İçeriğe geç

Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik Kitap Alıntıları – Erol Güngör

Erol Güngör kitaplarından Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik kitap alıntıları sizlerle…

Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik Kitap Alıntıları

İnsanları öldüren bombalar değildir; o bombayı yapan başka insanlardır. Eğer teknoloji hem faydalı, hem de zararlı yollarla kullanılabiliyorsa, kendisi tek başına ne zararlı ne de faydalı . Kısacası, değerleri yaratan teknoloji değil, insandır.
Üretim kar arttırıcı açıdan ele alındığı için, kar arttırmaya yaramayan her şey (sosyal değerler) üretim hesaplarının dışında tutulmaktadır.
Modernleşmek için mutlaka Avrupalı olmak gerekmez. Zaten herhangi bir milletin bir başka millete ait kültürü olduğu gibi benimsemesi imkansızdır. Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur.
Kültür ile medeniyet arasında, başka bir ifade ile, hayatın manevi nizamı ile maddi nizamı arasında kesin ayrım yapamayız. Maddi olaylarla manevi -yani psikolojik ve sosyal- olaylar karşılıklı etki halindedir.
Şu halde birtakım örf ve adetleri asılsız saymak gibi, hepsinin aynı değerde olduğunu söylemek de doğru değildir. Bilgimiz geliştikçe benimsediğimiz örf ve adetler bizi hayata daha iyi intibak ettirecek bir mahiyet kazanmaktadır. Bilgimizin gelişmesi sayesinde, örf ve adetleri çok dar ampirik kalıplar içinde değerlendirme hatasından da kurtulmuş oluyoruz.
Bizi cinayetten alıkoyan, yani cinayet işlemenin kötü olduğunu söyleyen bir örftür ; bu örf rasyonel düşünceye dayanan bir kanun şeklinde de kendini gösterebilir ; ama cinayeti engelleyen bir örf yoksa, herkesin arkasına bir polis koymak gerekir.
Batı’nın ilim ve tekniği tezini ileri sürenler, genellikle gelenekçi tavrın temsilcileriydi ve bunların ilim derken kast ettikleri şey daha çok fen, yahut uygulamalı ilimdi. Meselâ tıp, ziraat, fizik, kimya gibi konularda doğrudan doğruya tatbikata yani keşif ve icatlara, alet ve vasıtaların kullanılmasına yol açan bir ilmî çalışma düşünülüyor, aynı ilmin dünya görüşü ile ilgili konuları adeta akla bile gelmiyordu. Botanik ilminin verdiği bilgilerle bitki yetiştirmeye kimsenin itirazı yoktu, ama mesela bunlarla birlikte bir Darwin teorisinin düşünce sistemimizde yer alması kolay hazmedilir bir şey değildi.
İnsanları öldüren bombalar değildir; o bombayı yapan başka insanlardır. Eğer teknoloji hem faydalı, hem de zararlı yollarda kullanılabiliyorsa, kendisi tek başına ne zararlıdır, ne de faydalı. Kısacası, değerleri yaratan teknoloji değil, insandır.
Kari Manhiem ‘İnsan, cemiyetin sos­yal ve tarihî yapısı hakkındaki en vâzıh görüşe ya o ce­miyet içinde yükselirken, ya da düşerken ulaşır.’
”İnsanları öldüren bombalar de­ğildir; o bombayı yapan insanlardır. Eğer teknoloji hem faydalı, hem de zararlı yollarda kullanılabiliyorsa, kendisi tek başına ne zararlıdır, ne de faydalı. Kısacası, değerleri yaratan teknoloji değil, insandır.
Bu vakar ve ciddiyet, padişahından köylüsüne kadar herkesin ortak vasfı idi. Hattâ münevver üst tabakanın vakarını kaybetmesinden sonra dahi halk bu asaleti devam ettirmiştir. De Amicis’in anlattığına göre: Bütün Türkler bir fikir üzerine düşünceye dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatının ifâdesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur. İnsan, paşadan, küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduğunu zanneder. Her tarafta mümkün olduğu kadar az konuşulmakta ve sakin hareket edilmektedir. Şarkı söylemek, gürültülü kahkahalar ve avamî çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlar yaratmak gibi şeylere hiç rastlanmaz. Hiçbir tarafta haylaz ve dilenci gürûhuna tesadüf edilmez. Her tarafta çeşitli sosyal sınıfların birbirlerine karşı saygı duydukları müşahede edilir
..
Kaza ve kader akidesi Türklerin zihninde kökleşmiştir. Bu bâtıl itikada körü körüne tâbi oldukları malûmdur. Çok defâ bu akide onlarda şecaât yerine geçer, sebat ve metanetlerini artırır, ölümü bile tevekkülle göze almalarına sebeb olur. İşte bundan dolayı gözle görülecek kadar muhakkak tehlikeler bile onları yıldırmaz. Ateşlerin içine, düşman süngülerinin üstüne atılıp, vücutları delik deşik olduktan sonra bile, eğer henüz ecellerinin geldiğine kani değilseler, hayatlarından ümit kesmezler
(Fransız Tarihçisi A. Costellian)
..
Türk son derece mütevekkildir. Bütün servetinin bir yangında kül olup gittiğini hiç sızlanmadan seyreder. Halbuki yanıbaşındaki Frenk, Ermeni, Rum yahut Yahudi, ye’sinden çığlıklar koparır ve hattâ bazen bir kaç parça eşya kurtarayım derken alevlerin içinde helâk olup gider. Müslüman Türk sebeb-i hayatı olan annesiyle babasının, sevgili karısının, yahut ihtiyarlık günlerinde son ümidi olan çocuklarının kendi kucağında can verdiklerini gördüğü hâlde ne gözyaşları döker, ne içini çeker, hattâ ne ağzından en ufak bir teessür sızıltısı çıkar; çünkü öyle davranacak olursa mukadderata karşı gelmiş olacağını düşünür. Er meydanlarında şecaatının mükâfatı olarak zafer kazanacak olursa yalnız Allah’a şükretmekle yetinir. Fakat muzafferiyet ümitleri uzun ve acı muvaffakiyetsizliklerle kırıldığı takdirde felâketini Allah’ın eliyle olmuş sayar; vuruşur ve şehid olur. Artık vazifesini yapmıştır, üst tarafı kendi elinde değildir
( Dr. A. Brayer)
VAKAR: Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Azamet ve izzet.
Muradgea d’Ohsson’nun müşahedelerine göre:
– Senenin hiçbir mevsiminde bu milletin ülkesinde ne balo maskeleri, ne sokak dansları, ne karnaval eğlenceleri ne de başka yerlerde daima rastlanan gürültülü halk şenlikleri görülür. Osmanlı Türklerinin millî karakterini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığın, durgunluğun tasviri kolay değildir. dünyada huzur ve sükûna bundan daha müptela bir millet yoktur. Ne kimseyi rahatsız eder, ne merak gösterir. Biraz fevkalâde bir şey, meselâ, bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve daha fazla oyalanmaya gerek görmeyerek yoluna devam eder. Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç yahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyecek hareketlerdir
Bizde de Türkçülük’le Türkoloji birlikte ilerlemiştir.
Tarihi ve dili hem eski, hem zengin olan milletlerde milliyetçiler herşeyden önce bu varlığı milletin önüne sermeye, onu bu hazinelerden haberdar etmeye çalışmışlardır.
Bazı milletlerin çok eski bir tarihi bulunmakla beraber, milletin fertlerinde, hatta aydınlarında bile, tarihin gerçeği ile tarih şuuru birbirine uymayabilir.
Mesajla bizim(Türklerin) objektif tarihimiz Milattan çok öncelere gittiği halde yakın zamanlara kadar tarihimizin başlangıcı İslam tarihinin başlangıcıyla aynı sayılırdı.
Milli tarih şuuru, millete ait tarihin basit vakalar yığınından ibaret değil de, bugünkü kaderi çizen manalı bir zincirin halkaları halinde anlaşılması demektir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Geçmişe sımsıkı bağlı kalmanın bugün için problem olan tarafı, eskiye dönüş arzularından ziyade, eskiden kalanları değiştirmekteki tereddüt ve direnmedir.
Fakat geçmişimiz bazan istikbali göremeyecek kadar gözlerimizi kamaştırıyor ve gereği kadar gerçekçi olamıyoruz.
Tarihte değil bugünde yaşadığımızı, dolayısıyla karşımızdaki problemleri ancak bugün geçerli olabilecek bilgi ve teçhizatla çözebileceğimizi adeta unutuyoruz.
Büyük bir tarih, büyük bir milli şahsiyet anlamına gelmektedir.
Bize böyle bir şahsiyet sağlayan geçmişimizi tebcil etmekten, ona bağlılık ve saygı duymaktan daha tabii ne olabilir?
Etrafta bir adam yok mu? diye bunaldığımız zaman biliyoruz ki Türk milleti en sıkıntılı zamanlarda bile kendine yol gösterecek liderlere sahip olmuştur.
Buhran dönemlerinde bazı guruplar geçmiş bir altın çağa hasret duyarlarken, bir başka gurup da pekala ileride ulaşılması hayal edilen bir başka cemiyet tipi sayesinde kurtuluşa erişileceğini düşünür.
Bugün yapılacak iş, Batı medeniyeti için en uygun sansürün veya kontrol mekanizmasının ne olduğunu aramak yerine – ki böyle bir şey zaten mümkün değildir- Türkiye’de sağlam bir milli kültür kurmanın yollarını araştırmaktır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Odaklaşma iddiasına karşı çıkanların en çok üzerinde durdukları örnek Japonya’dır.
Japonya aynı medeniyet içinde gelişerek sanayileşen Batılı ülkelerden tamamıyla farklı bir geleneği temsil etmektedir ve modernleşmeyi onlarla eşit ölçüde -belki bazı noktalarda daha kuvvetle- başarmıştır.
Önümüzdeki yıllarda buna bir de Kore ve Çin örneklerinin katılmasını bekleyebiliriz.
İlimdeki ilerlemelerin Batı dünyasında ne büyük değişmeler yarattığını az-çok bildiğimize göre, bizde de büyük bir zihniyet değişikliğine yol açmasını beklemeliydik.
Modern teknoloji de Avrupa -ve Amerika- dışında bir kültür bölgesine yerleştiği zaman; artık orada Avrupa’dakinin aynı olamaz; nitekim olmamaktadır.
Burada bizim özümleme (assimilation) dediğimiz olay meydana gelir; yani herhangi bir unsur hangi bütününün bir parçası oluyorsa o bütün tarafından özümlenir.
Modern teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen kıymetleri hakikatte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin yaratmış olduğu kıymetlerdir.
İşte tartışmamızın can alıcı yeri budur ve teknolojinin aktarılmasında karşılaşılan en büyük problemler, bu nokta etrafında düğümlenmektedir.
Sağlam bir strateji takip edebilmek için herşeyden önce teknolojik değişmenin genellikle kültür değişmesi içindeki yerinin iyi bilinmesi gerekiyor.
Gökalp’e göre, Batı medeniyetine girmekle ne Türklüğümüzden, ne de Müslümanlığımızdan bir şey kaybedecektik.
Onun meşhur Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim formülündeki bu üç unsur birbiriyle uzlaşan şeylerdi.
Din, Türklerin icadı olmadığı için medeniyete dahildir, ama Türk halkı onu kendine göre benimsediği için kültüre girmiştir.
Gökalp -belki de pratik bir endişe ile- değiştirilmesi istenmeyen bütün değerleri kültür adı altında topladı, değiştirilmesi istenenleri ise medeniyete dahil şeyler olarak gösterdi.
Birinci guruba giren değerler milletlerin öz malı olan şeylerdi; bunların değişmesi değil, gelişmesi söz konusu idi.
İkinci, yani medeni değerler gurubuna giren değerler ise, kültürün inkişafına imkan vermedikleri takdirde değiştirilmesi gereken şeylerdi.
Gökalp bizim ilk sosyoloğumuz olmak itibariyle, bu konuda başkalarının bilmediği tahlil vasıtalarına sahip bulunuyordu.
Milliyetçilikle -yani Türk mili kültürünü koruma ve geliştirme iddiası ile- Batı medeniyetçiliği arasında uzlaşmaz bir halin bulunmadığını, her ikisinin de bir arada, hatta bir bütün halinde yaşayabileceğini göstermeye çalıştı.
Türkiye’ye gelince, onun asıl talihsizliği bu medeniyet alışverişinde kendi millî kültürünün dıştan ziyade içten tahribata uğraması, böylece Batılılaşmanın bozucu tesirlerine tamamen açık bir hâle getirilmesidir. Türkiye’de bugün hâlâ bağımsız bir kültür şahsiyetine söz ediliyorsa, bunu bizim eski kültürümüzün her türlü hoyratlık karşısında hâlâ direnecek kadar kuvvetli olmasına borçluyuz.
Bir ülke, bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece manevî kültürünü benimsemek istese bile bunu istediği şekilde gerçekleştiremez. Birtakım teknolojik değişmeler manevî kültürde de değişmelere yol açacak uygun bir zemin yaratır. Aynı şekilde, inanç ve tutumlardaki değişmeler teknolojik değişmeleri hazırlar.
Çok söz Kur’an’a yakışır.
Hakikatte kültür değişmeleri üzerinde şimdiye kadar yapılan araştırmalar göstermiştir ki, bir kültürün mensupları kendilerini karşılarındakinden daha aşağı gördükleri nisbette yabancı kültürün daha ziyade prestij yaratan dış görünüşlerine önem vermekte, karşıdakilere hakim bir tavırla baktıkları zaman da daha çok gerçek ihtiyaçlarını giderecek unsurları almaktadır.
Yiyecek maddelerinin gıda değeri hakkında bilgisi olan bir insan karnını boş şeylerle doldurmaz; insanların aynı zihin kalitelerine sahip bulunduğunu bilen bir insan köleliği ve ırkçılığı reddeder.
Bir şeyin izahını yapmak, herşeyden önce onun tarihine bakmak demektir.
Russell “ Batı’da teori tatbikatı takip eder, Doğu’da ise bütün tatbikatın teoriden çıkarılmasına çalışılır”
İnkilapçının dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden çatışmadan doğmaktadır.
İnsanların aynı zihin kalitelerine sahip bulunduğunu bilen bir insan köleliği ve ırkçılığı reddeder.
İnsanları öldüren bombalar değildir; o bombayı yapan başka insanlardır. Eğer teknoloji hem faydalı, hem de zararlı yollarda kullanabiliyorsa, kendisi tek başına ne zararlıdır, ne de faydalı. Kısacası, değerleri yaratan teknoloji değil, insandır.
《 Ne tabiat Ne de tarih bize Ne yapmamız gerektiğini söyler. Olgular, ister tarih ister tabiat olguları olsun, bizim seçeceğimiz hedefleri tayin eden şeyler değildir. Tabiata ve tarihe bir maksat ve mana sokan bizleriz. İnsanlar eşit değildir, ama biz eşit haklar kazanmak için mücadele etmeye karar verebiliriz. Devlet gibi beşeri müesseseler rasyonel şeyler değildir, ama biz onları daha rasyonel hale getirmek için mücadele etmeye karar verebiliriz. Hayatta gayemizin ne olacağı, hangi hedefler için çalışacağımızı tayin etmek bize kalmış bir iştir. 》
Geçmişimizden hoşlanmayanlar , o geçmişin kolayca geri gelebileceğinden korkuyorlar; bu yüzden geleneklere bağlı olanları eski devri hortlatmak niyetiyle suçluyorlar.
Türkiye’de bugün hâlâ bağımsız bir kültür şahsiyetinden söz ediliyorsa, bunu bizim eski kültürümüzün her türlü hoyratlık karşısında hâlâ direnecek kadar kuvvetli olmasına borçluyuz.
Göçebe kültürünün ayakta kalmasını temin edecek en büyük vasıta sağlam ve katı disipline dayanan bir nizamdır. Türklerin yer­leşik medeniyet devrinde de devam ettirdikleri bu ni­zam devlet fikrinin üstünlüğüne yol açmıştır ki, bu­ günkü Türk halkına maziden kalma en kuvvetli geleneklerden biri budur. Bir yerde Türk varsa devleti de vardır, devleti yoksa Türk yoktur.
Derme-çatma bir millet olmadığımız için, bazı aydın çevrelerin bütün yürek karartıcı sefaletine rağmen, gururumuz ayakta kalıyor ve gelecek için büyük ümitler besleyebiliyoruz.
Hiç kimse kendisinden farklı meziyetleri bulunmayan bir kimseyi kendine rehber ve lider edinmez.
Türklerin namuskârlıktan ayrıldıklarını hiç görmedim. Rumlar ise sözlerinde durmamış olmaktan pek utanmazlar ve Türklerden yedikleri dayak vesaire cezalara rağmen düzenbazlıktan pek sıkılmazlar bilhassa Rum kasaplarla bakkalların hileli terazi ve ölçü kullanmak veyahut bozuk gıda maddeleri satmak gibi suçları sabit olduğu için dükkanlarının önüne kulaklarından çivilenerek saatlerce teşhir edilmelerine sık sık tesadüf edilir.
(A. del la Motreye, 1727)
Türkiye’de sizi aldatan birine mi rastladınız biliniz ki bu muhakkak bir Ermenidir. Memleketin hususiyetlerine iyice vakıf olan Eskişehir’li büyük bir patiska imalatçısı bana tecrübelerini kendisine şunu ürettiğini söyledi: Bir Türk’le mi iş yapacağım mukavele yapmaya lüzum görmem, sözü kafidir. Ama bir Rum veya başka bir Hristiyan ile iş yapacaksan yazılı mukavele yaparım bu şarttır. Ermenilere gelince onlarla yazılı da olsa hiçbir mukavele yapmam. Zira hiçbir mukavele onların yalan ve desiselerine karşı kâfi bir garanti sayılmaz.
(Korte, Les Armeniens en Anatolie, 62-63)
Anadolu’da Ticaret prensibi şudur: Servetini kaybetmek istemiyorsan Hristiyana sahip olduğun malın onda birinden fazla borç verme ama bir müslümana vereceksen korkmadan on mislini de verebilirsin

-Elisee Reclus

Hakikatte kültür değişmeleri üzerinde şimdiye kadar yapılan araştırmalar göstermiştir ki, bir kültürün mensupları kendilerini karşıdakilerden daha aşağı gördükleri nisbette yabancı kültürün daha ziyade prestij yaratan dış görünüşlerine önem
vermekte, karşıdakilere hâkim bir tavırla baktıkları zaman da daha çok gerçek ihtiyaçlarını giderecek unsurları almaktadır. Hâkimiyet
duygusuna sahip olanların en çok mukavemet ettikleri şey kendi hâkimiyetlerinin sembolü olan unsurların değiştirilmesidir. Meselâ Osmanlı Türkleri kendi topraklarında yaşayan Hiristiyan ve Yahudi azınlıklara eşsiz bir müsamaha gösterdikleri halde, onlar üzerindeki hakimiyetlerinin bir işareti olmak üzere, bu azınlıkların şehir içinde ata binmelerini, silah taşımalarını ve Mislümanlar gibi giyinmelerini
vasaklanmışlardı. Tanzimat devrinde Avrupalı devletlerin baskısıyla devlet bütün teb’asıni eşit saymaya taannud ettigi zaman Türk halkı bu tavrı katiyen benimsemedi. Kıyafet degiştirmelerine karşı menfi tavrın sebebi de budur. İlk defa Sultan Ikinci Mahmud’un Avrupa kıyafetini iktibas etmesi kendisi hakkında Gavur Padişah denmesine yol açmıştır.
Tarihi eskilere gitmeyen, dolayısiyle kültürü de az gelişmiş ve genellikle hetorojen olan milletlerde tarihi araştırmak yerine bir tarih yaratmak gayretleri daha çok görülüyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin
tarihi buna örnektir. Amerikan tarihçiler Kristof Kolomb’un karaya çıkışı ile başlayan tarihlerini zaman içinde geriye doğru uzatmak imkanını bulamadıkları için, o kısa devre içinde meydana gelen olayları alabildiğine süsleme, adeta bir efsane havası verme yoluna gitmişlerdir. İlk göçmenlerin azim ve cesareti, Amerika’yı vatan edinme yolunda çektikleri büyük ıstıraplar, İngiliz idaresinin ne kadar kaba ve zalim olduğu, bağımsızlık mücadelesine girişenlerin büyük kahramanlıkları, Kızılderililerin vahşeti başlıca temalarıdır.
Bugün Kainattaki insan varlığının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi asılı duran nükleer savaş tehlikesi teknolojik medeniyetin bir eseridir. Teknoloji sayesinde zirai ürünlerimiz çok arttı, ama sularımız ve havamız canlı neslini tüketecek kadar tehlikeli bir şekilde kirlenmeye devam ediyor.
Șu noktada hemen bütün dünya müttefiktir ki, yeni Türk eski Türk’ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah vasıtalarımızı, ayıplarımızla kötülüklerimizi, mânâsızlıklarımızı benimsemiştir; fakat hislerimizle fikirlerimizi (yani ilim ve sanatı) henüz kabul etmiş olmadığı için, bu yarım-yamalak istihale esnasında eski Osmanli-Türk karakterinin bütün iyi taraflarını kaybetmiştir. Eski Türk’ün, batı medeniyeti eserleri olarak şimdilik gördüğü şeyler tembel, kabiliyetsiz, imansız, para düşkünü, frenk taklitçisi, her türlü an’anenin düşmanı ve uşak ruhlu sürü sürü memurlardan ve atalarının pabucu bile olmayacak küstah, hayasiz bir çeşit şık gençlik güruhundan ibarettir.

(De Amicis).

Yukarıdaki satırların yazıldığı tarih 1883’dür. İfade
biraz ağır görünmekle beraber, son yüzyıldaki kültür
ve karakter değişmesinin istikameti hakkında doğru
bir fikir verdiği kanaatindeyim.

İki nesil, yani 25 yıl farkla iki Türk birbirinin dilini anlayamıyor; bu değişme hızı devam ettiği takdirde gelecek nesil de bugün yirmi beş yaşında olanların dilini anlamayacak, dolayısiyle Türkçe diye bir dil kalmayacak demektir.
Millî tarih şuuru, görüldüğü gibi, basit bir tarih bilgisinden ibaret değildir. Buradaki şuur kelimesi bilgi ile birlikte ve belki ondan daha çok duygu manasında anlaşılmalıdır. İnsanla tarih arasında bir hissî bağlılık kurulduğu takdirde o zaman insan- tarih özdeşleşmesi mümkün olmaktadır. Bir milletin fertleri o millete ait tarihin büyük olaylarını kendi özel geçmişlerinin olayları halinde görmeye başlayınca bu özdeşleşme olmaktadır. Kendi geçmişimiz nasıl bizim şahsiyetimizin temelini teşkil ediyorsa, milletimizin geçmişi de milletimizle birlikte hepimizin malıdır. Bu geçmişin içinde her şey övünülecek mahiyette olmayabilir, belki insanı utandırıcı şeyler de bulunur; ama hepinizin özel geçmişinde bu türlü utançlar yok mudur?
Tarih şuuru, tarihin akışı hakkında belli bir görüş sahibi olmak demektir. İnsan tarih olaylarını mânâlı bir bütün içindeki parçalar halinde gördüğü anda tarih şuuru kazanmış olur.
Milliyetçi aydınlar halka genelde yakın durarak, geleneklere saygılı olduklarını, gösterdiklerini sanarlarsa yanılırlar! Hali hazırda efendi ve terbiyeli, sempatik bir Avrupalı’da halka yakın olabilir. Yani; halka yakın olmak için şart değildir.
Farklı tezleri savunanlar ilmi kriterlere kendi arzularını karıştırmasalardı, belki daha kısa zamanda meseleyi açıklığa kavuşturabilirdik. ( Kültür Değişimi ve Milliyetçilik Üzerine)
İnsanların aynı zihin kalitelerine sahip bulunduğunu bilen bir insan, köleliği ve ırkçılığı reddeder.
İnsanlar, kendi cemiyetlerindeki örf ve adetleri, herhangi bir akıl ölçüsüne vurmadan öğrenirler ve benimserler.
Gerçekten, bir şeyin izahını yapmak, herşeyden önce onun tarihine bakmak demektir.
İnsan cemiyetin sosyal ve tarihi yapısı hakkındaki en vâzıh* görüşe ya o cemiyet içinde yükselirken, ya da düşerken ulaşır.

*Kuşkuya yer bırakmayacak denli açık olan.

Esas itibariyle çocukluk çağına mahsustur ve daha çok zihinde geçen şeylerle realitede olanlar arasındaki farkı ayırdedememe şeklindedir.
Batıda teori tatbikatı takip eder, Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden çıkarılmasına çalışılır.
Nükleer teknolojinin ürettiği enerjiyi bomba yapmakta kullanan da biziz, kanser tedavisinde kullanan da.
Avrupalılaşmak ile modernleşmek aynı şey değildir.Bu yüzden, modernleşmek için mutlaka Avrupalı olmak gerekmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir