İçeriğe geç

Türkçe "Off" Kitap Alıntıları – Feyza Hepçilingirler

Feyza Hepçilingirler kitaplarından Türkçe "Off" kitap alıntıları sizlerle…

Türkçe "Off" Kitap Alıntıları

Gözüm en çok gençlerde. Bu kitabı en çok onların okumasını, okurken gülümsemelerini, yararlanabileceklerse de yararlanmalarını diliyorum.
Bunlar, şunlar gibi sözcükler, insan için kullanılmaz; bu sözcükleri insan için kullandığınızda siz istemeseniz bile sözünüz küçümseme veya hakaret ya da adam yerine koymama anlamı taşır
(Çünkü Türkçe, insanı öteki varlıklardan ayırır, insana önem verir ve onu ayrıcalıklı bir yere oturtur).
“İlk göz ağrısı” deyimi insanlar için kullanılan bir deyimdir. Özellikle ilk çocuklar için ”
Varlık evlerle, apartmanlar, katlarla ölçülmeye başlanınca ağacın yerini de çivi almış demek.
Öyle ya, insanlar eskiden hiçbir şeye sahip olmadıklarını anlatmak için Hayatta bir dikili ağacım yok. derlerdi; şimdi ağaç kimin umurunda?
İçinde yabancı sözcük bulunan tümceler kurmak kültürel anlamda sınıf atlama anlamına geleli beri, bunun gülünç örnekleri çoğaldı.
Sözcüklerin yerli yerinde kullanılmaması hem anlamın belirginleşmesini önler hem de söyleyeni gülünç duruma düşürür
Bütün o gördüklerimiz gerçek değilmiş de kötü bir film kurgusuymuş gibi kendi küçük, sınırlı dünyamıza dönüveriyoruz çabucak.
İki haftada bir, yeryüzünden bir dil daha eksiliyor.
Yeniden din, yeniden milliyetçilik getiriliyor gündeme, aynı pilav ısıtılıp ısıtılıp önüne sürülüyor.
Biz mecbur muyuz her seferinde, söylediklerinin değil de söylemek istediklerinin ne olduğunu düşünmeye?
Dili doğru dürüst kullanamayan insanın, doğru, mantıklı, kapsamlı düşündüğüne inanıyorsanız bu inancınızdan hemen vazgeçin. Ne kadar konuşuyor, ne kadar yazıyor, nasıl anlatıyorsa o kadardır insan, daha fazla değil. Düşünmeyi biçimlendiren dildir çünkü. Hiç kimse dil olmadan düşünemez.
“Herhalde bütün gün benim bomboş evde oturduğumu sanıyorlar.” diyen kişinin söylemek istediği hakkında tahminde bulunmak ister miydiniz? Evin bomboş olduğunu mu anlatmak istiyor, kendisinin bomboş oturduğunu mu?
Çok moda olan kullanımlar da çarpar kulağınıza: “İlerleyen dakikalarda bizimle birlikte olacak kendisi” Neden “üç dakika, beşdakika sonra” değilde “ilerleyen dakikalar” demeyin, hele bu dakikalar nereye doğru ilerliyor? diye hiç düşünmeyin, onlar öyle giderler! Benim anlamadığım neden dakikalar ilerliyor da haftaları, ayları biz geçiyoruz? “Geçtiğimiz hafta, geçtiğimiz ay” kullanımlarını söylüyorum. Biz mi geçiyormuşuz onlara? Nereye giderken?
TRT’nin sıkıcı, resmi, soğuk “bülten”lerinden sonra, özel kanallardaki ana haberler ya da haber programları, tanıtımları gün boyu yapılan görsel bir şenliğe dönüştürdü haberciliği. “Küçük Mustafa bir daha aramıza dönemeyecek; ama acaba ihmal kaç kurban daha alacak? “ gibi uyarıcı sonuçların hemen ardından traktörlerin üstüne çıkmış manken kızlar, kırsal bir açıklıkta iççamaşırı defilesi… Yorum:”Böylece defilenin mekanının olmadığı bir kez daha kanıtlandı. “Ağlamakla gülmek arasında gidip gelmekten duygu yalaması olmak bir yana görselleştirilen her şey sahiciliğini getirmeye başladı artık. Üç dakika önce parçalanmış vücutlar, koparılan kafalar görmek, kimsenin iştahını bile kapanmıyor. Bütün o gördüklerimiz gerçek değilmiş de kötü bir film kurgusuymüş gibi kendi küçük, sınırlı dünyamıza dönü veriyoruz çabucak. Söyleşiyi, dedikoduyu kaldığımız yerden sürdürebiliyoruz.
Televizyon abartılarına çoktan alıştık, biliyorum. “Televizyonda ilk kez!” diye sunulan filmin en az üç kez daha gösterildiğini, “İzlerken soluğunuz kesilecek, nabzınız yükselecek, tansiyonunuz çıkacak…” diye ortalığı heyecanı veren duyurunun, çok sıradan bir gerilim ya da kovalamacadan başka bir şey içermeyen görüntü bombardımanı anlamına geldiğini nasıl biliyorsak yalnızca xtv’ de olduğu söylenen haber ve raportajların da öteki kanallarda bir gün önce yer aldığını ya da bir gün sonra yer alacağını biliyoruz.
Sözcükleri doğru dürüst seslendirenmeyen, bu uygulaması, tonlaması kötü olan, üstelik yerel ağız özelliği taşıyan kişiler spiker olabilir mi! Türkiye’de olur. Yüzü, göğüsleri, bacakları güzelse, hele bir de güzellik kraliçesi falan seçilmişse kim bakar diksiyonuna?
TRT’nin sıkıcı, resmi, soğuk bülten lerinden sonra, özel kanallardaki anahaberler ya da haber programları, tanıtımları günboyu yapılan görsel bir şenliğe dönüştürdü haberciliği.
Tansu Çiller’in Türkçesinin neresini düzeltelim?
Azerbaycan’daki bir isyan için, Memnuniyetle izliyoruz, demiş. Bir bombalamadan sonra da, ölü kaybı olmamıştır, diye konuşmuş. Böylece ölülerin sağ salim mezarlarına ulaştırıldığı anlaşılıyor.
Türkiye’de yapılan müziklerde şarkı sözünü çıkardığınızda geriye müzik adına çok bir şey kalmıyor.
Bir insanın söz dağarının büyük ya da küçük olması, bilgisiyle ya da kültürüyle değil, kavramsal gereksinmeleriyle ilgilidir.
Bu kadar yırtık değildik eskiden. Kendini övmek ayıp karşılanırdı; o övgünün dinleyene bırakılması bir yüce gönüllülük bile değil, sıradan, doğal bir davranış sayılırdı. Şimdikiler kendilerini öne çıkarmak için fırsat beklemiyorlar, o fırsatı kendileri yaratıyorlar.
Birçok dilde kadın-erkek ayrımı vardır. Özellikle Fransızcada bütün adların, dağ, ova, deniz gibi sözcülerin bile eril-dişil (masculin-feminin) diye ikiye ayrılması, bu dili öğrenenlerin işini, hiç değilse başlangıçta, oldukça güçleştirir. Türkçede ise sözcüler kadın erkek diye ayrılmaz; ama Türkçenin cinsiyet ayrımı gözetmeyen bir dil olması, kullanımına özen gösterilmesi gereğini kuşkusuz ortadan kaldırmamaktadır.
Bizim dilimizde insan önemlidir. Kadın ya da erkek olması değil, insan olması. Başka bir deyişle Türkçe, insana önem verir; yalnızca onu, öteki varlıklardan farklı ve üstün bir yere koyar.
Sen benim hayatımın en önemli şeyisin. Aynı insan nasıl hem şey hem en önemli olabiliyor diye düşünmeyelim; ama şey sözcüğünün Arapça olduğunu ve eşya sözcüğünün tekili olduğunu da mı unutmalıyız? Türkçe hakaret, küçümseme, aşağılama anlamları hariç insanla ilgili olarak kullanılmaz bu sözcük. Karşısındakine iltifat etmeye çalışırken onun şey olduğunu söylerseniz, iltifatınız hakarete döner.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Gereksiz sözcük kullanmanın bir sakıncası da şudur: Özenle belirtilmiş, gereksiz bir ayrıntı, başka olasılıkların varlığını düşündürür insana.
Ağlamakla gülmek arasında gidip gelmekten duygu yalaması olmak bir yana, görselleştirilen her şey sahiciliğini yitirmeye başladı artık.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hanımdan muhtarlarımız var.
Ne kadar konuşuyor, ne kadar yazıyor, nasıl anlatıyorsa o kadardır o insan, daha fazla değil.
Bizim insanımız yıkık değil mi? Yirmi yılda üç askeri darbe yaşarken, Güneydoğu’da çocuklarının kanı akarken, köle gibi çalıştığı halde yaşamını sürdürmekte güçlük çekerken yıkılmıyor mu bu insan? Sahip çıktığı ilkeler, benimsediği değerler birer birer elinden alınırken yaralanmıyor mu, kanamıyor mu?
Türkler anadillerini pek sevmez. Düşünmeyi de sevmez zaten. Siz bakmayın derin düşünceleri varmış da bunları bir türlü anlatamıyormuş gibi iki sözün arasına İngilizce sözcükler sıkıştıranlara.
Bunca sorun dururken dille uğraşmayı gereksiz bulanlarvar mıdır, bilmiyorum. Gereksiz değildir; çünkü dildeki bozulma, hem o sorunların göstergesidir, hem de dolaylı olarak nedeni
Biz mecbur muyuz her seferinde söylediklerinin değil de söylemek istediklerinin ne olduğunu düşünmeye?
Kullanımı giderek yaygınlaşan yabancı sözcükler için de bir özenme duygusu içine sokuluyor gençler. Yes , evet in yerini almak üzere; OK , alright sıradanlaştı; bye yetmiyor, çus la, çüs le vedalaşıyorlar artık.
Yine yabancı özentiyle olsa gerek her tümceden değil, her sözcük öbeğinden sonra Tamam mı? diye kendilerini onaylatma gereği duyuyorlar: Süper bir müzik, tamam mı; adam parçaya bir girdi, tamam mı; yıkılıyor her taraf, tamam mı?
Tansu Çiller ‘in söyledikleri ise Türkçe yanlış olmaktan çıkıp “gaf” olarak algılanıyor çoktandır.
Hangi birini saymalı?
Karabüklülere sevgili- Karagümrüklüler –
Diye seslenmişti.O bir İstanbul kızı Karagümrük’ü, Karabükten daha iyi bilmesinden doğal ne olabilir? Gördüğü her üniformalıyı asker sanması da yetişme koşullarıyla açıklanabilir (Belediye zabıtasını) “Merhaba Asker” selamlamıştı ya! Samsunlulara “Malazgirt kahramanlarının torunları” diye seslenmesi.
Türkçe hızla doluşmakta olan yabancı sözcüklerle dikkatimiz çekiliyor.
“Dilde kirlenme” diye adlandırılan bu sorunu çözmek için yasa tasarıları hazırlanıyor, “yasakçı zihniyet; yazımdan, noktalamadan tonlamaya; anlamadan anlatma bütünüyle Türkçe oluyor.
Dil,kuşkusuz,bir toplumun ve onun kültürünün temel bir unsurudur. Ancak, söz konusu toplum ve kültürle birlikte dil de sürekli bir evrim, değişim ve gelişim içindedir. Bu sürecin etkenlerinden biri de toplumlar ve kültürler arasındaki alışveriş ve etkileşimdir. Belirli bir tarih ve coğrafya içine kilitlenemez.
İngilizce bir metni Türkçeye çevirirken Türkçe dilinin kurallarına bağlı kalmalısınız,ama Türk kültürüne bağlı kalmamalısınız. O zaman hem asıl metnin yazarına ve kültürüne saygısızlık etmiş olursunuz hem de kültürler ve diller arasındaki etkileşime de kapıları kapatmış, okuyucuları bu olanaktan mahrum bırakmış olursunuz. Oysa edebiyat bunun tersini gerektirir. Yoksa bugün kullandığımız birçok deyime sahip olamazdık.
Dili doğru dürüst kullanamayan insanın, doğru, mantıklı, kapsamlı düşündüğüne inanıyorsanız bu inancınızdan hemen vazgeçin. Ne kadar konuşuyor,ne kadar yazıyor, nasıl anlatıyorsa o kadardır o însan, daha fazla değil. Düşünmeyi de biçimlendiren dildir çünkü. Hiç kimse olmadan düşünemez.
Dilimize yeni girmiş ve göz açıp kapayıncaya kadar yaygınlaşmış şu ünlü sözcükle söylersek medyanın.Bir takım gazetelerin yadsınamaz payının yanı sıra asıl suç görsel ve işitsel medyanın daha çokta televizyonun.televizyon, tüm kötü güçlerin 60-70 yılda daha geniş düşünürsek 600-700 yılda yapamadığını 10 yılda yaptı.insanların ne söylediğini bilmez,söyleneni anlamaz duruma getirdi.
Çıplak kadın resimlerinin bolca yer aldığı gazeteler,sunularak cinsel açlığı,ticari kazanca dönüştürülüyor,futbolla beyni uyuşturuluyor,televizyonun karşısına çekilip sözde eğlendiriliyor.
Safsata dediği şeylerde yeniden bilinmeyenler keşfetmeye yönlendirilip cinlerle medyumlarla ilgilenmesi sağlanıyor. Yeniden din, yeniden milliyetçilik getiriliyor gündeme, aynı pilav ısıtılıp ısıtılıp önüne sürülüyor.
Bunlar, şunlar gibi sözcükler, insan için kullanılmaz; bu sözcükleri insan için kullandığınızda siz istemeseniz bile sözünüz küçümseme ya da hakaret ya da adam yerine koymama anlamı taşır. ( Çünkü Türkçe, insanı öteki varlıklardan ayırır, insana önem verir ve onu ayrıcalıklı bir yere oturtur.)
Geçenlerde Bülent Ersoy, konukları Sezen Aksu ve Müjdat Gezen’e şöyle teşekkür ediyordu: Beni mütehassıs ettiniz. Geçirdiği
çeşitli operasyonlar sırasında ihtisas yapma fırsatını da mı bulmuş Ersoy? Yok canım! Kendisini duygulandırdıklarını söylemek istiyor yalnızca; ama tek bir ses, anlamı nasıl da değiştiriyor? Mütehassis demek istiyor, mütehassıs değil!
Gidersen olmaz! Ölürüm billah/Seviyorum işte/Tek şahidim Allah diyen şarkıyı duyunca da eski bir fıkra geliyor insanın aklına:
Hani Tek şahit yetmez evladım, başka şahidin var mı? demiş yargıç.
Ateşini yolla bana diye haber gönderen popçunun da ne istediği konusunda kafası biraz karışmış. Sevgilisi olmadan ateşi ile ne yapacaksa?
Esnaf kış sezonunun hazırlandığı şu günlerde müşterilerini karşılamaya hazır. Burada da hazırlanmak ve hazır sözcükleri yaratıyor aynı sıkıntıyı.

Tümce, Esnaf, kış sezonuna girildiği şu günlerde diye değiştirilse ya da hazırlandığı yerine başladığı konabilse sıkıntıdan eser kalmaz.

Saç dökülmesi herkesin başında olan bir problem. Aslında problem değil, günün getirdiği bir sorun.

Problem mi, sorun mu diye soramayacağız. Problem değilmiş; ama sorunmuş. Problem olmayan bir sorun? Vardır öyle sorunlar; problem değildirler; ama sorun olmaya devam ederler.

Ya buna ne dersiniz? Yüreğimdeki sevgili/Şu kalbime sığdıramadım .
Aslında yürek ile kalbi ayrı organlar sanmak gibi masum bir biyolojik hataya düşüldüğünü anlamamza rağmen yine de şu iki masum soruyu sormadan edemiyorsunuz:
1 . Kalbe sığmayan nedir?
2. Sevgilinin gerçek yeri hangisidir?
Eskiden Türk hafif müziği, şimdilerde Türk popu denilen şarkılar bir yanıyla müzik, öbür yanıyla şiir olması gereken yapıtlar değil midir? Bu şarkılara söz yazanlar, hak edilmemiş şöhretlere ulaşmanın yanı sıra, Türkçeden milyonlar/milyarlar vururken biraz daha özen gösteremezler mi sanatlarını icra ettikleri bu dile? Üstelik bunu söylerken herkesçe alay konusu edilen Kıl oldum abi’leri, Bandıra bandıra ye beni’leri, Şıkıdım şıkıdım’ları kastetmiyorum. Bunların eleştirisi çok yapıldı; eleştirenler neredeyse gelişmeye, ilerlemeye karşı çıkmakla suçlandı.
Aşağı indik, arabamızı çalınmış olarak bulduk. Araba çalınmış, yok. Orada olmayan arabayı, çalınmış olarak nasıl bulmuşlar peki?
Şimdi mantık yanlışları:
Haftanın en güzel günlerinden biridir cumartesi, pazar. Ortada iki gün var. Hangisi en güzel ? Üstelik bu iki günü içeren hafta sonu gibi bir söz, kullanımımıza açıkken neden kendimizi
bu duruma düşürürüz?
Akıllı Telefon ifadesi de yanlış o zaman

Türkçe sözcüklerde de yapılıyor benzer yanlışlar. Ama bu yanlışlar, anlamı iyi bilinmeyen bütün sözcüklerde yapılıyor zaten.
Örneğin bir modacı, gençlerin giyim kuşam konusundaki zevksizliğinden yakınırken salaş sözcüğünü kullanıyor: Son zamanlarda gençleri görüyorum, çok üzülüyorum, salaş. Salaş giysiler içinde, o yırtık pantolonlar . . . Oysa salaş sözcüğü yer için kullanılır; giyim için ya da insan için kullanılmaz.

Tıpkı akıllı sözcüğünün insan için kullanılması gibi. Bizim bıraktığımız projeler vardır. Bunlar akıllı projelerdir. (Bedrettin Dalan) Projeler için akıllı nitelemesi biraz garip kaçmıyor mu?

Buzdolabında keşfedilen ceset bu kapsamda ele alınabilir. Keşfedilen sözcüğü olmuş mu orada şimdi? Amerika kıtası mı bu, keşfedilsin.
Güneri Civaoğlu, Erbakan yönetime gelmeden önce, yönetiminin nasıl olacağını merak etmiş; soruyor: En basit, en yalın anlatımıyla haremlik- selamlık olacak mı? Bu da çok yapılan ve
çok fazla vurgulanan bir yanlış. Selamlık tamam; ama haremlik olmaz, harem . Buna çok benzeyen bir yanlışlık da madden ve manen biçimindeki kullanım. Manen tamam;
ama madden değil, maddeten .
Ankara’daki Blues Festivalinden söz ediliyor: Su gibi biraların içilip . . . Biralar biraz tatsızmış anlaşılan. Su gibi olduklarına göre. Yoksa biraların su gibi içildiği mi söylenmeye çalışılmış?
Bir çok dilde kadın-erkek ayrımı vardır. Özellikle Fransızcada bütün adların dağ,ova,deniz gibi sözcüklerin bile eril-dişil (masculin-feminin) diye ikiye ayrılması, bu dili öğrenenlerin işini, hiç değilse başlangıçta güçleştirir. Türkçe’de ise sözcükler kadın-erkek diye ayrılmaz. Bizim dilimizde insan önemlidir. Kadın ya da erkek olması değil insan olması. Başka bir deyişle Türkçe insana önem verir; yalnızca onu, öteki varlıklardan farklı ve üstün bir yere koyar.
Türkçede bütün sessiz harfler,yanına “e” getirilerek okunur. Bu kadar! “Ka”lar, “haş”lar yerine bu kuralı akılda tutmak çok mu zor?
Türkçenin bu kadar kötü kullanılıyor olması, bütün işlerin kötüye gidiyor olmasından bağımsız mı?
“—Sen benim hayatımdaki en önemli şeysin.” “Şey”sözcüğünün Arapça olduğunu ve “eşya” sözcüğünün tekili olduğunu da mı unutmalıyız? Türkçede hakaret,küçümseme,aşağılama anlamları hariç insanla ilgili olarak kullanılmaz bu sözcük.
“Türkçenin bu kadar kötü kullanılıyor olması, bütün işlerin kötüye gidiyor olmasından bağımsız mı?”
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’nın neresi doğru ki yazımı doğru olsun.
“Bunlar, şunlar” gibi sözcükler, insan için kullanılmaz; bu sözcükleri insan için kullandığınızda siz istemeseniz bile sözünüz “küçükseme” veya “hakaret” ya da “adam yerine koymama” anlamı taşır.
Bakanlık,valilik vb. düzeyindeki unvanları haberlerde çok duyarız.Aslında güzel Türkçe konuştuklarına inanındığımız bazı TRT sunucuları bunu daha çok yaygınlaştırdı.
Bayındırlık eski bakanlarından vefat etti.
TRT sunucularına göre eski bayındırlık bakanı,eski İstanbul valisi dersek,bayındırlık ve İstanbul eskiden kullanılan birşeymiş gibi algılanırmış.
Bu yoğurtlu patlıcan kızartmasına yerine patlıcan yoğurtlu kızartması gibiymiş.
Dil böyledir işte! Onu iyi bilmezseniz söylemek istemediğiniz şeyleri söyletip iş açar başınıza.
Osmanlı atalarımızda kültürlü sayılmanın yolu, Arapça ve Farsça bilmekten geçerdi. Osmanlı ”münevverleri ” ne kadar kültürlü olduğunu kanıtlamak için bildikleri ve hayran oldukları bu dilleri, şiirlerine, düz yazılarına, tarihlerine, çevirilerine yansıttıkları gibi, konuşmalarına bile yansıttılar. ”Osmanlıca ” dediğimiz yapay ve melez dil bu yolla doğdu. Onların torunları için kültürlü olmanın yolu önce Fransızca, daha sonra da İngilizce öğrenmekten geçti. Onlar da bu dilleri öğrendiler ve tıpkı ataları gibi, bu dillerden apardıkları kimi sözcükleri konuştuklarının, yazdıklarının içine serpiştirdiler.
Şu “Roman(çingene)” taklidi yapan Güllü var ya, Coşkun Sabah’a epeyce sinirlenmiş anlaşılan, mikrofonu ağzına dayandıklarında, “Tek söyleyeceğim kelime var.” diye başlıyor söze. “Kelime” dedi diye biz de gerçekten “kelime” bekliyoruz, bir tek sözcük söylemesini ve susmasını; ama öyle olmuyor. O “kelime” şöyle geliyor: “Hoşt köpek diyorum, başka kapıya. Benimle uğraşmasın.”
Anlaşılan, Güllü’ye de “kelime”nin ne demek olduğunu öğretmemizle iş bitmeyecek.
“Beyefendi dedim yani, ne olur dedim yani, lütfen dedim yani.” Bu da Mustafa Sandal’dan. “Dedim yani” parantezine alınınca epeyce sadeleşecek. “Beyefendi, ne olur, lütfen.” demiş yani.
II. Dünya savaşından sonra Almanya’da fırınlardan önce tiyatro salonları açılırken gerekçe net bir biçimde söylenmişti: “Yıkılan insanı onarmaya çalışmak.” Bizim insanımız yıkık değil mi? ( )
Peki, bu yaralı insanın acısını dindirmek için ne yapılıyor? Çıplak kadın resimlerinin bolca yer aldığı gazeteler sunularak cinsel açlığı, ticari kazanca dönüştürülüyor, futbolla beyni uyuşturuluyor, televizyonun karşısına çekilip sözde eğlendiriliyor.
“Azraili yıldırdık.” Azrail? Efendim, geçen Pazar trafik kazasında kimse ölmemiş. Gazete de tam kendisinden beklenen yorumu bulmuş: “Azrali yıldırdık.” Hoş!
“Türkçenin bu kadar kötü kullanılıyor olması, bütün işlerin kötüye gidiyor olmasından bağımsız mı?”
Alman bir arkadaşım, devletten “Devlet Baba” diye söz ettiklerini anlatırken şuna benzer bir şey demişti: “ Bir yasayla bütün fincanlara kulpların, üstten ya da alttan takılacağı duyurulsa biz biliriz ki ‘Devlet Baba en iyisini bilir.’ “ Oysa biz de biliriz ki her yeni yasayla bizi biraz daha kıstırmaya çalışan, bir değil birkaç babamız, babamız değil, dövmek için zaman ve ortam kollayan üvey babalarımız var.
“Bunlar” , “şunlar” gibi sözcükler, insan için kullanılmaz; bu sözcükleri insan için kullandığınızda, siz istemeseniz bile sözünüz “küçümseme” , “hakaret” ya da “insan yerine koymama” anlamı taşır.
Futbolcu Tanju yakınıyor: “Onların sözlerine kal edilmesi, benim sözlerime hiç yer verilmemesi..”Kal edilmek” diye bir söz yok. İlle de Osmanlıca kullanılacaksa “kale almak” denmeli.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir