Erkan Baş kitaplarından Yaşamak İçin Sosyalizm kitap alıntıları sizlerle…
Yaşamak İçin Sosyalizm Kitap Alıntıları
Siyasal alanda başarının ölçütlerinden biri, kendi gündemini, kavramlarını ve önceliklerini diğer bütün aktörlere kabul ettirebilme becerisidir.
Halkları kitlesel göçe zorlayan egemenler, bir yandan da göç yolları üzerinde hakimiyet kuruyor.
Biz dine değil dinciliğe karşıyız. Dini alıp satan, istismar eden, zenginleşme veya siyasi nüfuz sahibi olma aracı haline getiren kendi kurallarını ve yaşam biçimini başkalarına dayatan “dincilikle” derdimiz var. Bu dincilik bir yandan “yüzde 99’u Müslüman ülke” retoriğini kullanıyor, bir yandan da işçilerin hakkını aramasını “günah” diye yaftalayabiliyor. Dincilik, sınıfsal tahakkümü perdelemenin bir aracı haline geliyor.
Devlet vergi toplarken Sünni, Alevi, Hıristiyan, inançsız diye ayırt etmezken, din işlerini yöneten kurum sadece bir dinin bir mezhebinin inançları çerçevesinde hareket ediyor. Kaynaklar o yönde harcanıyor.
sosyalist devletin veya sosyalistlerin, tek tek insanların dini inançları veya inançsızlığıyla bir derdi yoktur. İnsanların inançlarına dair bir baskı oluşturmaz.
Bugün Türkiye’de Menzil” adı verilen tarikatın Sağlık Bakanlığı’nı neredeyse tamamen ele geçirdiğini biliyoruz. O tarikatın mensubu olmak, bürokraside yükselme kriteri haline gelmiş durumda. Yalnız bir bakanlıkla da sınırlı değil. İnsanların hangi partiye oy vereceğine karar veren, hangi ilçede hangi partinin kimi aday göstereceğini belirleyen, devlet okullarında cirit atan cemaatler, tarikatlar var. Bu ülke Fethullah Gülen cemaati gibi bir deneyimi yaşadı. Nasıl geliştiği, nasıl önlerinin açıldığı herkes tarafından biliniyor.
Türkiye’de devrim olmayacağını iddia edip bizi maceracılıkla suçlayanlar, yalan söylemiyorlarsa, çok unutkanlar. Bu topraklarda bugün yaşadığımız idari ve toplumsal yapı zaten bir devrimle kurulmadı mı? Devletin sahibi olan Osmanlı hanedanına karşı Mustafa Kemal öncülüğünde Anadolu’da halk örgütlendi, yerel meclisler inşa edildi, kongreler düzenlendi ve nihayet İstanbul’dakinden fark li bir iktidar odağı olarak Büyük Millet Meclisi kuruldu. Meclis, önderlik ettiği savaşı kazandıktan sonra devleti de dönüştürdü. İşte size devrim. İşte size, “Türkiye’de devrim olabilir mi?” sorusunun yanıtı.
Bugün bunca baskı ve zulme, yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen yaşayabilen, çocuklarını yaşatabilen insan zaten kahramandır.
Kapitalist toplumlarda insanları birtakım belalardan kurtaran “süpermen”ler olduğu düşüncesi yaygındır. (Süpermen vurgusunun bu kurtarıcının mutlaka erkek olmasına işaret eden bir yanı olmasına da ayrıca dikkat çekmek isterim, bu erkek egemen zihniyete göre hayali bile olsa kadın kurtarıcı olamaz!) Bu tür figürler yoksa bile suni biçimde türetilir, yaratılır.
Son zamanlarda asgari düzeyde insanca yaşamak için bile mücadele edilmesi gerektiğine dair o kadar çok olay yaşadık ki, sık sık, yaşamak nefes alıp vermek değildir, diye hatırlatmak zorunda kalıyoruz.
Bataklığı kurutana kadar sivrisineklerin gazabına katlanmak zorunda değiliz !
Ekmek ve özgürlük kavgasının iç içe geçtiği bir güncel siyaset resmi var karşımızda. Ekmek olmadığı için özgürlüğümüzden çalıyorlar, özgürlüğümüzden çaldıkları için de ekmeğe ulaşmakta zorlanıyoruz.
Türkiye’de milyonlarca emekçi kendi sınıfsal çıkarlarına, geleceğine düşman partilere oy veriyor, maalesef. Değiştireceğimiz şey de bu olacak.
Aziz nesin’den ilham alarak şu notu düşeyim keşke patron partileri çıkıp biz patronların çıkarını savunuyoruz dese. Hayat tabii ki o zaman daha kolay olurdu. Sermaye sınıfının çıkarlarını savunanlar buna çeşitli kılıflar süsler buluyor. Bu yalan dolu ambalajlarıyla emekçileri etkiliyorlar.
Aziz nesin’den ilham alarak şu notu düşeyim keşke patron partileri çıkıp biz patronların çıkarını savunuyoruz dese. Hayat tabii ki o zaman daha kolay olurdu. Sermaye sınıfının çıkarlarını savunanlar buna çeşitli kılıflar süsler buluyor. Bu yalan dolu ambalajlarıyla emekçileri etkiliyorlar.
Bir kez daha yapabiliriz.
Yeniden benzer bir eşikteyiz.
Türkiye benzer bir eşikte.
Yaşamak için olduğu kadar, yakın geleceğimizi kurtarmak, bir ülkeyi yeniden kurmak için de sosyalizm!
Yarınlar bizim!
Yeniden benzer bir eşikteyiz.
Türkiye benzer bir eşikte.
Yaşamak için olduğu kadar, yakın geleceğimizi kurtarmak, bir ülkeyi yeniden kurmak için de sosyalizm!
Yarınlar bizim!
Karşı taraf bütün araçlarıyla örgütlü, birleşik ve bütünleşik bir siyasi kuvvete sahipken siz örgütsüzseniz kaybetmeye mahkum olursunuz. Ezen sınıf için bir ihtiyaç olan parti, bizler için belki iki katı gerekli.
Daha önce, Süpermenler aramıyoruz, “sıradan” insanlar kahramanlaşacak demiştim.
Bu vurgu, bu konu için de geçerli. Sınıfımız, “yıldızlarla” ilerleyecek bir siyasete, düşünceye, kültüre sahip değil. İyi ki de değil…
Bizim için ön şart kolektivizm, kolektif mücadele ve onun en gelişmiş hali de parti.
İşte, bizim partimiz, Türkiye İşçi Partisi (TİP) bunun için var.
Daha önce, Süpermenler aramıyoruz, “sıradan” insanlar kahramanlaşacak demiştim.
Bu vurgu, bu konu için de geçerli. Sınıfımız, “yıldızlarla” ilerleyecek bir siyasete, düşünceye, kültüre sahip değil. İyi ki de değil…
Bizim için ön şart kolektivizm, kolektif mücadele ve onun en gelişmiş hali de parti.
İşte, bizim partimiz, Türkiye İşçi Partisi (TİP) bunun için var.
Dibinde ot bitmeyen bitkiler gibi değil, en güzel bahçenin rengarenk çiçekleri gibi olmalıyız…
“Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” diyerek bir araya gelmiş insanlardan oluşan bir sosyalist parti, ne dibinde ot bitmeyen bir bitkidir ne de bahçesindeki çiçekleri soldurmak ister. Zaten, nitelikli bir insandan korkan parti, kelimenin gerçek anlamıyla devrimci bir karakter de taşıyamaz.
Dikkat edin, Türkiye’de insanların kendisine sembol olarak seçtiği nerdeyse tüm değerler sosyalisttir. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali…
“Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” diyerek bir araya gelmiş insanlardan oluşan bir sosyalist parti, ne dibinde ot bitmeyen bir bitkidir ne de bahçesindeki çiçekleri soldurmak ister. Zaten, nitelikli bir insandan korkan parti, kelimenin gerçek anlamıyla devrimci bir karakter de taşıyamaz.
Dikkat edin, Türkiye’de insanların kendisine sembol olarak seçtiği nerdeyse tüm değerler sosyalisttir. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali…
En azından bugün tüm Mustafa Kemal’i rehber edinenlere şunu söyleme hakkımız var: Mustafa Kemal’in yaptığını yapın ve geriye bakmaktan vazgeçin.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Artan doğa katliamları, kapitalizmin, insanların sömürüsünden sonra hayvanların, doğanın, aslında tüm yaşamın sömürüsüne doğru yol aldığını anlatıyor. Henüz ilk özelleştirmelerin yapıldığı dönemde, üretim yapan kamu iktisadi teşekküllerinin satışı söz konusuydu. Sağlık, eğitim gibi hizmetlerin özelleştirilmesi daha gündemde yoktu. Sonra o alanlar da birer kâr kapısı olarak görülmeye başlandı. Her şeyi yağmaladılar, şimdi de sıra doğanın talanına geldi. Yaklaşık yarım yüzyılda, nereden nereye doğru gerilediğimizi görmek endişe verici. Gezegenimiz tehdit altında ve bu artık geri dönüşü mümkün olmayan bir aşamaya yaklaştı.
Biz dine değil “dinciliğe” karşıyız. Dini alıp satan, istismar eden, zenginleşme veya siyasi nüfuz sahibi olma aracı haline getiren kendi kurallarını ve yaşam biçimini başkalarına dayatan “dincilikle” derdimiz var. Bu dincilik bir yandan “yüzde 99’u Müslüman ülke” retoriğini kullanıyor, bir yandan da işçilerin hakkını aramasını “günah” diye yaftalayabiliyor. Dincilik, sınıfsal tahakkümü perdelemenin bir aracı haline geliyor.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Diyanet işleri başkanlığı gibi bir yapının sosyalizmde yeri olup olmadığı ise başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konu. Devlet vergi toplarken Sünni, Alevi, Hristiyan, inançsız diye ayırt etmezken, din işlerini yöneten kurum sadece bir dinin bir mezhebinin inançları çerçevesinde hareket ediyor. Kaynaklar o yönde harcanıyor. Toplumsal yapı, o inançla şekillendiriliyor. Laikliği savunan herkesin, böyle bir “diyanet işleri” yapısına karşı çıkması gerekiyor.
Sosyalist toplumda halkın inançlarla ilgili bir ihtiyacı elbette olabilir ve bu gereksinimin nasıl karşılanacağı, işlerin nasıl yürütülmesi gerektiği ile ilgilenecek “toplum din işleri” gibi bir kurum oluşturulabilir. Bu kurum tüm inançlıların veya inançsızların barış içinde birlikte yaşamasını temel alacak şekilde işlevlendirilir.
Sosyalist toplumda halkın inançlarla ilgili bir ihtiyacı elbette olabilir ve bu gereksinimin nasıl karşılanacağı, işlerin nasıl yürütülmesi gerektiği ile ilgilenecek “toplum din işleri” gibi bir kurum oluşturulabilir. Bu kurum tüm inançlıların veya inançsızların barış içinde birlikte yaşamasını temel alacak şekilde işlevlendirilir.
Öte yandan sosyalist devletin veya sosyalistlerin, tek tek insanların dini inançları veya inançsızlığıyla bir derdi yoktur. İnsanların inançlarına dair bir baskı oluşturmaz. Tersinden, bir dini inanışın mensupları herhangi bir biçimde halkın tamamı veya bir bölümü üzerinde baskı oluşturmaya kalkışırsa, laiklik ilkesi gereği devlet buna müdahale etmekle yükümlüdür.
… Sanatta, bilimde, kültürde insanımızı değerlendirecek bir hamle yapamadığımız gibi, özgürlüklere saldırarak, baskıyla gençleri üretemez hale getirdik. Nüfusuyla, gençliğiyle, farklı coğrafyalarındaki kültürel zenginliği ve çeşitliliğiyle Türkiye, bambaşka bir renk ve kimlikle dünya sahnesine çıkabilirdi, hâlâ çıkabilir…
Bu ülkenin spekülatif yabancı sermaye girişine ve borçlanmaya değil, planlı bir ekonomiye, kaynakların doğru seferber edilmesine, insanımıza yatırım yapmaya ihtiyacı var.
Bugün bunca baskı ve zulme, yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen yaşayabilen, çocuklarını yaşatabilen insan zaten kahramandır!
Evet, bu uzun soluklu, tarihsel bir mücadele.
Yengilerimiz de var, yenilgilerimiz de.
Yengilerimiz de var, yenilgilerimiz de.
Konu her gündeme geldiğinde Tito, Müslüman askerler için, içinde domuz yağı olmayan çorba çıkarırdı. Tito’ya din düşmanı diyen alçaktır diye anlatırdı.
Bölüşüp paylaşma konusunda emekçi iktidarının veremeyeceği bir hesap yok. Sosyalizm, kıt kanaat geçinen, yıllarca çalışmasının sonucunda elde ettiği otomobilin, başını soktuğu evin keyfini sürmek isteyen milyonlarca kişinin varlıklarına göz dikmiyor, göz dikmez de. Sosyalizmde devletin mücadele edeceği sınıf, aksine, milyonlarca insanın malına mülküne el koyan, onları sınırsız şekilde sömüren patronlardır. Kim halkın malına çöküyorsa, onlar korkmalıdır. Usulsüzce aldıkları kamu ihaleleriyle dünya rekorları kuran Cengiz gibi, Limak gibi şirketler sosyalizmden rahatsız olmakta haklılar. Bugün yaptıkları, kendi korkularını halka yaymaya çalışmak. “ Sosyalistler iktidara gelirse tüm malımıza-mülkümüze el koyacaklar” diye bağırıp çağırıp halkı sosyalizme düşman edebileceklerini sanıyorlar. Evet, biz onların haksızca elde ettikleri kazanca el koyacağız; gerçek sahibine, halka, iade edeceğiz. Halkın malına mülküne haksız biçimde çökenlerden alıp halka vereceğiz.
Özgür bir düşünme ve tartışma ortamı var olmadığında kitleleri etkileyen bir gericileşmenin ortaya çıktığına tanık olduk, oluyoruz.
Kapitalizmin normali köleliktir, fazlası değil.
İşçi sınıfı bir siyasi tehdit haline geldiği anda sermaye sınıfı, özünde mevcut olan gerici karaktere bürünmüştür.
Oysa, bütün o kazancı, kurdukları dev yapıları, karmaşık mekanizmaları bizlerin üretimine borçlular. Çarkları çeviren biziz; biz emekçiler. Üretenler oyundan çekildiğinde geriye koskocaman bir boşluk kalacağının herkes farkında. Yeter ki bizim taraf örgütlü hale gelebilsin; kolektif akıl, kollektif güç, kolektif eylemle birleşebilsin…
Sosyalizmin temel ilkelerine, kazanımlarına, değerlerine bağlılık, size bir kök kazandırıyor. Kökünüz olmazsa yükselemezsiniz, ayağa kalkamazsınız, büyüyemezsiniz, güçlenemezsiniz. Bu açıdan bakıldığında “eskidi” denen sosyalizm aslında bizim ayağa kalkış noktalarımızdan biridir. Kendimizi o köklerle sağlama almazsak, her esen rüzgarla savrulur, nereye varacağımızı da bilemeyiz.
Dahası, geleceğe güvenle bakabilmek için, gönül rahatlığıyla ilerleyebilmek için, bir sorunu aştığından emin olabilmek için kavgaya yenildiğin yerden başlamak önemlidir. Nerede kaybettiysen orada kazanman lazım.
Dahası, geleceğe güvenle bakabilmek için, gönül rahatlığıyla ilerleyebilmek için, bir sorunu aştığından emin olabilmek için kavgaya yenildiğin yerden başlamak önemlidir. Nerede kaybettiysen orada kazanman lazım.
En “kötü” sosyalizm, kapitalizmden daha iyiydi.
En “kötü” sosyalizm, dünyanın en ücra köşesindeki emekçilere nefes aldırıyordu.
Sosyalizm yenildi ve dünya çok daha beter bir hal aldı. Eski sosyalist ülkelerde, o “beğenilmeyen” sosyalizm, bugün emekçiler tarafından büyük bir özlemle anılıyor.
En “kötü” sosyalizm, dünyanın en ücra köşesindeki emekçilere nefes aldırıyordu.
Sosyalizm yenildi ve dünya çok daha beter bir hal aldı. Eski sosyalist ülkelerde, o “beğenilmeyen” sosyalizm, bugün emekçiler tarafından büyük bir özlemle anılıyor.
Bundan 50-60 yıl önce sağlık hizmetinin alınıp-satılır bir meta olarak görülmesi konuşulacak, akla gelecek bir şey değildi. Paralı eğitim, paralı sağlık ayıplanırdı. Kimsenin, kamusal işletmelerin, onlar eliyle verilen hizmetlerin, hakların satılmasını savunması mümkün değildi.
Türkiye’de devrim olamayacağını iddia edip bizi maceracılıkla suçlayanlar, yalan söylemiyorlarsa, çok unutkanlar. Bu topraklarda bugün yaşadığımız idari ve toplumsal yapı zaten bir devrimle kurulmadı mı? Devletin sahibi olan Osmanlı hanedanına karşı Mustafa Kemal öncülüğünde Anadolu’da halk örgütlendi, yerel meclisler inşa edildi, kongreler düzenlendi ve nihayet İstanbul’dakinden farklı bir iktidar odağı olarak Büyük Millet Meclisi kuruldu. Meclis, önderlik ettiği savaşı kazandıktan sonra devleti de dönüştürdü. İşte size devrim. İşte size, “Türkiye’de devrim olabilir mi?” Sorusunun yanıtı.
Tracy Chapman’ın şarkısındaki gibi; iş bulma kurumunun önünde sıraya girmiş binlerce kişi, önlerinde alay komutanına haykıran maden emekçileri, adalet ve özgürlük isteyen milyonlar fısıltı halinde de olsa devrimi anlatıyor. Devrimlerini arıyor…
Emekçiler, yoksullar kapitalist sömürüye karşı bir gün ayağa kalkacak; bizim görevimiz buna hazırlanmaktır.
Şu dünyanın en keyifli şeyi Marx okumuş, Lenin okumuş insanlarla tartışmak.
Solcu olmak, sanatla, edebiyatla, sinemayla, tiyatroyla en genel anlamıyla kültürle asgari düzeyde ilgilenmeyi zorunlu kılıyor.
Sosyalizm fikriyle tanıştıktan sonra, sosyalistlerin, devrimcilerin çok okuduklarını gördüm. Kendi kendime senin de okuman lazım dedim, sonra yoğun bir şekilde okumaya giriştim.
Keşke patron partileri çıkıp “biz patronların çıkarını savunuyoruz” dese.
Türkiye sosyalist hareketinde yönetici kadrolar düzeyinde bizim kadar genç bir parti bulunmuyor. Gençlik, yeni dönenin ihtiyaçlarını kavrayabilmek için çok değerli. Genciz ama tecrübesiz, birikimsiz bir toplulukta değiliz. Merkezi kadro birikimimiz ortalama 20 yıldır mücadelenin içinde. Üniversite ve Lise hareketinden gelen, oralarda öncülük yapmış kadrolara sahibiz. Yaş ortalaması 35-40’lar olmasına rağmen 20 yıllık bir mücadele birikimine yaslanmanın büyük bir avantaj olduğunu görüyoruz.
Etkili, güçlü, halkı temsil eden bir sosyalist parti olmadıkça Türkiye kurtulamayacak.
Yalnız insan merdivendir
Hiçbir yere ulaşmayan
Hiçbir yere ulaşmayan
Toplumsal yaşamı belli bir program etrafında düzenlemek, bozuk düzeni yıkıp yerine yenisini inşa etmek, değiştirmek ve dönüştürmek için bir araç arıyorsak, o partidir.
İktidar için siyaset, siyaset için de siyasi parti gerekiyor.
Özellikle son yıllarda Türkiye’de kadınlar gerçek bir “ana muhalefet” rolü üstlenmiş durumdalar. İktidarın tüm karşı hamlelerine, kendileri üzerindeki baskıyı arttıracak tüm girişimlerine rağmen teslim olmadılar.
Boğaziçi’nden rektör olabilecek niteliğe sahip tek bir yandaş çıkaramadılar, oraya dışardan bir sömürge valisi atayıp üniversitenin işini bitirmeye karar verdiler.
Sosyalizm bugün daha feminist daha çevreci olmak zorundadır.
Biz dine değil “dinciliğe” karşıyız. Dini alıp satan, istismar eden, zenginleşmeye veya siyasi nüfuz sahibi olma aracı haline getiren kendi kurallarını ve yaşam biçimini başkalarına dayatan “dincilikle” derdimiz var.
Asgari ücretle yaşayan emekçiler yılın 122 gününde sadece vergileri ödemek için çalışıyor.
Türkiye’de 100 lira vergi toplanıyorsa, bunun yalnızca 35 TL’si gelirden, geri kalanı harcamalardan toplanıyor. Patronların aracı olan devlet açık bir sınıfsal tercihle, Servet sahiplerinden değil, emekçilerden fazla vergi topluyor.
Sosyalizm, kıt kanaat geçinen, yıllarca çalışmasının sonucunda elde ettiği otomobilin, başını soktuğu evin keyfini sürmek isteyen milyonlarca kişinin varlıklarına göz dikmiyor, göz dikmez de. Sosyalizm de devletin mücadele edeceği sınıf, aksine milyonlarca insanın malına mülküne el koyan, onları sınırsız şekilde sömüren patronlardır. Kim halkın malına çöküyorsa onlar bizden korkmalıdır. Usülsüzce aldıkları kamu ihaleleriyle dünya rekorları kıran Cengiz gibi Limak gibi şirketler sosyalizmden rahatsız olmakla haklılar. Bugün yaptıkları kendi korkularını halka yaymaya çalışmak. “Sosyalistler iktidara gelirse malımıza-mülkümüze el koyacaklar” diye bağırıp halkı sosyalizme düşman edebileceklerini sanıyorlar. Evet biz onların haksızca elde ettikleri kazanca el koyacağız; gerçek sahibine, halka, iade edeceğiz. Halkın malına mülküne haksız biçimde çökenlerden alıp halka vereceğiz.
Türkiye’de kuracağımız bir sosyalist iktidar, 1917 yılında Rusya’da kurulanın ya da 1960’da Küba’da yapılanın veya Demokratik Almanya, Çin örneklerinin aynısı veya bir modeli olmayacak.2020’ler Türkiye’sine uygun bir sosyalizm inşa edeceğiz. Teknolojik ve bilimsel ilerlemeler bizim işimizi muazzam derecede kolaylaştıracak.
Şunu gördüm ki. Kübalı çocuklar kapitalizm ne olduğunu bilmiyorlar. Sosyalizmin kazanımlarının, parasız eğitim ve sağlık hizmetinin normal olduğunu sanıyorlardı, belki bir kısmı kapitalizmin bundan fazlasını verebileceğini düşünüyordu.
Küba’da öğrenciler okula gittikleri için devletten aylık ödeme alıyorlarmış.
10 yıl kadar önce Küba Komünist Partisi’nin davetlisi olarak Küba’ya yaptığım ziyarette, bir okulu gezme, öğrencilerle sohbet etme imkanı bulmuştum. Türkiye’deki eğitim sistemini anlatırken, bizim ülkemizde bir öğrencinin ilkokuldan üniversiteye kadar yapması gereken harcamaları alt atla yazdım. Çocuklar gülmeye başladılar. Tercüman arkadaşıma nedenini sorduğumda, Kim okumak için para verir ki? dediklerini söyledi.
Emek ile sermaye arasındaki mücadele hiçbir zaman, çıplak bir şekilde yaşanmıyor. Tarihin hiçbir evresinde işçiler bir tarafa, patronlar da karşı tarafa geçerek savaşmıyor. Haydi savaşın kazanan iktidarı alacak denmiyor. Bu mücadele hep görünürdeki başka siyasal taraflaşmalarla çıkıyor.
Bugün bunca baskı ve zulme
Bunca yoksulluğa ve yoksunluğa rağmen,
Yaşayabilen,
Çocuklarını yaşatabilen insan zaten kahramandır!
Bunca yoksulluğa ve yoksunluğa rağmen,
Yaşayabilen,
Çocuklarını yaşatabilen insan zaten kahramandır!
İnanıyorum ki insani değerlerini yitirmemiş herkes, sosyalizmle tanıştığında “ben de böyle bir toplumda yaşamak istiyorum” diyecektir.
Çoğu genç, “materyalizmi” paragözlük sanıyor. “İdealist” dendiğinde idealleri uğruna mücadele edenler akla geliyor, çünkü böyle öğretiliyor. Kavramlar el çabukluğuyla ters yüz ediliyor. Oysa insan ile para arasındaki karşıtlıkta, paradan taraf olmak kapitalistlerin işi.
İnsandan, ekonomik bir varlık olarak söz ediliyor. Elbette bu kısmen doğrudur, ama insanın amacı ekonomik faydadan ibaret olamaz. Sevgi, dostluk, aşk, tutku, paylaşım parasal olarak ölçülebilir değerler değil ve bunlar eksik kaldığında insandan bahsetmiş olmuyoruz. Kapitalizm, insanı ekonomik bir birime indirgiyor ve piyasanın insafına terk etmek istiyor.
Sosyalizm işte buna itiraz ediyor.
Sosyalizm işte buna itiraz ediyor.
Komünizm, elbette bizim esas hedefimiz: Sınıfların, sınırların olmadığı, herkesin eşit ve özgür bir biçimde barış içinde, adil bir dünyada yaşadığı evre olarak tarif ediyoruz. Sosyalizm ise bunun ön aşaması, yani bir tür geçiş toplumu.
Sosyalizm
Yani şu demek ki dayı kızı
Yani şu demek ki dayı kızı
El kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı
Çocukların, ama bütün çocukların
Kırmızı elmalar gibi gülüşü…
İnsan sosyal bir canlı ve sosyal ilişkiler içinde hızla dönüşüyor. İyi olan, daha iyiye doğru geliştirebilecek tarafları olduğu gibi, kötüye yönelecek tarafları da var elbette. Fakat insanın doğası gereği kötü veya bencil olduğu fikri başlangıç noktamız olamaz. Hele ki hayatın, iletişim araçlarının, teknolojinin, bilimsel ilerlemenin baş döndürücü bir hıza sahip olduğu bir dönemde insan denen canlının düşüncesinin, davranışlarının değişmeyeceğini sanmak yanlış olur. İçinde bulunduğumuz evre, insanı dönüştürüyor.
Kapitalizmin normali ücretli köleliktir, fazlası değil. Kölelikten bir gram bile fazla olan her şey, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile kazanılmıştır. Biz ne kadar örgütlüysek, ne kadar mücadele edersek, sermaye sınıfı o ölçüde geri adım atmak zorunda kalır.
… Bu düzende, eğitim politikasının belirlenmesinde öğretmenlerin, eğitimcilerin yeri yok. Eğitim hizmetini pazarlayarak para kazanan patronlara, “Nasıl bir eğitim?” sorusunu soruyorlar, ama yıllarını eğitimcilikle geçirmiş öğretmenlere sormuyorlar mesela ve bu kapitalizmin için normal!”
Benim için başlangıç noktası, eşitlik ve özgürlük. Sonra adalet ve barış. İnsanın insanla ve tüm doğayla barışık, uyum içerisinde yaşadığı bir uygarlık arayışı… Sömürünün, ezen-ezilen ilişkisinin, ayrımcılığın olmadığı, eşitsizliğin ortadan kaldırıldığı bir toplum ve insanlık hayali, yani komünizm için yaptığımız yürüyüşün en uzun adımı.
Rosa Luxemburg “Ya barbarlık ya sosyalizm”, diyordu. Artık barbarca bir yaşam bile kalmayabilir. Biz de bu nedenle artık sadece “yaşasın sosyalizm” demiyoruz; geldiğimiz aşamanın en doğru ifadesi, yaşamak için sosyalizm!
Bugün ABD, Güney Kore, Kanada, Avustralya gibi sanayileşmiş büyük kapitalist ülkelerin her biri yaklaşık beş dünya varmışçasına kaynakları tüketiyor. Bu açgözlülüğe karşılık bir de Afrika’nın yoksul ülkelerini düşünün, ellerinde belki yarım dünya kadar bile kaynak olmayan ülkeleri. Kaynaklar azaldıkça onu elde etme hırsı kapitalistler arasında iyice baş gösterecek. Belki de çok yakın bir tarihte azalan su kaynakları için savaşlar başlayacak. Toplam gelirin eşitsiz dağılımı ve toplumsal adaletsizlikle birlikte kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkım, biricik dünyamızı yaşanmaz bir hale getiriyor, insanlığı bir sona doğru sürüklüyor.
Bugün küresel ölçekte tüm canlıların yaşamını tehdit eden çeşitli çevresel sorunlarla karşı karşıyayız. Ozon tabakasının incelmesinden türlerin yok olmasına, ormansızlaşmadan iklim krizine kadar farklı boyutlardaki sorunlarla boğuşuyoruz. İnsanlık gıda ve su krizinde. Milyarlarca insan içecek su bulamıyor, temiz suya erişimleri yok. Tarım alanlarının yok olması, kuraklaşma gibi nedenlerle temel gıdaya erişimde sıkıntı yaşayan milyonlarca insan var. Bunların hepsinin arkasındaki temel gerekçe kapitalizmin kâr hırsı. Daha fazla kâr elde edebilmek için ihtiyacın çok ötesinde aşırı üretim yapması, aşırı tüketimi körüklemesi, sözün kısası kâr için her şeyi meşru gören yaklaşımı…
Kapitalizmle sosyalizm arasındaki temel fark bu kadar yalın, bu kadar sade. Kapitalizm parayı, daha fazla para kazanmayı merkeze koyan düzenin adı; sosyalizm ise insanı, insanın yaşamını, özgürlüğünü, mutluluğunu…
Bugün de bu düzende para için insanların birbirlerini öldürmesi normal görünüyor. Nasıl mı?
Miras kavgalarıyla örneğin…Benim aklımın almadığı bu olguyu normal kabul edebilir miyiz? Ama kapitalizm tam da bu miras kavgasıdır, para için insan öldürmenin meşru sayılmasıdır, normalleştirilmesidir…
Miras kavgalarıyla örneğin…Benim aklımın almadığı bu olguyu normal kabul edebilir miyiz? Ama kapitalizm tam da bu miras kavgasıdır, para için insan öldürmenin meşru sayılmasıdır, normalleştirilmesidir…
Kapitalizmin sömürü ilişkileri kendiliğinden bitmeyecek. Maksimum kâr elde etmek için tek yollarının insanı ve doğayı sömürmek olduğunu biliyorlar. Buna karşın insanlığın da doğanın da direnişi büyüyerek devam edecek. Bu ikilik, bu çatışma halen çağımızın temel belirleyeni.