tür sesler çıkıyor? Objeyi kulağınıza doğru götürüp sıktığınızda ne tür sesler duyuyorsunuz? Herhangi bir ses çıkıyor mu? Şimdi de aynı hareketi diğer kulağınızda yapın. Arada bir fark var mı? Lütfen şimdi bir süre işitme duyunuza yoğunlaşın.
Koklama duyusuna geçiyoruz. Elinizdeki nesneyi sağ burun deliğinizle koklayın. Aldığınız koku acı, ekşi, yağlı yoksa tatlı mı? Şimdi sağ burun deliğini kaparak nesneyi sol burun deliğinizle koklayın.

Burada neler algılıyorsunuz? Algıladıklarınız sağ burun deliğinden algıladıklarınızdan farklı mı? Şimdi kısa bir süre nesneyi bir sağ bir de sol burun deliğine yaklaştırarak koklayın ve koklama duyusuna yoğunlaşın.
Tat alma duyusu. İlkönce üzümü dudaklarınıza değdirin ve neler algıladığınıza bakın. Sonra üzümü ağzınıza alıp bir yanak boşluğundan ötekine hareket ettirin. Bunu yaparken neler oluyor? Şimdi dilinizle üzüme dokunun, üzümün damağınıza temas etmesini sağlayın, dilinizin altına alın. Üzümü ısırmadan dişlerinizin arasında tutun. Bakın bakalım neler algılıyorsunuz, neler hissediyorsunuz?
Belki de bir an önce ısırmak istiyorsunuz. Ve şimdi çok bilinçli ve hassas bir tutumla üzümü ısırın. Yavaş yavaş çiğneyin ve hangi tatları algıladığınıza bakın. Tamamen çiğnedikten sonra ağzınızdakileri yutma dürtüsünü algılayacaksınız. Yutarken gırtlağınızda, yemek borunuzda ve midenizde oluşan hareketleri algılamaya çalışın. Yuttuktan sonra ağzınızdaki sıvıda bir değişiklik oldu mu?
Birinci adımın sonunda kendinize biraz zaman tanıyın ve yaptığınız bu deneyimin sizde hangi düşünce, duygu ve duyumlara yol açtığını araştırın. Bunu yaparken aynı zamanda da dikkatinizin başka yerlere kayıp kaymadığını gözlemleyin. Eğer dikkatiniz başka yerlere kayıyorsa, kendinizi şimdiye dönmeye zorlamayın. Her şeye rağmen kendinize özen göstererek yoğunlaştığınız anda kalın.
2. adım
Şimdi birinci adımda yaptıklarınızı ikinci kuru üzüm tanesiyle, alıştırmayı okumadan, aklınızda kaldığınca kendiniz yapın. İlk üzüm tanesinde olduğu gibi ikinciyi de beş duyu organınızla algılayın. Görün, dokunun, duyun, koklayın ve tadına bakın.
İkinci adımda kendinize yine istediğiniz kadar zaman tanıyabilirsiniz.
3. adım
Ve şimdi de üçüncü üzüm tanesine geçin ve onu normalde nasıl yiyorsanız öyle yiyin. Bakın bakalım normal yiyişiniz diğer adımlara kıyasla hızlı mı, yavaş mı? Çiğnediğinizin bilincinde misiniz yoksa

otomatik bir şekilde mi çiğniyorsunuz? Ve şimdi de aşağıdaki metni okuyun ve sizde ne tür duygu ve düşüncelere yol açtığını gözlemleyin:
Kuru üzüm, taze üzümlerin kurutulmasıyla elde edilir. Üzüm bağları tepe ya da düz arazilerde bulunur. Üzümlerin olgunlaşması ve sonradan da kurutulması için çok fazla güneşe ihtiyaç vardır. Şu kuru üzümler benim elime gelene kadar birçok insanın elinden geçti. İnsanlar tohumları ekti, bağı suladı, üzümleri topladı, kuruttu, paketledi ve başka merkezlere ve başka insanlara ulaştırdı. Sonra bu üzümler başka insanlar tarafından dağıtılmak üzere ambalajlandı, marketlere gönderildi ve oradaki insanlar tarafından raflara yerleştirildi. Yani bu üzümlerle belki de yüzlerce insan temas etti.
Kuru üzüm alıştırması bize neyi anlatıyor?
“Üzümlerin gerçek anlamda nasıl göründüklerini bilmiyordum. İncelerken üçünün de birbirinden farklı olduğunu gördüm”
Evrende her şey bir ve tektir. Öyle ki makineler tarafından seri bir şekilde üretilen nesneler bile birbirinden farklıdır. Genetik açıdan tıpatıp aynı olsalar da, tek yumurta ikizleri de birbirinden farklıdır. Kişinin kendisine ve çevresine karşı farkındalık bilinci geliştirmesi demek aynı zamanda bu bir ve tek olma halini algılaması ve kendini çok renkliliğe açması demektir.
Kuru üzüm alıştırmasından sonra birçok insan hayatlarında ilk defa bir üzüme bu denli dikkatli baktıklarını ve her üzüm tanesinin birbirinden farklı olduğunu ilk defa keşfettiklerini ifade ediyor. Çünkü genel olarak birçok şeyi bildiğimizi düşünür ve öyle hareket ederiz. Farkındalık bilinci bir anlamda da hiçbir şey bilmediğimizi idrak etmek ve hayatı her zaman bir çocuğun merakıyla gözlemlemek anlamına gelir.
“Şimdiye kadar hep kuru üzüm sevmediğimi düşünürdüm”
Bazı insanlar şimdiye kadar kuru üzüm sevmediklerini, alıştırmadan sonra da tekrar sevmeye başladıklarını ifade ediyorlar. Bu da hepimizin hayatta sıkça yaşadığı, geçmişte yaptığımız bazı deneyimlerin şimdiki zamanı nasıl belirlediğini gösteriyor. Bu tutumla birçok mekâna gitmez,

birçok insanla görüşmez, birçok şeyi yapmaz ve aslında hayatı kaçırırız. Aynı şekilde iyi deneyimler yaptığımız yerler ve mekânları daha sık ziyaret eder, iyi anlaştığımız insanlarla da daha sık görüşürüz. Bu tutumda başlı başına bir sorun olmasa da, yeni deneyimler edinmemizi engeller. Mesela yıllarca yemeklerini beğendiğimiz bir balık lokantasına gider, yanındaki lokantaları denemeyiz.
Olumsuz örneklerde olduğu gibi olumlu örneklerde de geçmişte yaptığımız deneyimlerin şimdiki zamana hâkim olmasına izin veririz. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeyler ruhumuzun alışkanlıklarıdır.
Alışkın olduğumuz için onları gerçek kabul ederiz. Farkındalık aynı zamanda hayatımızın her anına bir hareketlilik ve yenilik duygusu getirmek anlamına gelir.
“Kuru üzümün bu kadar tatlı olduğunu bilmiyordum”
İnsanlar, kuru üzüm alıştırmasıyla yaptıkları bu deneyimin ardından şimdiye kadar yedikleri şeylerin tam anlamıyla tadını çıkarmadıklarının ve hatta hayatta birçok şeyi kaçırdıklarının bilincine varırlar. Bu bilinç ilk başlarda üzüntü ve öfkeye yol açsa da, zamanla kişiyi hayatın her anının değerini bilmesi ve tadını çıkarması anlamında motive eder.
“Üzümü ısırmakta güçlük çektim”
Elimizdeki üzümün çok uzun bir yolculuktan geldiğinin ve birçok insanla temas ettiğinin bilincinde olmak onu herhangi bir kuru meyve olmaktan çıkarıp değerli bir şey haline getirir. Bunun bilincine varmak bazı insanları üzümü ısırma konusunda çekimser yapar.
Özellikle stresli olduğumuz zamanlarda çevremizdeki insanlara, hayvanlara ve doğaya yaşamayan nesnelermiş gibi davranırız. Aynı yıkıcı davranışı kendimize karşı da sergileriz.
Bütün gücümüz tükenene kadar çalışır, oluşan stresle baş edebilmek için yemeğe ya da alkole başvurur ve içinde bulunduğumuz durumu görmezden geliriz.
İçinde bulunduğumuz bu stresli durum gelecek korkularımızın artmasına yol açar ve bu korkuyla daha fazla çalışır, daha fazla biriktirir ve dostlarımızla daha az görüşürüz. Üzüm alıştırması bize kendimizin de

bir ve tek olduğunu hatırlatarak kendimize daha fazla değer vermemize yardımcı olur. Bu da bize dayatılan hızlı yaşamla aramıza mesafe koymamız, kendimizi bu rekabet dünyasında korumamız, kendimize ve diğerlerine olduğu gibi dünyaya karşı da içimizdeki sevgiyi harekete geçirmemiz anlamına gelir.
Kendinize, diğer insanlara, hayvanlara ve doğaya nedensiz bir şekilde sevgi armağan edin. Sevgi enerjisini her zaman içinizde aktif tutun ve bu enerjinin bütün hayatınızı sarmasına izin verin.
Bu alıştırmayı önünüzdeki hafta içinde fırsat yaratarak her gün yapmaya çalışın. Dilerseniz her gün bir başka meyveyi deneyebilirsiniz. Ama önemli olan, bu alıştırmanın sizde yarattığı duyguyu gündelik hayatınıza geçirmeniz. Yani bulaşık yıkarken, alışveriş yaparken, yemek pişirirken, çalışırken, konuşurken, dinlenirken, hatta uyurken bile aynı tutumu korumaya, yani anda kalmaya çalışın. Hayatınızın her anında farkındalık bilincinde kalın

Hiçbirimiz mükemmel değiliz;
Mükemmeliyetçilik diktatoryası yaşanan günümüz dünyasında hepimiz mükemmel bir iş, eş, ev, araba, çocuklar, beden ve ruh arayışındayız. Hayatımızda her şeyin mükemmel olmasını istiyoruz.
Varoluşumuz ve evren ne kadar mükemmel olursa olsun hayatımız mükemmel değildir. Haksızlıklar, adaletsizlikler, şiddet, ekonomik sıkıntılar ve hastalıklar gibi bizi kaygılandıran ve sıkıntıya sokan binlerce nedenin yanı sıra bizi sevindiren, mutlu eden ve neşelendiren milyonlarca durum da vardır.
Bırakın defansınız da sizinle beraber olsun. Onu yok etmeye ya da alıştırmaları aksatmaya çalışmayın. Defansın hayatımızın bir parçası olduğunu unutmadan ama onu beslemeden yanınızda olmasına izin verin.
Oysa farkındalık aynı zamanda da insanın kendisine karşı hassas ve şefkatli davranması anlamına gelir.
Kişinin kendi merkezine, “içsel yuvasına” ya da şimdiye gelmesi aynı zamanda da kendisini evrenin bolluğuna açması anlamına gelir.
İnsanın kendi merkezini bulması ya da kendi “içsel yuvasına” dönmesi demek, şimdiye, yani tek var olan zamana gelmesidir. Geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış olan şimdiki zaman, yani an, bizim sobanın altındaki hazinemizdir. Nefes alıp verdiğimiz, hareket ettiğimiz, yaşamın bize sundukları karşısında kararlar aldığımız, yani yaşadığımız yegâne zaman şimdiki zamandır.
Vata Stres Yönetimi
Vata, Ayurveda tıbbı beden tiplemelerinden alınmış bir kavramdır. Hindistan kökenli tıbbi bir sistem olan Ayurveda Türkçeye “uzun yaşam bilgisi” olarak çevrilebilir. Ayurveda, insanları beden tiplerine göre üçe ayırır: “Vata”, “Pitta” ve “Kapha.” Bu tipler insanların biyolojik, kimyasal ve psikolojik özellikleri göz önünde bulundurularak geliştirilmiştir. Ancak söz konusu olan bir tipoloji olmasına rağmen kişilerin öznelliği ön plandadır. Dolayısıyla Ayurveda’da standart ve herkes için doğru olan değil, kişiye özel bir uygulama geliştirilir. Kişinin öznelliğinin ön planda tutulması gerçeğinden yola çıkılarak hem Berlin’deki akademiye hem de orada geliştirdiğimiz yöntemlere Vata adını vermeyi uygun bulduk.
Bir önceki bölümde stresin günümüz dünyasında hayatımızı nasıl belirlediğini ve şişmanlığın yanı sıra pek çok fiziksel ve psikolojik rahatsızlığa yol açtığını gördünüz. Berlin Vata Akademisi’nde geliştirdiğimiz Vata Stres Yönetimiyle amacımız insanlara stresle uzun vadeli başa çıkma stratejileri sunarak, yaşam biçimlerini değiştirmelerini ve dönüştürmelerini sağlamaktır.
Stresle başa çıkmak demek kişinin dışsal ve içsel beklentilerini karşılayabilmek ve bunu yaparken de sağlıklı kalmasını sağlamaktır. Bunun da tek yolu kişisel yeti ve güç kaynaklarının harekete geçirilmesidir. Bunların harekete geçirilmesiyle kişi bir taraftan stres yaratan dışsal faktörlere, bir taraftan da kendi bedensel ve duygusal tepkilerine müdahale eder.
Stresle başa çıkma konusunda iki yöntem vardır. Bunlardan biri kısa vadeli, diğeriyse uzun vadelidir. Stresle kısa vadeli başa çıkma yöntemleri geçici olarak rahatlama sağlar. Burada müdahale, ortaya çıkan

stres tepkisine yapılır ve amaç, kişiyi olumsuz bedensel ve ruhsal durumdan çıkarıp sorunun büyümesine engel olmaktır.
Uzun vadeli başa çıkma yöntemlerindeyse amaç, stresin kaynağına müdahale etmektir. Bu durumda ya strese yol açan durum ya da kişinin kendisi kalıcı bir değişim sürecine girer. Bazı durumlardaysa her iki boyutta da değişimler yapmak gerekebilir. Yani burada hedef, durumu kişiye tahammül edilebilir hale getirmek değil, değiştirmek ve dönüştürmektir.

Kontrollü beslenmenin sizin bahsini ettiğiniz etik sebepler dışında herhangi fiziksel bir dezavantajı var mı? Mesela ben bir ev kadınıyım ve her gece saat 11 gibi uyuyorum. Benim en son yemeğimi saat sekizde yememde bir sakınca var mı?
Bunu özelde bilebilecek kişi yalnızca sizsiniz. Eğer kendinizi iyi hissediyorsanız, aç kalmıyorsanız, ruhsal gerginlikler yaşamıyorsanız, o zaman bedeninizin ve beyninizin ihtiyaç duyduğu enerjiyi totalde karşılıyorsunuz demektir. Ama durum böyle değilse dikkat etmenizde fayda var.
Kontrollü yemek yeme durumuna bilimde restarined eating adı verilir. Bunu uygulayan kişilerin çeşitli metotları vardır: Günde yalnızca iki öğün yemek, saat sekizden sonra bir şey yememek, şeker yerine tatlandırıcı kullanmak, kalori saymak ya da karbonhidrat tüketmemek gibi. Kontrollü yemek yiyenler ile radikal diyet yapanlar arasında aslında prensipte hiçbir fark yoktur. Yalnızca radikal diyet yapanlarda diyetin olumsuz etkileri kısa sürede ortaya çıkarken, kontrollü yemek yiyenlerde bu etkiler yıllara yayılır. Gerginlik, duygusal iniş-çıkışlar, konsantrasyon sorunları, cinsel isteğin azalması, yorgunluk ve depresyon kontrollü yemek yiyenlerin yaşadığı fiziksel sorunlardır. Yapılan testler kontrollü yemek yiyenlerin kanlarında yüksek miktarda kortizol hormonu olduğunu, bu insanların bilişsel testlerde kötü sonuçlar aldıklarını, daha

sık depresyona girdiklerini, kemik erimesi ve erken yaşlanma gibi sorunlar yaşadıklarını gösteriyor.
Ama ne yazık ki bu insanlar yıllardır yemeklerini kontrol ettiklerinden, yaşadıkları duygusal, mental ve fiziksel sorunlarla kontrollü yemek arasında bağlantı kuramazlar. Neden ve sonuç arasındaki bu zamansal mesafe, insanların bu bağlantıyı görmelerini engeller ve insanlar yaşadıkları gerginliklerin, kendi karakterlerinden ya da başka dışsal nedenlerden kaynaklandığını düşünürler. Oysa sorunun kaynağında yıllarca beynin enerji ihtiyacını gidermemek yatar. Uzmanlar aile içi gerilimlerin ve birçok ayrılma ya da boşanma vakasının altında partnerlerin kontrollü yemek yeme durumlarının yatabileceğine de dikkat çekiyorlar.

Bir önceki kitabınızdan sizin diyetlere karşı olduğunuzu biliyoruz. Peki kontrollü yemek konusunda ne düşünüyorsunuz? Mesela birçok uzman akşam saat sekizden sonra hiçbir şey tüketilmemesini öneriyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben genel olarak insanların fiziksel açlık hissettiklerinde yemek yemelerini ve doyduklarında da durmaları gerektiğini söylüyorum. Bu durumda kişinin akşam yemeği saat dokuzda da olabilir, onda da. Bunu belirleyecek olan bir uzman değil, kişinin kendi bedeni ve günlük ritmidir.
Örnek olarak akşamları ve geceleri çalışan bir senaristi ya da yazarı

alalım. Sabah saatlerine kadar çalışıyor olsa da en son saat sekiz de mi yemelidir? Ya da öğlen yemeğini saat dörtte yemişse, saat sekizden sonra bir şey yiyemeyecek diye, tok olmasına rağmen sekizden önce mi akşam yemeğini yemelidir?
Ben uzmanların insanların yemek gibi kutsal ve şahsi olan mevzularına bu denli müdahale etmelerini, koca şirketler yöneten insanlara ne yiyip ne yememeleri gerektiğini dikte etmelerini son derece sakıncalı ve faşizan buluyorum. Daha önce de belirttiğim gibi piyasada satın aldığımız yiyeceğin gıda mı zehir mi olduğunu ayırt edemediğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Böyle bir durumda uzmanların insanları gıda konusunda bilgilendirmelerinin son derece zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ama bunu fırsat bilip insanların en mahrem şeylerinden biri olan yeme miktarına ve yemek saatine karışmayı da bir sınır ihlali olarak görüyorum.

Ebeveynler ve eğitim kurumları çocukları sağlıklı ve sağlıksız gıdalar konusunda eğitmek zorundadırlar. Ve bu zorunluluk günümüz koşullarında hiçbir zaman olmadığı kadar zaruridir.
Çocuklardaki durum erişkinlerinkinden farklı değil. Onlarda da kronik stres şişmanlamaya yol açan en önemli faktör Tabii ki çocuklar iş hayatı, evlilik ya da ilişki gibi stresler yaşamıyorlar, ama onların dünyasının da kendine özgü bir yığın stres kaynağı var. Bence bunlardan en önemlisi de tamamen erişkinlerin kontrolünde olan bir dünyada çocuk olarak hayatta kalabilmek. Bu anlamda çocukların yaşadığı stresin bizimkine kıyasla çok daha büyük olduğunu düşünüyorum. Araştırmalar, ebeveynlerden birinin ya da her ikisinin psikolojisinin bozuk olması ya da alkolik olması, ebeveynlerin ilişki sorunu yaşaması ya da boşanması, ebeveynlerden birinin ya da ikisinin ölümü, ebeveynler ile çocuk arasında güven ilişkisinin olmaması, çocuğun aile içi fiziksel ya da psikolojik şiddete maruz kalması ya da bu tür aile içi şiddet olaylarına tanık olması, çocuğun temel ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi ve ailenin maddi sıkıntı yaşaması gibi durumların şişmanlamaya yol açan stres faktörleri arasında olduğunu gösteriyor.
Bütün bu gerçekleri göz önünde bulundurduğumuzda çocuklarda obezitenin yaygınlaşmasını aile içi ve toplumsal olarak toksik yani zehirli stresin fazlalaşması olarak yorumlayabiliriz. Ama burada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir nokta var: Kronik stres yalnızca B grubundaki çocukların şişmanlamasına yol açar.
A grubundaki çocukların şişmanlamaması onların kronik stres altında olmadıkları anlamına gelmez. Hiperaktivite, dikkat eksikliği, erken yaşta alkol, sigara ya da uyuşturucu kullanımı da kronik stresin göstergeleridir.
……
vücuda aldığımız gıdadan izlediğimiz reklama kadar son derece dikkatli davranmamız gerektiğini gösteriyor. Ve aslında piyasaya sunulan yiyecek ve içeceklerin neredeyse büyük bir çoğunluğuna dokunmamamız gerektiğini görüyoruz. Bundan dolayıdır ki günümüzde birçok insan yiyeceklerini organik pazarlardan almayı tercih ediyor.
✔ Bilişsel boyut: Konsantrasyon bozukluğu, gün ortasında hayallere dalmak, hafıza sorunları, performans sorunları, sabit fikirlilik, gerçeklerle yüzleşmemek, algı sorunları, kâbuslar ve dikkat bozuklukları.
✔ Duygusal boyut: Agresyona meyilli olmak, korku, güvensizlik, memnuniyetsizlik, dengesizlik, duygusal iniş ve çıkışlar, gerginlik, asabiyet, depresyon, hissizlik, keyifsizlik, içsel boşluk ve bitkinlik.
✔ Vejetatif (otonom) boyut: Kalp-damar hastalıkları, tansiyon, bulaşıcı hastalık riskininin artması, gastrit, mide ve bağırsak ülseri, sindirim sorunları, kronik yorgunluk, uyku bozuklukları, hormonal dengesizlikler, kolesterol yüksekliği, tiroit rahatsızlıkları, regl düzensizlikleri, sperm üretiminin düşmesi, cinsel bozukluklar, cilt rahatsızlıkları, aşırı terlemek, baş dönmesi, nefes sorunları ve migren.

✔ Kas boyutu: Genel kas gerginliği, çabuk yorulmak, kramp eğilimi, kas titremesi, tikler, gevşeyememe, lokal kas gerilimleri, sırt ve baş ağrıları.
✔ Davranışsal boyut: Yapılacak işleri ertelemek, yapılacak işleri karıştırmak, işleri bir türlü bitirememek, sürekli hata yapmak ve sorun yaratacak davranışlar sergilemek.

Kronik stres altında kişi aynı zamanda duygusal ve sosyal alanda da sıkıntılar yaşamaya başlar. Bunun başlıca nedeni kişinin hem kendisine hem de sosyal çevresine karşı sabırsızlığı ve agresif tavırlarıdır.
Gerginlik, dikkatsizlik, hiperaktivite, sürekli tetikte olma hali, bir türlü sakinleşememe duygusu kişinin kronik strese girdiğinin göstergeleridir. Bunun yanı sıra kişi konsantrasyon sorunları, hafıza ve dikkat bozuklukları yaşar. Önemli randevular unutulur, kişi kendi işinde daha önce yapmadığı hatalar yapmaya başlar, önemli ile önemsizi birbirinden ayıramaz, düşünceleri devamlı karışıktır, yaratıcılık ve esneklik özellikleri yok olur.
Günümüz modern dünyasında birçok insan ya yaşadığı olaylardan ya da kaygılı bir ruh halinden kronik zehirli stres altında yaşamaktadır. Bedenin devamlı “vur ya da kaç tepkisi” içinde olması ve bundan dolayı da devamlı adrenalin ve kortizol üretmesi modern hayatın neredeyse bütün rahatsızlıklarına yol açan temel faktörlerdir. Enerji kaybı, her türlü fiziksel ağrı, konsantrasyon sorunları, kulak çınlamaları, uyku bozuklukları, depresyon, psikosomatik hastalıklar ve içsel huzursuzluklar gibi birçok rahatsızlığın altında yatan temel faktör kişinin yaşadığı strestir.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Ama doğal ortamlarda hangi canlının zararlı (yılan), hangisinin ise zararsız olduğunu (tavşan) büyük ölçüde biliriz. İnsanlar söz konusu olduğunda durum değişir, çünkü burada zararlı olan ile olmayanı birbirinden ayırmak epeyce güçtür.
Yani kronik stres altında zayıf kalmak bir “irade ve istikrar” göstergesi değil, tam tersine stres sisteminin esnek olmadığına işarettir, aynı zamanda sağlıksız bir durumdur.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” sözü bilimsel alanda da geçerlidir.
Hâkim anlayışa göre şişman insanlar fazla kilolarıyla bir yığın hastalığa kapı açmakla kalmıyor, aynı zamanda neslin devamını tehlikeye sokuyorlar. Nitekim bu anlayışa göre şişmanlık kısırlığı da tetikleyen bir olgudur. Şişmanlar söz konusu olduğunda nasıl diğer bütün önyargılar sorgusuz sualsiz kabul görüyorsa, kısırlıkla ilgili önyargı da kabul görmüştür. Ve hatta günümüzde birçok kadın hamile kalabilmek için zayıflamaya çalışmaktadır
Tip-2 diyabet
Tip-2 diyabet de şişman insanların hanesine yazılmış bir hastalıktır. Oysa tip-2 diyabet hastalığı şişman insanlarda olduğu gibi zayıflarda da ortaya çıkabilir. Yani insanlar kronik strese maruz kaldıklarında A ya da B grubu olmalarından bağımsız bir şekilde tip-2 diyabet hastalığına yakalanabilirler. Her iki grupta da diyabete yol açan temel faktör kronik stresken, hastalığın ortaya çıkış dinamikleri A ve B grubunda farklı cereyan eder.
Kalp krizi ve felç
Damar tıkanıklığı ve yüksek tansiyon riskinin, zayıf insanlarda daha yüksek olduğunu belirtmiştim. Dolayısıyla bu grupta kalp krizi ve felç riski de şişman insanlara kıyasla daha yüksektir. Ayrıca kalp krizi geçirildiğinde zayıf birinin krizin etkisiyle ölme riski, şişman birine göre daha yüksektir.
Günümüzün genel geçer bilgilerine göre şişmanlık daha erken ölüme

yol açar. Bu nedenle birçok insan daha uzun ve sağlıklı yaşayabilmek adına elinden gelen her şeyi yapar. Oysa stresle ilgili araştırmalar yapan bilim insanlarının elde ettikleri verilere baktığımızda bu durumun da göründüğü gibi olmadığını anlıyoruz.
Çevre şartlarının kronik bir şekilde stresli olduğu bir durumda şişman insanlar zayıf insanlara göre yalnızca daha sağlıklı değil aynı zamanda daha uzun yaşar. Burada da belirleyici olan yine kortizol hormonu ve onunla birlikte karın içi, yani abdominal yağ birikimidir. Bilim insanları ayrıca böbrek yetmezliği, kalp krizi ve diyabet gibi ağır hastalıklarda A grubunda ölüm riskinin B grubuna göre daha yüksek olduğunun altını çiziyor. Mauritius Adası ve Danimarka’da yapılan araştırmalar, beden kitle indeksi yüksek insanların beli kalın insanlara kıyasla daha uzun yaşadıklarını gösteriyor.

Karın içi yağlanma her iki grupta da görülür ama A grubunda daha belirgindir. B grubundakiler kilo almanın ikinci evresinde karınlarına yağ biriktirirler. Bu evrede stres sistemleri henüz çalışıyor durumdadır. Ancak üçüncü evreye geçtiklerinde artık abdominal değil, yalnızca perifer yağ biriktirirler.
A grubu insanlarındaysa yoğun bir abdominal yağ oluşumu baş gösterir. Son derece ince yapılı olmalarına rağmen kocaman göbekleri olur. Bu, beynin enerji ihtiyacını karşılayabilmek için yalnızca kendisi için inşa ettiği ekstra bir depodur. Artık birçok doktor bu durumun farkında olduğundan hastalarının beden kitle indeksini (Body-Mass- Index) ölçmek yerine bel çevresini ölçmektedir. Zira sorun şişmanlık değil, karında depolanan yağdır ve bu da daha çok A grubundakilerde gözlemlenir.
Şişmanlık yalnızca B grubunda ortaya çıkar. Bunun nedeni daha önce de belirttiğim gibi, bu insanların stres sistemlerinin duruma adapte olmasıdır. A grubu insanları, stres sistemleri duruma adapte olmadığından şişmanlamazlar. Ancak stresin uzun yıllar sürmesi halinde bu gruptakilerde kortizol göbeği oluşur.
B grubu insanlardaysa beyin stres sistemini devre dışı bırakarak organizmayı, kişiye fazla yedirerek de kendini güvenceye alır. Bu durumun dezavantajı, kişinin şişmanlaması, hareket kabiliyetini kaybetmesi, fiziksel performansının düşmesi ve eklem sorunlarıdır. Söz konusu olan bu rahatsızlıklar yalnızca B grubundakilere özgüdür.
……
beynin günlük glikoz ihtiyacı ortalama 130 gramdır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Çünkü beynin bir oksijen deposu olmamasına karşın, ciddi bir glikoz deposu vardır.
Oksijen için geçerli olan bu durum beynin enerji, yani glikoz ihtiyacı için de geçerlidir. Bu ihtiyacı karşılanmadığında da beyinde doku kaybı meydana gelir ve nihayetinde beyin ölümü gerçekleşir.
Tabii ki şişman insanlar hareket ve bedensel performans açısından bazı dezavantajlarla yaşamak zorundadırlar, ancak daha etraflıca baktığımızda şişmanlığın fiziksel avantajları dezavantajlarından çok daha fazladır. Aynı şekilde kronik stresli bir ortamda kişinin B grubunda olup şişmanlaması, A grubunda olup zayıflamasından daha sağlıklıdır.
Şişmanların bütün kapitalist dünyada çağımızın yeni siyahları, şişmanlığınsa çağımızın en tehlikeli epidemisi ilan edildiği ve dünyanın birçok yerinde bu düşmana savaş açıldığı bir dönemde kalkıp şişmanlığın aslında son derece sağlıklı olduğunu söylemek sizlere tabii ki oldukça tuhaf gelecektir.
1. Vücut yağı (perifer yağ)
2. Karın yağı (abdominal yağ)
Tabii ki bu stres sistemi işleyen insanların
34 beden olacakları anlamına gelmez. Bir insanın doğal kilosu 70’se ve stres sistemi de işliyorsa bu, o insanın kilosuyla ve stres sistemiyle uğraşmaması anlamına gelir.
Beynin stres sisteminde herhangi bir bozukluk yoksa, şişmanlamak mümkün değildir.
Kaslar, kemikler, yağlar ve yavaş yavaş bütün organlar beyne glikoz yetiştirebilmek için kendilerini feda ederler.
Herhangi bir enerji krizi söz konusu değilse hiyerarşik bu sistem, demokratik hukuk sistemi kurallarına benzer bir şekilde işler. Beyin önce kendi ihtiyacını karşılar, geriye kalan enerjiyi ise bedene bırakır. Bir enerji krizi yaşandığında ise sistem diktatörlüğe geçer ve diğer bütün organlar açlık çekerken beyin bütün enerji stoklarını tüketir.
Normal şartlarda kandaki glikozun yüzde 60’ını (130 gram) tüketen beynin glikoz ihtiyacı, uyurken yüzde 40’a düşerken, yoğun stres yaşadığımızda yüzde 90’a kadar çıkabilir.
Glikozun aslan payını alan beyin, bu enerjiyle düşünmek, hissetmek, karar vermek, rüya görmek ve bedeni kontrol etmek gibi bütün işlevlerini yerine getirir.
Bu yalnızlığın en belirgin göstergelerinden biri de hiçbir zaman olmadığı kadar büyük bir bolluk içinde yaşadığımız günümüzde birçok insanın aç kalma korkusu yaşamasıdır.Bu korkunun ne ölçüde yaşandığını görebilmemiz için insanların resmi tatil günleri öncesinde süpermarketlerdeki alışverişlerine bakmamız yeterlidir. Bu insanlar süpermarketlerin bir ya da birkaç gün kapalı kalmasının yarattığı açlık korkusuyla alışveriş arabalarını tıka basa doldurmakta ve ancak böylelikle aç kalma korkularını bastırabilmektedirler
Kalp de dahil olmak üzere bütün iç organlar kıtlık dönemlerinde yüzde 40’lık bir kütle kaybına uğrar. Ancak yaşanan ve nihayetinde ölüme yol açan bu kıtlık döneminde beyin neredeyse hiç küçülmez.
Hiçbirimiz mükemmel değiliz.
İnsanın farkındalık bilinciyle başkasıyla iletişime geçmesi demek, dikkatini diğer insanlara değil, kendisine yöneltmesi anlamına gelir. Bu da kişinin kendi duygu, düşünce ve bedensel dışavurumlarını algılaması ve gözlemlemesi demektir. Böylelikle kişi kendi merkezinde olmak ve dengede kalmak için gerekli bilgileri edinmiş olacaktır. Ancak böyle bir ruh halinde ani tepkilerden uzak kalır, işlevsel bir iletişime geçebiliriz. Yani ilk önce duygusal, düşünsel ve bedensel boyutta kendimizle ilişkiye girdikten sonra karşımızdaki insanla iletişime geçeriz.
Hayatta sistematik bir şekilde farkındalık bilincinde olmak stresle uzun vadede başa çıkmanın temel taşıdır. Farkındalık demek insanın kendi hayatıyla bağlantıda olması, şimdide kalması, uyanık ve bilinçli olması ve hayatın akışıyla her an temas halinde olması anlamına gelir. Ayrıca farkındalık, varoluşu her şeyiyle birlikte yargısız biçimde algılamak ve dram enerjisinden neşe enerjisine yönelmektir. Zorluklardan kaçıp başımızı kuma gömmek yerine, o zorluğu hayatın bize sunduğu bir olgunlaşma basamağı olarak görmektir farkındalık.
Araştırmalar özellikle bedensel ve cinsel şiddetin stres sistemini bozan faktörler arasında birinci sırada yer aldığını gösteriyor. Çocuğun bedensel ya da psikolojik şiddete uğraması, çocuğun anne-baba arasındaki bedensel ve psikolojik şiddet durumlarına tanık olması ya da temel ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi, stres sisteminin bozulmasında çok önemli bir rol oynuyor.

Bu anlamda obeziteyi önlemek için insanlara ne yiyip ne içmeleri gerektiğini ve spor yapmalarını öğütlemek yeterli değildir. Kalıcı bir şekilde bu sorunu çözmek isteyen her toplum er ya da geç eşitsizliklere ve şiddete yönelik bir şeyler yapmak zorundadır.

Görüldüğü üzere nöroloji ve nöropsikoloji alanında yapılan araştırmalar şişmanlıkla ilgili şimdiye kadar bildiğimiz, inandığımız birçok noktayı sorgulamamız ve düzeltmemiz gerektiğini gösteriyor. Bu düzeltme için yapmamız gereken tek şey, metabolizmayla ilgili düşünürken beyni, şimdiye kadarki pasif alıcı konumundan, aktif tüketici ve belirleyici konumuna yükseltmektir. Ama insanoğlu daima yeni olana ve bildiklerini sorgulatana kapalıdır. Oysa büyümek ve olgunlaşmak ancak ve ancak insanın bildiklerini, inandıklarını ve gerektiğinde de kendisini sorgulamasıyla mümkündür.
Nasıl potansiyel olarak yapabileceğimizin çok üstünde bir iş bizde strese yol açıyorsa, aynı şekilde yapabileceğimizin çok altında olan bir iş de bizde stres tepkisine yol açar. Yani çok sesli bir ortam da strese yol açar çok sessiz bir ortam da. Ama bu durum yalnızca akort çalışanlar için geçerli değildir. Yeteneğinin çok altında bir iş yapmak zorunda bırakılan bir yönetici de aynı sorunu yaşayabilir.
Stres tepkisi oluşumuyla ilgili yapılan araştırmalar monoton ve tekdüze işlerin ciddi stres kaynakları olduğunu gösteriyor. Burada iş makinesinin çalışma hızını belirlemesi ve kişinin bunu etkileyememesi strese yol açan birincil nedenler. Ayrıca bu işlerin kişiyi duygu ve düşünce anlamında hiçbir şekilde zorlamaması ve kişinin potansiyel yeteneğinin çok altında bir performans göstermesinin yeterli olması da başka bir stres kaynağı.
Gerek bu tür gözlemler gerekse de psikonöroloji alanında yapılan pek çok araştırma, bize sorunun disiplin ve iradeyle ilişkisi olmadığını gösteriyor. Bu insanlar yaşadıkları stresten beynin çekim gücünün zayıflaması ya da devre dışı kalması sonucunda şişmanlamışlardır. Yani fazla yemek yememizin altında yatan olgu bizim “zevk düşkünü”, “tembel”, “zayıf karakterli”, “disiplinsiz” ya da “iradesiz” olmamız değil, yalnızca ve yalnızca beynin enerji ihtiyacını karşılamak zorunluluğudur. Yaşanan bütün yeme atakları da beynin bir enerji krizi içinde olduğunun göstergesidir.
Ahmet’in yaşadığı şiddetle Ali’ nin yaşadığı şiddet arasında hiçbir fark olmadığını varsayalım. İkisi de yalnızca ders çalışmadıklarında şiddete maruz kalıyorlar ve bu şiddet “yalnızca birkaç tokatla” sınırlı. Bu durumda Ahmet’in stres sisteminin devre dışı kalmasının nedeni onun hassas “doğasında” yatar. Çünkü Ahmet genetik ve ruhsal yapısı bakımından Ali’ye göre son derece hassastır ve dolayısıyla yaşanan şiddet “sınırlı” ve öngörülebilir olmasına rağmen onda yoğun bir stres tepkisine yol açar. Bu hassasiyetten dolayı Ahmet’in stres sistemi bir müddet sonra devre dışı kalarak, onun hayatta kalmasını sağlar. Ahmet’in bunun karşılığında ödediği bedel şişmanlıktır. Görüldüğü üzere insanlarda stres sisteminin devre dışı kalıp şişmanlamalarına yol açan faktörler son derece çeşitli ve karmaşıktır. Ama gerçek neden her zaman kişinin yaşadığı strestir.
Psikonörolojik bir perspektiften baktığımızda A grubundaki çocukların stres sistemlerinin her şiddet gördüklerinde devreye girip yoğun miktarda adrenalin ve kortizol ürettiklerini söyleyebiliriz.

B grubundaki çocukların stres sistemleriyse bir müddet sonra “çocuğu korumak adına” duruma adapte olur ve stres hormonu üretmemeye başlar. Bu çocuklarda gözlemlediğimiz “arsızlık” ya da “umursamazlık” stres sistemlerinin devre dışı kalmasından kaynaklanır.

“Yapılan araştırmalar zor, problemleri çözmek zorunda kalan insanların, sonrasında bir parkta yürüyüşe çıkmalarının kendilerinde birçok olumlu duygunun oluşmasına yardımcı olduğunu gösteriyor. Aynı problemleri çözüp dengeleyici bir aktivitede bulunmayanlarda ise sıkıntı geçmediği gibi yaşanılan stres daha uzun sürüyor.”
“Çekim gücü zayıflamış beyin, kasların laktatı tüketmesini engelleyemez. Dolayısıyla kaslar var olan enerjiyi tüketir ve beyin enerjisiz kalır. Bu durumda bir enerji krizine giren beyin kişinin hareketsiz kalması ve motivasyonunun düşmesi için çalışır. Bu durumda beden kısa bir süre sonra pes eder ve sporu durdurur. Bu noktadan sonra kişi ne yaparsa yapsın spor yapmaya devam edemez. Yani beyin kazanır. Dolayısıyla şişman insanların “tembellikten ve rahatlıktan” spor yapmadıklarını iddia etmek bir bilgisizlik göstergesidir. Çünkü şişman insanların spor yapamamasının yegâne nedeni, beyinlerinin laktata ulaşamayıp enerjisiz kalmasıdır.”
“Aynı mahallede kocayacaksın,
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına,
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda, Başka bir şey umma”
Kendinize, diğer insanlara, hayvanlara ve doğaya nedensiz bir şekilde sevgi armağan edin. Sevgi enerjisini her zaman içinizde aktif tutun ve bu enerjinin bütün hayatınızı sarmasına izin verin.
Farkındalık demek insanın kendi hayatıyla bağlantıda olması, şimdide kalması, uyanık ve bilinçli olması ve hayatın akışıyla her an temas halinde olması anlamına gelir. Ayrıca farkındalık, varoluşu her şeyiyle birlikte yargısız biçimde algılamak ve dram enerjisinden neşe enerjisine yönelmektir.
Bu yalnızlığın en belirgin göstergelerinden biri de hiçbir zaman olmadığı kadar büyük bir bolluk içinde yaşadığımız günümüzde birçok insanın aç kalma korkusu yaşamasıdır.Bu korkunun ne ölçüde yaşandığını görebilmemiz için insanların resmi tatil günleri öncesinde süpermarketlerdeki alışverişlerine bakmamız yeterlidir. Bu insanlar süpermarketlerin bir ya da birkaç gün kapalı kalmasının yarattığı açlık korkusuyla alışveriş arabalarını tıka basa doldurmakta ve ancak böylelikle aç kalma korkularını bastırabilmektedirler
İnsanların diyet döneminden sonra daha fazla kilo almaları durumuna bilimde yoyo-efect ya da weight-cycling adı verilir. Böylesine bir kısırdöngüye girenler her dönem yeni bir diyet yapıp zayıflar ama dönem bittiğinde de eskisinden daha fazla şişmanlar ve bu yolculuk yıllar geçtikçe obeziteye doğru ilerler
Bilim insanları, beynin vücuda alınan 200 gram glikozun 130 gramını yalnızca kendisi için tükettiğini ortaya çıkardılar. Bu da küçük bir çay bardağı şekere tekabül eder
Üniversite bünyesinde 3000 kişiyle yapılan başka bir araştırma sonucuna göre ise şişman çocuklar toplumda en fazla ayrımcılığa maruz kalan grubu teşkil ediyor.
Savaş, soykırım, toplu cinayetler gibi olgular toplumsal olarak suçluluk duygusu devre dışı kaldığında ortaya çıkar. İnsanlık tarihine baktığımızda neredeyse her evresinde gözlemleyebileceğimiz bu olgu her zaman aydınların tepkisine yol açmıştır.
bazı insanlar suçluluk duygusundan yoksun olarak dünyaya gelirler. Psikolojide sosyopati ya da psikopati olarak adlandırılan bu durumun ne kadarının genetik, ne kadarının edinilmiş olduğu için tartışılan bir mevzudur.
Uzmanlar her çeşit tek taraflı beslenmenin (yalnızca karbonhidrat, yalnızca protein vs.) zararlı olduğunu ifade etmektedır. Önemli olan günlük gıda tüketiminizde ihtiyacınız olan bütün maddeleri alabilmenizdir.
Sağlıklı beslenmek günümüzde en fazla bilgi kirliliğinin oluştuğu alanlardan biridir.
kişinin bir işinin olması, o iş ne kadar stresli olursa olsun, hiçbir işinin olmamasından çok daha iyidir.
insan doğası gereği bir araç değil, bir amaç ya da bir ihtiyaçtır.
Bu anlamda aile ve çocuk sahibi olmak erkekler için çok daha fazla koruyucu bir özellik taşıyor. Bu yüzden de evli erkekler bekarlara göre hem daha uzun, hem de daha sağlıklı yaşıyor.
Kadınlara kıyasla erkekler yakın ve güvene dayalı ilişkiler kurma konusunda sorunlar yaşıyor ve çok nadiren özel konuları konuşabildikleri ve destek alabilecekleri yakın bir arkadaş grubuna dahil olabiliyorlar.
İnsanların memnun edici, neşelendirici ve zevk alabilecekleri aktivitelere yönlenmeleri psikolojik ve fiziksel sağlık açısından son derece önemlidir.
Özellikle doğu toplumlarında istekler ve isteksizlikler ima yoluyla ifade edilir ve böylelikle de iletişimde derin sorunlar oluşur.
Düşüncelerinin huzursuzca bir konudan öbürüne geçtiği ve hiçbir şekilde durdurulamaz gibi göründüğü durumlarda yürüme meditasyonu daha önce yaptığınız meditasyonlara kıyasla daha etkilidir.
Uzmanlar, duygularını yok sayan kişilerin mide ülseri, migren gibi psikosomatik rahatsızlıklara yakalanma risklerinin yüksek olduğunun altını çiziyor.
İnsanlar yaşanan olumsuz duygular karşısında genellikle üç farklı tepki verir:
-Duyguları yok saymak
-Duyguların esiri olmak
-Duygulara uzak durmak
İnsanları mutsuz eden şey olaylar değil, olaylara bakışlarıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir