İçeriğe geç

Oğullar ve Rencide Ruhlar Kitap Alıntıları – Alper Canıgüz

Alper Canıgüz kitaplarından Oğullar ve Rencide Ruhlar kitap alıntıları sizlerle…

Oğullar ve Rencide Ruhlar Kitap Alıntıları

Acının tesellisi acıdır.
Dünya gözüme cehennem, insanlar da birer şeytan gibi gözükürdü.
Gerçek acı sessizdir
Nefret dolu bir canavardım. Ne kadar nefret dolu olduğumu gördükçe kendimden daha da nefret ediyordum.
İnsanların ruhunu çürümeye mahkûm etmek, onları içki şişelerinde, hayal dünyalarında teselli aramaya itmek çok daha büyük bir suçtu ve bunu yapanların ikiyüzlülüklerini, sığlıklarını suratlarına çalmak istiyordum.
Söyle bakalım küçük, ne yapmayı düşünüyorsun büyüyünce?
Cehennemde çiçeklendirme yapmayı düşünüyorum.
yakınlık duyuyordum ona.
Belki bir de, sızılı gözlerinde hep yıldızlar kaydığı için.
Dünyada bir dolu sevimsiz insan var.
Sapı samandan ayırabilecek bir insan evladıyla karşılaşamayacak mıydım şu dünyada?
Evrime müdahale etmek, akıllı insanın yapacağı iş değildi.
İşte nihayet benim de hayattan bir beklentim vardı. İyi bir orta bekliyordum hayattan. Şöyle gelişine vurabileceğim, kavisli bir orta.
Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
“Gerçek acı sessizdir, bir huzurevi gibi.”
“Hiçbir yer de bir yer sayılabilirdi pekala.”
“Çünkü gerçek, hayal kırıklığıdır.”
Eğitim denen şeyi ne zannediyordu ki? Okulda insanın asıl öğrenmesi istenen, anlatılan dersler değil ders anlatılırken susması gerektiğidir.
Gece hepimizi korkularımıza, acılarımıza daha bir yakınlaştırır.
Sadece salak salak gülüyorlardı. Kendilerini hep dışarıda bıraktıklarıyla tanımlayan insanlar böyledir. Bir tür uyuşturucu, alttan alta hep var olan sessizliği işitmelerini önleyen bir tür gürültüdür kahkaha onlar için. Gülmek, hayatla yüzleşmekten korur onları.
Hiç güvenilir tipler değil anlayacağınız. Sorun değil, en azından insan doğasını gerçekçi bir biçimde yansıtıyorlar. Ayrıca her halleriyle hayli neşeli, eğlenceli çocuklar. Bazen merak ediyorum, hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Dünya hala dönüyordu işte.Bütün pespaleyeliğle.
Acının tesellisi acıdır.
Her neyse;hayat her durumda sonu kötü biten bir hikaye değil midir zaten?
” Gerçek acı sessizdir.dedim. ”Bir huzurevi gibi ”
”Korkularının üstüne yürümelisin evlat.Huzuru ancak orada bulabilirsin. ”
Şeklin bir önemi yok. Mühim olan
iç güzelliğidir. Özdür. ?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bazen de dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız.
Dünya hala dönüyordu işte. Bütün pespayeliğiyle.
Kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık!
Kendilerini hep dışarıda bıraktıklarıyla tanımlayan insanlar böyledir. Bir tür uyuşturucu, alttan alta hep varolan sessizliği işitmelerini önleyen bir tür gürültüdür kahkaha onlar için. Gülmek, hayatla yüzleşmekten korur onları.
Dünya hâlâ dönüyordu. Bütün pespayeliğiyle.
Bu hayatta insanın insana ihtiyacı vardı ve yüreğimin ta derinlerinde bir yerde, onun tek dostum olduğunu hissediyordum. Bak, onu şöyle bir düşünmek bile nasıl gülümsetivermişti beni.
Her neyse; hayat her durumda sonu kötü biten bir hikâye değil midir zaten?
Tanrı’nın kullarına güven ve sevgi hissettirmek için seçtiği insanlardan değildim ben. Hiçbir zaman da olmayacaktım.
İnsan bazen ne kadar da aptal olabiliyordu?
her şey var ve yokların içinde saklı.
Çözülecek onca mesele varken, ben mutluluğun makul bir tekrarlar bütünü olduğu biçimindeki tuhaf düşünceye saplanmış, kendime sonsuza kadar sürdürülebilecek münasip bir yaşam döngüsü kurgulamaya çalışıyordum. Sabahtan akşama kadar dakika dakika ne yaşanacağını bildiğim kahredici bir düzene ihtiyacım vardı.
Posbıyık’ın da dediği gibi, en yüksektekinin en yalnız olması doğaldı. Uykuya dalmadan hemen önce gelecekten, mutlu geleceğimizden söz ettiklerini duydum. Heyhat, gelecek benim için sadece uzak bir hatıraydı.
Annem bir şey fısıldayacakmışçasına kulağıma doğru uzandı. Bir zamanlar hayat verdiği gibi şimdi de hayatın sırrını verecekti bana, biliyordum, ve sonra da cehenneme yollayacaktı. Buna değer diye düşündüm.
Unutulmamalıdır ki, Tanrı bile bir yerden başlamak zorundadır.
Bir kralın çıkınında ne olduğunu asla bilemezsin.
Şaşırmak, sevindiriyor beni aslında.
“Ben devrik cümle bile kuramazdım. Kuramazdım, çünkü korkardım. Sorumluluklarım vardı. Akranlarım bozuk bir Türkçeyle gül gibi anlaşırken, bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme sonuç kavramlarından bihaber, rastgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon yazarken ben Ben kendime ihanet eder, cümlenin öğelerine sadık kalırdım. Ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. Bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii. Bilsem (Buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim alnıma düşer ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) Bilsem anlamı öldürür, yine de cümleyi kurtarırdım. Oysa şimdiki halime bak. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık! Saçma sapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık bir utanç veriyor!
Yapmamalıydım. Kimse bir yalan olduğu fikrine inanmak istemez. Ama öyledirler. Herkes bir yalandır.
Annem derhal başka bir anaokuluna gönderilmem fikrini ortaya attı. Babamla ikisi işteyken benim evde yalnız kalmamı istemiyordu. Nedense evdeki tüm ilaçları yutup kendimi öldüreceğim gibi tuhaf bir düşünceye kapılmıştı. Oysa kim böyle bir salaklık yapar ki? Kendini camdan aşağı atmak varken.
Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
Meseleyi anmamak da anmak kadar ona duyduğunuz ilgiye yorulabilir. Sanırım tutumlara bakmak bu noktada bizi bir yere götürmez. Netice itibarıyla pek çok zaman insanın fazla bir tutum alternatifi olamıyor. Aynı tutum, farklı olgunluk seviyelerinde karşılık bulabilir.
Konular sığ insanlar içindir.
Çünkü duygularımızı canlı kılmanın yegâne yolu devinmektir. Durağanlık dimağ gücü verirken insanı hissizleştirir. (Referans: Çağdaşyaşam Tecimsel ve Agorafobik Bilgiler Ansiklopedisi.)
Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikâyesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı’yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.
Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın, yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.
Bütün orta-sınıf çalışanları gibi iş günlerini hafta sonunu bekleyerek, hafta sonunu da iş günlerini özleyerek geçiriyorlardı. Ömürlerinin son dakikasının nasıl geldiğini anlayamayacaklardı bile. Sistemin zaferi.
Adalet denen şey bir yalandan ibaretti.
“Ben… Tekrar özür dilerim eğlencenizi bozduğum için,” dedi.

“Boş versene evladım,” diye yanıtladı Amcabey. “Eğlenmek istesek tiyatroya gideriz. Biz buraya acı çekmeye geliyoruz. Acının tesellisi acıdır.”

Cinayeti kimin işlediğini umursamıyordum aslında. İnsanların ruhunu çürümeye mahkum etmek, onları içki şişelerinde, hayal dünyalarında teselli aramaya itmek çok daha büyük suçtu ve bunu yapanların ikiyüzlülüklerini, sığlıklarını suratlarına çalmak istiyordum.

Hayır, delilerin değil en aklı başında insanların evlerine girip gırtlaklarını kesebileceğini anlasınlar istiyordum.

O mermer sıçan götlerinin tehlikede olduğunu bilsinler ve geceleri rahat uyuyamasınlar istiyordum.

Bana anlattığın şu masal vardı ya, ” dedim yanına eğilerek. Parmaklarımı belli belirsiz saçlarına ve yanaklarına değdirdim. ”O masalın sonunu eksik biliyorsun. Aynanın kırıkları gözüne kaçan insanlar ağlayarak kendilerini kurtarabilirler. Gözyaşlarıyla birlikte aynanın kırıkları da akıp gider çünkü. Ama o kırıklar bazılarının yüreklerine saplanmıştır. Böyleleri ne kadar gözyaşı dökerse döksün bir işe yaramaz; onlar her zaman lanetli kalacaktır.
Nefret ona çiçeklerden daha çok yakışıyordu. Her kadına daha çok yakışır.
Eğlenmek istesek tiyatroya gideriz. Biz buraya zaten acı çekmeye geliyoruz. Acının tesellisi acıdır.
Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
Tanrının kullarına güven ve sevgi hissettirmek için seçtiği insanlardan değildim ben. Hiçbir zaman da olmayacaktım.
Şeklin bir önemi yok. Mühim olan iç güzelliğidir. Özdür.
Bu tasavvufi yaklaşım masadaki havanın bir an durulmasına yol açtıysa da Tahtakafa muhabbeti eski tavına getirmekte gecikmedi. “Yahu Amcabey, sen hep demez misin özde hepimiz biriz diye?
Eee?
E herkesin özü aynıysa o zaman biz de şekle bakacağız tabii.
O da doğru lan, dedi Amcabey kafasını kaşıyarak. Haklısın galiba.
Çocuk, insanın atasıdır.
Merak etme. Her şey yoluna girecek.
Çoğunlukla babamın söylediklerine inanma eğilimindeyimdir. Biber yedikten sonra su içersem ağzımın daha fena yanacağı, bazı böceklerin sopayla dürtüklendiğinde top gibi yusyuvarlak bir hale geldiği, efsanevi Beşiktaşlı oyuncu Şükrü Gülesin’in kornerden onlarca gol attığı ve soldier kelimesinin İngilizcede asker anlamına geldiği hep ondan öğrendiğim gerçeklerdi. Ancak bu sefer yanıldığını biliyordum. Hiçbir şey, hiçbir zaman daha iyiye gitmezdi. Sadece insan için daha rafine sarhoşluk yöntemleri geliştirmek mümkün olabilirdi. Sana inanıyorum, dedim.
Annem, babama ve tanışmalarına vesile olan karıya ilene ilene pencerenin önünde dört dönerken, ben annemin özel günler için sakladığı kuru yemiş stokundan apardığım bir kâse ay çekirdeğini çitleyip televizyona bakıyor ve ölmek istiyordum.
Ne var ki düşünmek hiçbir işe yaramıyordu.
Sadece cehennemde bile kurallar olması gerektiğini öğrendim. Şeytan ıslah edilemezdi belki ama cezalandırılabilirdi. Hiç değilse Tanrı’dan ayırt edilebilmesi için ona yaptıklarının bedelini ödetmek gerekiyordu.
Kafanızı ezmesini beklediğiniz biri sizi kucaklayıverirse onu kendinize dünyadaki herkesten daha yakın hissedersiniz. Ayrıca insanın zihnindeki iyi/kötü kategorilerini altüst etmek beyin yıkamanın birinci koşuludur.
Tanrım, diye feryat ettim içimden, hani babaların işlediği günahların acısı çocuklarından çıkardı? Neden bizim durumumuzda hep tam tersi oluyor?
Adalet denen şey bir yalandan ibaretti. İnsanlar suç işledikleri için değil, işlenmemesi gerektiği için cezalandırılıyordu. Sistem gaddarca bir caydırıcılık üstüne kurulmuştu. Paris Mahallesi’ndeki birkaç zavallının canını yakıyordunuz, bunu gören diğerleri uslu uslu oturmaları gerektiğini anlıyorlardı. Güçlüler güçlerini korumak için gözlerini kırpmadan insanları harcıyor ve adına da toplum düzeni diyorlardı.
Böyle bir mahallenin adını neden Paris koymuşlar acaba?
Bilmem. Belki Baudelaire’i çok sevdikleri içindir.
Demek haydutluktan arta kalan zamanlarında şiir okuyorlar ha?
Şiir karın doyurmaz, dedim. Söyledim, çok yoksullar.
Yoksulluk çeken herkes eşkıya olmuyor. Herkes Baudelaire de olmuyor.
Kaçmak ya da dövüşmek. İşte bütün mesele. Yanlış karar verirsen evrimin mezesi oldun demektir.
Sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. Ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. Üstelik siz ananızın canınıza okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. Nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir yana dağılır. Onların huzurunu kaçırmak sizi öyle çok üzer ki, içiniz feci bir dışlanmışlık duygusuyla dolar. Birden gözlerinize yaşlar hücum eder. Bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. İki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. Sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. Usulca oynatırsınız parmağınızı. Hâlâ oradadır. Derken diğerleri ona katılırlar. Yerde yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. Sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür.
Bir gün toz zerrecikleri sizi bağrına basarsa bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya çıldırdınız. Hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.
Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir. Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikâyesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı’yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutmaması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir