İçeriğe geç

Dağ Divanı Kitap Alıntıları – Hüseyin Kaytan

Hüseyin Kaytan kitaplarından Dağ Divanı kitap alıntıları sizlerle…

Dağ Divanı Kitap Alıntıları

Gidiyorum bu yerden
düşerek bir gözyaşı gibi
geçmişin gözlerinden

Miras bıraktığım büyük sessizlik
paylaşılsın isterim eşitçe
aşıklar arasında.

Yanılacağım elbet her seferinde asla gelmeyeceksin
olmadığın her yerde bulurken seni
olduğun her yerde yitirdim
Aptallık bu diyeceksin
evet öyle
Ancak bir aptal böyle kendi eliyle
toprak bir tepside verir kesilmiş başını vefa bilmez sevgiliye
Varsın böyle olsun
Varsın bütün bir hayat dönsün sonsuz güz mevsimine
Sararmış yapraklar gibi korusun seni sevmiş olduğum günler

Bir ateş kuyusuna eğilmişim de ışık içeyim
anıların açık tuttuğu bir yaradan parlayan Ne gezer!
Bu ateş
koca gözlerimdeki feri doyurmaya ancak yeter

Bir de şu var
Nasılsa karşılaşacağız mahşerde

Ve yargılayınca bizi yukarıdaki ihtiyar sesizliğindeki gizli kelimeleri anlayacak

Haykıracak evrenin tepesinde en uzak yıldızları titreterek

Olur mu böyle sevda? diyecek
Bu ışık ayyaşlarını bir güzel ayıltmak gerek!
Ve emir verecek meleklerine

Beni eski bir ayrılık şarkısının çarmıhına yeniden gererek zebaniler
sevinç çığlıkları atacaklar

Ve seni kendine eğilen bir nergis gibi
asla durmayan bir yağmura baş aşağı aşacaklar

( )
Meyger ışıktan bir sefil, başka yok sunacak kendi kanından
Gül katilidir aşıklar, kefenleri kızılca, mezarları nerdedir

Diger bir bahçedir açıldığın, ey çiy damlasından mücevher
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir
( )

Ne yapacaksın bu kadar kıyımdan sonra diye sordu öğrenci yani öldürme ve yıkım biterse?
Beklemiyordu Usta yıkıcı ne soruyu, ne devrimin dineceğini ve umudu yoktu hiç, solgun bu sessizlikten
Yine de dedi: Üç keçi almak ve bir kaya yaslanmak isterdim.
sonra dehşetle kapadı gözlerini. Bunun için miydi onca uzun savaşlar, kahraman ölümleri, ağıtlar ve marşlar?
Şimdi her şeyini yitirmişti, özgürlük denen o ele geçmezin ardında solgun bir duruş kalmıştı onca savrulmadan
Yenilmemiş, yenmemişti; her savaş böyledi belki de ruhum ağır demirler ve büyük düzenlemeler istemiyor dedi öğrencinin omzu üzerinden sevinçli bir gülüş gibi eğrilen
ufka baktı
bu dünya mıdır , dedi içinden şaşkınlıkla, nasıl görüyorum?
Başını eğdi. Hiçbir şey düşünmeden boyasız, sağlam meşeden bir kapı pervazı hatırladı
Çocukluğu bir eliyle ona tutunmuştu, küçük ellerine
bulanmış tozlu nemleniyordu
( )
( )
Kürtlerin evleri gerçeğin dışında kurulmuştur. Bir mimarileri yoktur. Bir ideolojileri yok. Belki de en iyi yanları bu. Taşları yontmuyorlar, saman ve topraktan başka harçları yok. Ateşi sembol biliyorlar ama, onu hiç kullanmadılar, ne toprak pişirmekte, ne cam yapmakta.
Topraklarındaki cevherleri ötekilere satıyorlar, giysillerini Araplardan, Farslardan ve Türklerden alıyorlar. Silahlarını düşmanlarından alıyorlar. Kürtler, gerçeğin dışında yaşıyorlar.

Demirci Kawa’yı sembol bilen Kürtler, demiri bilmiyorlar.

Biliyor ki, herkes duyar
sessizliğin tam kalbinde olup biteni
ama anlayamaz kimse ne yıkımın ne yeniden oluşmanın dilini
Yalnızların birliği, daha derin bir yalnızlıktır. Demek ki, yalnızlık özgün kişilikte gerçekleşmektedir ve onda aşılmadan, hiç kimsede aşılamaz. Aşmak isteyen kim, -ne kadar derinleşirse o kadar iyi,
o kadar dehşet dolu.
( )

Çünkü Işık geçer ve hepsi sen olan Gece kalır

– Soru: Ya gül bir birliktir, ve ya ayrılıktır?

– Gül bir birliktir ki, ayrılık olmazsa ondan içre,
o hakikat değildir. – Soru: Ya Levni nedir?
– Bir sihirbaz seyyahtır ki, sultanı güle eğmiş,
taç yapraklarında kardeş kanı gizlemiştir
– Soru: Tanrı bir soru olsaydı güle, ne söylerdi sure?
– O söylenen mavi bir kitabedir, bin kapının önünde okunur; ama hakikat, körleştiren bir zehirle yazılmış,
bir göz kapağının içindedir.

– Bu muhkem, mukiim dedi bir suret-derya.

– Ya ilk siyah gül nerde ve nerden bitmiştir?

– Ilk ayrılık vaktinde, ayrılanların elinden düşen acı şiirden.

– Ve evrenin her yöndeki tek kapısının eşeğinde, büyük bir çiy büyümesi halinde.

Işığın evi yok. Ve hangi geceden çıkıp gelirse
hangi zindandan gelirse
benim yüreğim olan o eski yere, o karanlık hafızaya
kilitlenip kalır
Parıldayan kara kanla dolu mekanına uykusuzluğun
Işığın bir evi yok. O gelir ve gider
Benim büyük umutsuzluğum kalır, acı söyleyişim
kayanın siyahına yaslanan yüzüm kalır
Birçok kuş dolu zamanla çevrilen, isteğimin acı haykırışı kalır sonbaharın bozkırında

( )

Dalları boynumda Arzele, zaman içinde ışıyan
Eğer fanus yanıyorsa kör pencere içinde ve sen de ordaysan eğer sarhoşsam dirim ve uykusuzluk dolu kokundan
tanrı gizlice meyhaneye iner o gece, -o kaplan, o sis
belki benim suretimde, belki çıldırmış bir küheylan
Anla ki bunlar çocuk ve gül ilişkileridir, kadın ve zaman
ve riya ve tutku ve hainlik ve gül ve Kürdistan
Kökleri göğsümde Arzele, açıl benim yalnızlığımdan

Kökleri göğsümde Arzele, tanı toprağını

Çok genç vurulmuşların boyunlarıdır sustuğum,

o çılgın kuşakta isyan

ve bıçak ve mermi ve rüya ve serab ve leylan
ben uçurumların yüzünde yaşadım, öyle solunca da eşkıya kaldım genç ölmüş arkadaşların sessizliğinde dolaşan
Tanı bu toprağı, ben kendi çölüme sürgünüm, durmadan
uzağa gidişim bundan
Çünkü çöl sürüyor, Cudi’deki o sarnıca kan damlıyor
kayıp bu kavmin umutsuzluğundan

Kökleri göğsümde Arzele, büyü benim kanımdan yüksel umutsuzluğumdan. Ne güzel ışık oluşur sana zaman içinde yanarak geçen bir adamdan. Alev aç gül yerine Gölgende büyüsün çılgınlık, herşeye isyan!
Kalbinin toprak kâsesini Zagros kayalarına çalan ben mahkumum. Efsanede bir düşkün Arzele,
kanun kitaplarında idam
Bir günahkarın gövdesinden ayrılmış kesilmiş bir baş gibi Harran kapılarında aşağılanan
Açıl Arzele ve hiç bir şey umma, umulmaz bu gerçekten
çünkü şarab içiyorum, mısra söylüyorum
isyan ediyorum, meyhanede ayet dinliyorum
Son bir kadeh gibi yalnızlığa kaldırıyorum seni bu dağdan
Ağı ve coşkunluk dolu bu çanaktan
Çünkü kalp, umutsuzluk dolu bir kadehtir, sensin Arzele cam dudaklarıyla tanrıya açılan, şarap dolu,
bütün zehir ve süt dolu
kıyım ve tarımdan doymuş bir kuşağı baştan çıkaran

( )

Varınca unutuşa, zulümlü söz yazdım Taşın siyah aynasına böyle yazdım:

Yürek! Fırtına kuşlarının öğüdünü tut. Onlar fırtınanın öğüdüyle-

Şimdi bedenin yeraltına inib
kendi ölümüm boyunca yürümek istiyorum

Geldim ki sensin. Işığın bilgeliği, gülün karanlık sadakati şehadet ilkesine
Derin taş yollar boyunca çıplak
kadın, sen sonsuz olmak isterdin
kendi duygusu olmak
kendi ıssızlığı
kesilmeyen zaman olmak isterdin
Dünyanın buğusundan kendi izlerini sil benim dağlarımda acı kök ye, toprak tükür
Bırak kırılsın, tanrının
akşam dağ gölüne çaldığı
kendine tutsak fanus
Fanus ki sensin Kahire, ışığın tutsak edildiği

İşte artık yoksun, artık soğuk, artık karanlık, artık
güzel uykusu çığ bekleyen bir ormanın

Gelmeyeceksin diyor şarkılar, kara bir kehanet dolaşıyor çevrede
Uçurum çöktü devrildi, dağ yıkıldı, Kürdistan yanıyor

Yağmurun yüzü, sisin gölgesi, bir hayal hükmediyor herkese
Kış bitiyor gül açmak için, amma gülistan yanıyor

Aleve keser dağlar, senin bakışlarınla yanmış
Gül, demek yazılmışsın toprağa, o gül kayıtlı divan yanıyor

Bir kitap kalır yıkıntıda, Kahire’nin kör gülü
Adını alıp gider rüzgar, adını konuşan yanıyor, susan yanıyor

Her beden bir diğerinde yıkanır
Her insan en temiz ölümünde yıkanır
Bu levha beni sana çağırır. Ve bildirir ki her tanrı yalnızlığımızı arzular
Çünkü bizim yalnızlığımızdan başka nedir ki tanrı?
Dedim bu sensin

ve ad verdiğim zaman sana, sende bir hakikat öldü: O ilk hakikat
Öldü ve hakikatten zamana dönüştün
Suçlu olan benim ağıdıma düştün
Artık bir tutsaktın ve yoksul, gözyaşıydın. Ve yastın
Suçtur ve yastır sınırlı zamanda hayat
Hakikat yoktur. Bu bizim suçumuz ve körlerin ağlayışıdır

Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Senin ifaden her güldür. Senin bakışın her Kürdistan gecesi gülden geceye bir açılma, -bir dağ açılması
İşte bu alem senin çehrendir
kartaldan uçuruma bir bakış, onun ölümüne sadakati
İşte bu alem, bu bilgisiz derinlikte açan Sarya çiçeğidir
kayalıkta bir sararma ve kaybolma
Bu acıda açan Baran çiçeğidir
acı mavi ve kara yanık gül
Bu dağ senin çehrendir. Henüz yitirilmiş bir geçmişin
ve bütün ölülerimizin peçesi
Kan ve gözyaşıyla kararmış acı maske
Ah, nereden yaklaşsam
kendi bedeninin direğine bağlı
bir recm meydanındasın
Ne zaman ulaşsam, öldürülüyorsun
-Tanrı! Hangimizin adaleti yoksa ona inansın kadın, ona bağlansın bağlanan!
-Tanrı! Hangimiz daha günahkarsa yanan kan, kuruyan el, ona tütsü olsun!
-Tanrı! Hangimizin tutkusu kıyıcıysa
ona kurban olsun muradsız çocuk, delirmiş mümin
Ama nereye varacağım?

Kendi kurduğum o siyah kayadan toteme
yalnızken tanrı, ibadet edildiğinde hayvan
Yüzümü işte böyle göreceğim, sende görmeyi dilediğim maskemin altındaki binyıllık cüzzam
Orada kendi dokunmamı göreceğim
Aşk diyeceğim işte, bir ejder sarılması
Diyeceğim ki, her menzilde bir dağ yükselttim bulut çağırdım
her savaşta bir inanç yıktım
Güneşli göğüsten bir yürek çıkardım
ve onu güneşe doğru kaldırdım:

-Aşk işte!

On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
o rûzîgar

Zagros geçitlerinin fırtınalı sarılmasında kör uçurumların kırılmasında sürüyor

O aşk, taşların kendi dilinde sürüyor

Metrelerle değil, tutkunun adımlarıyla yolları ölçüyoruz
Yol üstünde bir kervan gördüm. Süre içinde konaklamışlardı.
Tacir, İpekli Köle ve Seyyah orada ateşe bakıyorlardı. Bir dilenci! diye haykırdı köle beni görünce. Kürdistan’da kimi arıyorsun? diye sordu Tacir. Beni anlamaları tehlikeliydi.
Onun için, dileniyorum, ayrıca Kürdistan diye bir yer bilmiyorum” dedim. Esfahan’a gidebilmek için, yoksulluğunuzu dileniyorum. Dilenmeye ihtiyacın yok dedi
Tacir, satacak bir bedenin var. Satabilmeyi öğren,
Kürdistan gibi bir düşün var. Neden dileniyorsun ki?

Kürdistan nedir? diye sordum. İpekli Köle güldü

Kürdistan, hayatlar ile takas edebileceğim ipektir dedi. Tacir dedi: “Kürdistan benim yoksulluğumdur. Seyyah kibirliydi: Kürdistan benim niteliklerimden yalnızca biridir dedi.

Ve orada savaşa girdim. Yani gerçekten dilenciliğe başladım. Bir insan kurmak için üç buğday dileniyorum dedim. Bugday üç tohumdur, ve üç insan olacaktır. Sevgili olan ihanet edecektir, cesur olan öldürülecektir ve Katil,

-işte o benim olacaktır. Ve onunla bir soy kuracağım.

Seyyah dedi: Üç oğul, üç bağlanma, üç oluştan sana kalan, Katildir. İşte buna Uygarlık dersiniz. Katil, sevmeyi Hainden ve cesareti kurbanından öğrenmiştir. Erdem, iki yolla insandan insana geçebilir: Ya öldüreceksin, ya ihanet ettireceksin!

Öldürdüğün adamın ruhunu alırsın ve o senindir.

Hainlik eden erdemlerini sana bırakmıştır, ve onun iyi oluşu senindir. Tacir dedi: Öldürmek, bir gül yetiştirme işidir. Tarla katliam sonrasında yeşillenir. Ve işte o kutsal kitaplarda, cennetin Aden bahçesinden geçen irmaklar, kan irmaklarıdır. Ve onlar içinde Dicle ve Fırat, Aras ve Kura vardır. Insan orada
tarım yapar.

Yol, sınırın ve sınırsızlığın birleştiği ilk mekandır
Tanrıyı yukarıda tutmaktayız, ama aramızdaysa eğer
kurtulamaz linç edilmekten, tanrı adına öldürülür tanrı
Biz bir linç bilinciyiz.
Tek başımıza kaldığımızda günahkarız, ama birleştiğimizde
yargılayıcı, taşla öldürücü, kıyıcı oluruz.
‘Yaşasın’ dedi, ‘hepimizin yaşadığı günleri’
‘Paylaşacak o kadar çok açımız var ki’ dedi
‘Elbet sana da düşer sızılardan,
utançlardan ve gururlu açlıktan bir parça’
Seyyidim, testi kırıldı, su döküldü demişdin Ve sadece Dersim’de değil miirim. Hakkari, Diyarbekir,

Kars ve Mardin
ve bil cümle sürgün evlerinin
namlı sakalların gibi sayılmaz Kürdistan köylerinde ve bahusus Dersim’in bütün memnu mintikalarında gizlenen toprak kaçaklarını çıkardık, Huseyn’i çağırdık başını bir mızrak ucunda Kayseri caddelerinde karşıladık

Tören, kemal ve alevi bilgisi

Ve sonradan kızıl ve küçüksün diyordu Erivan radyosunda

bir sarkı

tu sor î û biçûk î

Ağıda elverişli kan, dudakda kuruyub kalmış bir sevda vaadiydi
Dokunduk katı damlasına, kızıl ve kara Huseyn’in asi kellesi ibret oldu bize, artık dönmeyenler gibi

bilindik, lakin geldik

Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Ve simya, yani demirde gizli olandan devlet geliştirmekdir. Bir sır olarak anlayacaksın ki, zulüm ilahidir, mübarekdir. Bir kutsama biçimidir, tanrı zalimler eliyle bize ulaşır,

acıyla öğreniriz. Unutmayacaksın, acıyla öğrenmek, uzun nesiller boyu toprak edinmek demekdir. Ekmek yemesini, sarab içmesini bilhassa öldürmesini öğrenmeli. Ekmeğe bizden eklenen ateşdir. Bak küllerimizle, toprağımızla soy sürüyor ateş.

Meşe deyip de bakma, bu yanan bizim ellerimizdir.

Ekdiğimiz buğday değil, sadece kendisi değil, amma kahredilmiş genç bakirelerimizin, kolları kırılarak

paramparça edilmiş gelinlerimizin gözleridir.

Unutmayacaksın. Burada kahreden kollar yetişecekdir. Yaa çocuk, töre gereği kan içen delikanlılar yetişecekdir. Ya kahir vermesini bil düşmanına, ya da kahhar bir nesle toprak ol. bunlar gerekdir. Sevgiyle öldürmek arasında bir ilişki var, bil!

Ya da, öldürmekle sevmek esasda birdir. Simya çingenenin işidir amma,

çingene en kayıb erkek ve en onurlu dişidir.

Vay, ne dedim ben? Barbar sellerinde akıp gitmiş şehirlerin

uykusu yok

Tabii. Bütün ölüler ve bütün şehirler uykusuzdur.

Sızlayan kemikler gibi sızlıyor geçmiş çünkü sızlıyor Bağlar mahallesinin romatizmalı şakaklarında
Özleyecek bir ülke yok

beyaz sis atları yok, tarihin aşındırdığı sokaklar, diz

hizasında pencereler yok

Hasankeyf kasırlarının labirentleri yok

O taş yollarda, güneş dolu odalarda devlet olmanın

mukaddes zulmü şimdi nerede?

Toprak saksılarda akşam sefaları, kuyularda şarap yok.

Ne de yoksulların ayışığı var

– o zaten yoktu.

Gölgesini kovalayan bir çocuk gibi ardımızdan geliyor

ölüm. Nereye gidersek

geçmiş ardımızdan geliyor. Karanlık sızmasın diye pencerelerini kapatacağımız evler yok. Yüreğimizi isıtacak

bir kelime yok. Yüreğimiz

yok. Yüzümüz yok. Yüzümüzde kararıp duran Hacer-ul Eswed giderek kararıyor.

Belki de, artik özleyecek bir ülke bile yok. Neden kimse anlatmıyor Diyarbakır’ı?

Zamanı kayada bir çentikle durdurabilecek kim var?
Kırıldı. Neden kimse anlatmıyor Diyarbakır’ı?

anlatmıyor Diyarbakır’ı?

Demek ki tam orada, bir kule yükseliyor kızgın güneşe doğru
yalnızlığımız yükseliyor. Bir soy olarak yalnızız kuşatılmışız.
Demek ki bin yıllık testi kırıldıktan sonra yollarda ve kapılarda mukim ejderden başka kimselerin olmadığı bu yerdeyiz, gerçekte evimiz olmayan bu evdeyiz

Yer yok, diger yok, meyger yok
Özleyecek bir ülke yok

Levha. Sessizliğin tamamlayıcısı, dediler, ey Anlatıcı sus artik, yorulma, anlattığın herşey şimdi pazarda, yarın pazarda ucuz cennet tasvirleri, aşılmamış yolların sulüsü mezatta

Yine de vazgeçmeyen hattatın duygusu bin zülfikar çizmekte çocukların kollarına

Levha. Ceylanların kaçışını yazdığımız senin derindir Siya karnının gerilmiş gergefinde ferman, geçmiş mavisi bir tuğra Gövdene asılmış aşkın, o ölüm bildiriminin altında Siya, senin derine kinan bir neslin soyağacı yazıldı şehidler çetelesi tutulmuş bütün kollarında

Adalet nedir gerçekten? Söyle Siya, zamanın kadın kuyumcusu
ey bir elinin kafesinde tartan ömrümüzü
bir elinin kafesinde ihanet dara

Açıkla! Anlat! Çöz kilitlenmiş yüreğin sihrini
gül neden kızıldır, güzellik demek anlatılabiliyor kanla?

Levha. İşte toprağa yazılmış yazgın, binlerce yıl beklemiş tohum taşta gül olmak için, taşta gül olmak için . Anla! Seninki Siya, yolların yazgısı, sonunda belirsizliğe varan sabaha yazılan ve siste gömüllü muamma bir ilk bakışa veren kendini ve görünmeyen bir daha

Senin yazgın Siya

rüzgara yazılan ve günlere ve yağmura

Zehrin sırrı ancak içilerek çözülür. Anla yüreğim!
Anla yüreğim! Cevabını bilmediğin tek soru ölüm mü?
Dene?
Neden gece eziyor yüreklerimizi Siya
elin neden eziyor bizi
neden gözlerin eziyor, ve kanayan yüzümüz ekberin
seccadesi güya?
Madem ki köleyi azad edemedik efendiden
mesele, efendiyi köleden kurtarmakta
Kim haklıydı? Zaman. Sadece zaman.
Sevgiyle öldürmek arasında bir ilişki var, bil!
Ya da, öldürmekle sevmek esasta birdir.
Sadece barbarlar sevebilir bu katı,
solgun zamanı..”
Kalbimiz, o paramparça kitabe, ne yazardı bir zamanlar? Kavuşmak derdi, kopmuş olanların dileğidir bakınca seni gördüğüm aynada, baktığımız aynı göz konuştuğumuz aynı dildir
Şimdi sadece taze kanla besleniyor hakikat isteğimiz dahilinde
Göğüslerimizin toprağıyla yeni bir bahçe kuruluyor Aden’de
Cahilim, aç gözlerini süsende, uzat göğe kollarını,
o cennet ağacını
bu bir kavuşma gülüdür dalındaki, hepimizin kanları renginde
Bir Kuşak sürecekse bizden geleceğe, işte sadece böyle
Rüzgârın yelesine tutunup nereye gittin, ey bütün uzaklara giden?
Şimdi kayalarda kaldı kalbimiz, kayalarda kesildi
bir hayata sarılır gibi sarılarak kurumuş ağaçlara
yeşertmek için gerekli miktarda kanımız kaldı
Ana südü gibi helal, su gibi aziz olsun şahadetimiz deyip söz verdik, yine veririz
geleceğin mavi göklü çocuklarına armağan diye
bakırdan Mittani tepsileri içinde kalbimiz
Simdi kimse hatırlamıyor eski çocukların gözlerini
Eğilmiş ölü başlar üstünde dağınık,
kara ve ıslaktır bugün gece. Onlar gittiler
Evlerin ocakları önünde derin
ve yaşlı adamların kimsesizliği hala duruyor
Izler var hala, ancak hiç bir geçmişe gitmiyorlar
izler hiç bir yere götürmüyorlar. Çünkü şimdiki zamanda gerçek hayat bir zındandır kendini tutuklamış geçmişi hapsetmiş içinde, nereye gidebilirsin ki?
Şimdi Siyabend delirmiş bir geyiktir dağlarda
Mem’se hikayenin zemherisinde üstü betonlanmış bir ceset
Onlar gittiler 
Onlar gittiler
Evlerin ocakları önünde derin ve yaşlı adamların kimsesizliği hala duruyor…
Diğer bir bahçedir açıldığın, ey çiy damlasından mücevher
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir
söyle siya, yalnızca kendine kapanmış kapıların şarkısını,
gecenin kanatları çarpıp dururken rüzgârda
neden gece eziyor yüreklerimizi siya
elin neden eziyor bizi
neden harap şehirler ayrılıkların habercisi siya?
geriye neyin boşluğu kalır,ihanet bizden ayrılınca siya?
ihanet,mademki doğurabileceğimiz bir cansa
hançeri bugüne kadar neden taşıdık karnımızda?
madem ki hakim mahkumdur gerçekte
neden bu yargılama?..cevap ver!
madem ki tek hüküm kılıçtır hükümdarda cevap ver!
madem ki ölenle ölünmüyor gerçekte ip kimin boynunda?
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir.
Neden gerçekte sende olanı hep uzaklarda arıyorum
Sende olanı sana bütün uzaklardan getirmek istiyorum
Toprağım! Bazen keşfedilmemiş bir ülke oldun bana
Ve bazen mezar, dönüp bir çocuklukta öldüğüm sürekli.
Neden gerçekte sende olanı hep uzaklarda arıyorum
Sende olanı sana bütün uzaklardan getirmek istiyorum.
Işık başka birşeydir onu görmediğin zaman
karanlık başka bir şeydir
gözlerini kapadığında.
Nefes alamazsın ölürsün
büyük bir gökyüzü yoksa ruhunda.
Gelen bir rüzgar gibi gelecek yarın
Işıksız,uykusuz bir çılgın orman.
Yarın gelecek
Içinde yitirdiklerim olacak, sevdiklerim olacak düşmanlarım.
Demek ki bu yarın aslında kendisinden geldiğimiz bir zaman .
Bu ilk menzildir, yani ayrılık
sonra yol başlar, acı ve katlanma dolu günler boyunca solup giden
Herkes seninledir
görkemli davetinde, yaşanan her zamana ağlayanların
Ama sadece sen bilirsin yolu..
Mavi karanlığında kör bir kaşifim, bilmem ben neyim diğer nedir.
Diğer bir bahçedir açıldığın, ey çiğ damlasından mücevher,
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir.
Metrelerle değil, tutkunun adımlarıyla yolları ölçüyoruz
Belirsizliğin sihri çekiyor ruhumuzu bizden uzağa
Hangi uzaklıktan geçersek ona benziyoruz.
Yıllar artık hiçkimse için bir ömür oluşturmuyor,
Terk edilmiş bir konağa benziyor bu zaman
Binbir kapısında bir çıkışı olmayan
Biz bir linç bilinciyiz.
Tek başımıza kaldığımızda günahkarız, ama birleştiğimizde yargılayıcı, taşla öldürücü, kıyıcı oluruz.
Bütün ölüler ve bütün şehirler uykusuzdur.
Sızlayan kemikler gibi, sızlıyor geçmiş çünkü
Yaşadım ve bildim.
Madem ki bildim, öyleyse eyleyeceğim.
Izler var hala, ancak hiçbir geçmişe gitmiyorlar
Izler hiçbir yere götürmüyorlar.
Çünkü şimdiki zamanda gerçek hayat bir zindandir kendini tutuklamış, geçmişi hapsetmiş içinde, nereye gidebilirsin ki?
Nereye gitsen aynı ıssızlık dönüp durur kalbinin çevresinde.
Büyük bir deniz dibi olsa dibinde uyusak
nefes almaya gerek duymadan
Bildiğimiz gibi değil dünya
olsaydı öyle eğer,ne gök kalırdı senin üstünde ne benim başımda bu anlaşılmaz sevda.
Nefes alamazsın ölürsün
büyük bir gökyüzü yoksa ruhunda.
Olmadığın her yerde bulurken seni
olduğun her yerde yitirdim
Her şeyimi sana verdim,benden eser kalmadı
Uzaklığı sana verdim,bende bir Yer kalmadı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir