İçeriğe geç

Yazsonu Kitap Alıntıları – Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu kitaplarından Yazsonu kitap alıntıları sizlerle…

Yazsonu Kitap Alıntıları

Bir kimse neden oltasını, içinde tek bir balık olmadığını bildiği göle sarkıtır ki ?
Güveler kumaşı,pas demiri,kurtlar elmayı,geçmiş ve şimdi de insanı kemirir. (miş)..
Ne yapalım ki , bakışlarımız yıkık bir duvar parçasına değmeye görsün, kokular da bizi sırtına alır, çağlar öncesine çeker götürür. İçinde yaşanırken zaman, o düz tarih çizgisini izlemiyor.
Bir ân. Hep o ölçüye, ölçeğe sığmaz küçük an’lar O an’lar içinde ansızın bir ışık çakar. Işığın düştüğü yer, nesne, zaman; bu ışık çakımına dek önceden bildiğiniz, algılayıp duyumsadığınız ne varsa hepsi, rengini, biçimini, derinliğini çarpıtır; dönüştürüp değiştirir.
Yaşam, kendi doğrusunu bulur.
Zaten yaşam dediğimiz nedir ki? İçimizde ara sıra çakan ışıklar.
Bir kimse, neden oltasını, içinde tek balık olmadığını bildiği göle sarkıtır?
Bir ân. Hep o ölçüye, ölçeğe sığmaz küçük an’lar O an’lar içinde ansızın bir ışık çakar. Işığın düştüğü yer, nesne, zaman; bu ışık çakımına dek önceden bildiğiniz, algılayıp duyumsadığınız ne varsa hepsi, rengini, biçimini, derinliğini çarpıtır; dönüştürüp değiştirir.
Bizler; yaşamış gibi olanlar ve yaşar gibi yapanlar; bir av mıyız, avlanan mı? İkisi arasına kesin bir çit çekilemeyeceğini, bunun, en azından yaşanan zaman içinde tek bir yanıtı olamayacağını hiç o derece somutlukla algılamamıştım. Düşle gerçek arası gelgitlerde; yine de somut.
Yaşam, kendi doğrusunu bulur.
Yüzlerimizin çizgisi, seslerimizin tınısı bile insanların belleğinden silinecek. Bizden onlara en küçük bir anı bile kalmayacak. Bu yer yüzünde bir zamanlar kaç kişi olduğumuz da unutulacak. Ne ki; bizim acılarımız, bizden sonra gelenlerin sevinci olacak. Aşk, anlaşma, mutluluk yer yüzünü sarmalayacak. İşte ancak o zaman, bugünleri yaşamış olanlar sevgiyle, iyilikle anılacaklar.
Bir kimse, neden oltasını, içinde tek balık olmadığını bildiği göle sarkıtır?
Ne kadar yalnız
Bir yıldız
Beni yalnız
Yalnızlığım çoğaltır.
Zaten yaşam dediğimiz nedir ki? İçimizde ara sıra çakan ışıklar.
Soğuk katı toprağın
Kıyıya aktığı zamandır bu,
Yaşam yittiği zaman
Dağ koyaklarında.
Prenslerin öldüğü zamandır bu.
Davar, davul, çadır, çuval ve mavzer
Yörük işi, yayık sesi
Bir avcıdır ölüm şimdi
Dirim bir ceylan
Ve biz,
Aşkla kinin ateş hattında
Ölüme bir çağrı,
Yıkıma kışkırtıyız
Göğüs göğüse geldiği an
Dağlarla deniz.
İnsanın her zaman geride unuttuğu bir şey oluyor. Dönüp aramaya katlanmazsa, ömür boyu yarımlık duygusu yaşıyor. Her ne yapsa, ‘keşke’ diye başlıyor.
Topluma güzel bir insan vermek istiyoruz, toplumsa örseliyor, vuruyor, öldürüyor ve biz oğullarımızı, kızlarımızı nerede, niçin yitireceğimizi bile bilemiyoruz.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Herkes tek başına yaşıyor, kendi yaşadığı dışında bir gerçek tanımıyordu. Bir alınyazısı sanki!
Doğup büyüdüğümüz kentler, o kentlerdeki biz ve çevremiz, yeşilimsi küfleriyle denize gömülmüştür. Sular bizi örtmüştür.

Havasız bir yerde, çok bekletilmiş bir sandık portakaldan her birinin ötekini çürütmesi gibi, kent, benim de yanımda yöremde küf rengi, yumuşak lekeler bırakıyordu. Giderek acılaşıyordum.

On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Şimdi çocuklar çabuk büyüyor -ilkyazlar kısa sürüyor-, gençler çabuk öğreniyorlardı. Tek bilmedikleri, öğrendiklerinin yaşamdaki yeri değil miydi? O kadar çok bilginin yaşam karşısında gerilemesi, yok olması, gereksizliğini haykırması çok acıydı. Haksızlık!
İstenmeyen, kemirip tüketen ne varsa, geride kalsın. Her güne dalan ne varsa, günlük yaşamı karartan ne varsa, bizi yaşayıp yaşamadığımızdan kuşkuya düşüren, hep bilmezliklere sürükleyen ne varsa, geride kalsın yeter ki.
Her ikisi de kendi derdini, yükünü tek başına, kendisininkini ötekine bulaştırmadan yaşamayı seçmiş gibiydi. Bu biraz daha iyiydi. Suçlamalar önlenebiliyordu. Dışa vurulmasa da apaçık olan suçlamalar
Güveler kumaşı, pas demiri, kurtlar elmayı, geçmiş ve şimdi de insanı kemirir (miş).
Ben bu kıyılarda yalnızım. Yalnızdım. Kimseyle gelmedim. 
Kimseyle gitmedim. Kimseyle buluşmadım. Kimseyle de buluşmuyorum ve buluşmayacaktım.
Ne kadar yalnız
Bir yıldız
Beni yalnız
Yalnızlığım çoğaltır.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kendi kendimize acı çektirmekten neredeyse tat alıyoruz. Aslını duyamadığımız acının yerine sahtesini koyuyoruz.
Her şey kayıp gidiyor avuçlarımızdan; umudun ana rahmi, düşler kalıyor.
Özlemi fırtınadır,
Bulursa dinginliği,
Bulur ancak
Kasırganın koynunda.
Sevginin çokluğu da, yokluğuyla aynı sanki
Biz kendimizdik. En çok kendimizi acıtırdık ve çok acıtırdık ve kendini en çok acıtanları acıtmak elimizden gelmezdi.
Bir ezgisin sen. Ara ara hep işitilirsin.
Oysa, o kitabın sayfaları arasında bulmak istediğim bambaşka şeylerdi.
Güveler kumaşı, pas demiri, kurtlar elmayı, geçmiş ve şimdi de insanı kemirir (miş).
Yalnızlığın asıl önemi, başkalarına göre önemsiz sayılabilecek soruların peşine düşmek
An, kendi ışığıyla düştüğü yerde, tam kendisi olarak gerçekleşir.
Her şey kendi doğrusunu bulur.
Peki geçmiş, acılara bulalı zaman parçalarında bile hep güzellikleriyle mi yaşar bende? Anıya dönüşünce, ölüm de güzelleşir mi?
Bilinçliyiz. Ama işte, yazık ki fazla bilinçli değiliz. Yarı bilinçliyiz. Bildiklerimizden, bilebildiklerimizden bile uzaklaşacak, onlardan kaçacak kadar. İşte ancak o kadar. Onları aşacak kadar değil. Çünkü onları aşmak, bizi aşmaktadır sanıyoruz. Duyarlılıklarımız, incelmişliklerimiz nedeniyle de bir çeşit cezalandırıyoruz kendimizi. Kendi kendimize acı çektirmekten nerdeyse tat alıyoruz. Aslını duymadığımız acının yerine sahtesini koyuyoruz. İşte, hiçbir şey yapmıyor değiliz, bir şey yapıyoruz. Böyle demek istiyoruz. Ne yaşamın ta içinde, ne tam dışında olduğumuzdan, yaşam bilincimiz de ne tam karanlıklarda, ne gerçek aydınlıklarda olduğundan, o yaşama karşı bir suçluluk duyuyoruz belki. Ah bir bilebilsek! Bir bilebilsek!.. Yarı bilincimiz, ne başımızı tam dik tutmaya yetiyor, ne tam indirmeye. Seziyorum: Neden sorumluyuz, neden değiliz; bilmiyoruz. Bilmeye hevesli de değiliz. Bilirsek, ödeyeceğimizi de bilmemiz gerekecek. Kaçıyor, bundan da utanıyoruz.
Tutkunun, aşkın bizi kırıp, yıpratıp eksiltmesi, neden yaşanmamış, el değmemiş bir bütünlüğün güzelliğinden geride olsun? Yaşanmamış bütünlüğün, çiziksizliğin güzelliği neden güzellik olsun?
Bir “hiç” olan her şey, bizler için böyle “hep” kılınmıştır işte.
Kendini seven, herkesi sever, demişti o da gülerek. Kendinden hoşnut olan, herkesten hoşnut olur
Topluma güzel bir insan vermek istiyoruz, toplumsa örseliyor, vuruyor, öldürüyor ve biz oğullarımızı, kızlarımızı nerde, niçin yitireceğimizi bile bilemiyoruz.
Mektup satırlarında, telefonlardaki seslerde, denetime uğratılmış sözlerde her şey gizli kalıyor. Üstüne kilit atılmış tarihsel belgelere, Dışişleri, İçişleri Bakanlıklarının arşiv dolaplarına benziyorduk. O, birbirlerinin gözüne inatla bakmaktan kaçınan insanların, birbirlerinden her an biraz daha uzak düşmeleri, ülkedeki yıllanmış kan, çürümüş et kokusu örtülüyor. Örtünüyorduk. Örtünmeye, kilitlenmeye öylesine alışılmıştı ki, o mektuplarda, telefonlarda, kaçırılan bakışlarla yüzyüze gelmelerde artık apaçık olmayı, tam kendimiz olmayı bir türlü beceremiyorduk.
İnceliklerinde savurganlık etmezdi. Ederse, içinde yaşadığımız öğütücü günlere karşı savunusuz kalıveririm, diye korkardı. Öyle sanıyorum. İnceliklerini tam yerine, zamanına saklardı. Eski bir konak kadınının sandığı gibi. İyi bir şişe içkinin, değerini bilir kişilere saklanması, sonra da onlara önceden hesaplanmış bir cömertlikle sunulması gibi
Bize güzellikler yaşamak yasaklanmıştır. Bizi bekleyen kuşku, karanlık
“Topluma güzel bir insan vermek istiyoruz, toplumsa örseliyor, vuruyor, öldürüyor ve biz oğullarımızı, kızlarımızı nerde, niçin yitireceğimizi bile bilemiyoruz.”
Güzellik ya da sıradanlık nedir ki, zamanın, yerin, daha pek çok boyutun uyumu ya da uyumsuzluğu değilse?
Artık kimse, bizden kaçırılmış, yaşanmadan atlanmış bir çocukluğu, en sonunda yakalanmış çocukluğumuzun bu saf, katıksız oyununu elimizden alamazdı.
Yaşamın ve bütün gerçeklerin koynuna, ayakların ucuna basa basa, gürültü patırtı edilmeden girilmeliydi
Tanrım, diyordum içimden, iyi yürekli insanların iyilikleri, beklenmedik yerde çıkagelen ilgileri bize yük olmalı mı? Dün bana gerekli olmayan, şimdi gerekli. Tanrım, neden ilgilere sırt dönmeme, iyi insanların iyiliklerini incitmeme izin veriyorsun?
Zaten yaşam dediğimiz nedir ki? İçimizde ara ara çakan ışıklar. O ışıklı an’lar; işte bu, tek tek minicik noktalar uçuca eklenir, bazen birbirinin içine girer, biri ötekinin üstüne çıkar, ya da altına kaçar; durmadan yer yön değiştirerek yol alan bu noktalar bileşimi, çok güzel bir müzik oluşturur. Hep süren, bazılarımız için kesintisiz, bazılarımız için ancak ara ara işitilebilen bir müzik parçası. Sonun bütün belirginliğine karşın, bizi peşine takar, sürükler; yorar, acı çektirir, sevindirir, coşturur, bir zehir olup içimize dolar, sonra ılık seher yelleri üfürür, bizi diriltir; değişiriz, kendisi de değişir; hep öyle, son notayı bile bile, hemen çoğu kez, hüzünlü ya da şen, ezgiler kulaklarımızdan eksik olmadan; o ezgilerde herbirimiz birbirinden çok değişik anlamlar bularak, böylece de o müziği, o müziğin her notasını -yaşamın küçük an’larını- içimizde milyonlarca kez değiştire değiştire, bundan ötürü de o notalar herbirimiz için apayrı anlamlar yüklenerek en son notaya doğru yürürüz.
Güveler kumaşı, pas demiri, kurtlar elmayı, geçmiş ve şimdi de insanı kemirir (miş).
Ne ki, dinlencelerimizi azçok bilirim. Zaten herkes biliyor. Harcanmış paralara ve zamana nankör gelinmiş olmamak için de, her şey çok iyi, güzel geçti, deniyor.
Bir gün bütün bunların nedeni anlaşılacak. Bütün acıların, bütün olmazlıkların üstünü örten giz perdesi kalkacak. Ama şimdi yaşamak gerek.
insan, diyorum, yaşadığı yerlerin de yok olmasını istemiyor. Kendimiz için olduğu denli, geçtiğimiz yollar, içine karıştığımız coğrafyalar için de: Ah bir bilebilsek!.. Bir bilebilsek!..
Topluma güzel bir insan vermek istiyoruz, toplumsa örseliyor, vuruyor, öldürüyor ve biz oğullarımızı, kızlarımızı nerde, niçin yitireceğimizi bile bilemiyoruz.
Bir kimse neden içinde tek balık olmadığını bildiği göle oltasını sarkıtır?
Her şey kendi doğrusunu bulur ..
Bir kez daha Memet’in sesini işitiyorum işte:
Yalnız hepimizi değil, her şeyi de nasıl bu denli pürüzsüz sevebiliyorsunuz Hasan Abi?
Hasan’ın yanıtı o zaman bana çok yalın, anlaşılabilir gelmişti.
Şimdi, bir ân için, şaşırtıyor, sarsıyor:
Her şey hiç bilmediğim şeyler, sizler hiç bilmediğim birilerisiniz.
hiçbirimiz bu kan ve çürümüşlük kokusunun yatak odalarımıza kadar daldığının, sevişmelerimizin içine sızdığının, o sevişmeleri doğrayıp porsuttuğunun bilincinde değildik
Ona demiştim ki:
Umarım Meriç’i seversin.
Kendini seven, herkesi sever, demişti o da gülerek. Kendinden hoşnut olan, herkesten hoşnut olur
Gecenin bu saatinde ise, iğneyapraklı çamlar, dallarını kuzeydoğuya doğru sallayıp duruyor. Bu sallanışlarda nasılsa, yaza bir elvedayı yakalıyorum. Gidene,
bitene boyun eğmeye doğru bir hazırlığı.
Her şey geçmişteydi. Bizse şimdide. Ama düne ve yarına kopmaz bağlarla bağlı bir şimdide.
Ülkedeki yıllanmış kan ve çürümüş et kokusu gittikçe baskınlaşıyordu. Mutlu olmak bir yana, mutluluklardan sözetmek bile güçleşmişti. Aşk yoktu. Tümden unutulmuştu. Ölümlere henüz kanıksanmamıştı, ama eli kulağında. Kapılar iyice örtülü. İnsanların yürekleri daha da kötü kitlenmiş.
Bekleyiş hiç o denli gerçek olmadı benim için. Özlem, hiç o denli ürkek olmadı. Düş de, umut da
Hepimizin yaşamı şakadır belki.
Geçmişte ya da şimdi.
Kim, hiçbir şeyi incitmeden, düzeysizliğe de itmeden; tam karşıtı, o düzeysizlikleri en alışılmış, sıradan sözcüklerle bile gerileterek böyle bağırabilirdi? Kim, iç sesin titreşimleriyle yinelenen en eskimiş sözleri -şarkımız – yenileyebilir, kim, mezar taşlarını dirilerin içe akıtılmış gözyaşlarıyla sulayıp güzelleştirebilirdi? Kim, bir an’ı, o ân içinde kendini gizlemeden, kendini beş paralık da etmeden yaşamın alnına böyle ışıltılı bir yıldız gibi çakabilir; o an’ın kendi gerçeğiyle var olduğuna insanları kim böylesi inandırabilirdi?
Tanrım, dedik, iyi ki şairler var!
Araya çekingenlikler, kendini ele vermeme çabaları, hattâ sonsuz güvensizlikler girerdi. Bizi, biz, kendimiz değil, bizim, bir geçmişi olan, kendi geçmişi olan, yorgun, kuşkulu, her ân savunuya hazır ürkek yüreklerimiz yönetirdi. Kendi tarihini, salt bunu korumaya andiçmiş yüreklerimiz.
Bir ân. Koca bir yaşamı kapsayabilecek bir ân; bir kez, bir akşam, birkaç saat, giderek yoğunluğu dağılmış duygular Ki
hepsi, hemen unutulmaya yazgılı. Unutmak. En çok buna özen gösterilir, en çok buna emek harcanır. Gizlenmek, örtünmek.
Düş yoksa, umuttan nasıl sözaçabilirsiniz?
Her algı bir yanılsama iken, üstüne üstlük uyduruk gizlerle donatılmış, sonu ne olacak, diye bekleten şeyleri sevmem. Sanki, anlatmak denilen de ne? Olup olmuşu yaşam üstüne, yaşamın bir parçası üstüne ya da yeni bir uydurma. Burada önemli olan, o yeni uydurmaların,
gerçek sanılandan daha da gerçek sandırılabilmesi.
her şey bir bıçak sırtında durmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir