İçeriğe geç

Havada Bulut Yok Kitap Alıntıları – Cevdet Kudret

Cevdet Kudret kitaplarından Havada Bulut Yok kitap alıntıları sizlerle…

Havada Bulut Yok Kitap Alıntıları

Eskiden toprağa bağlı köleler varmış; toprak sahibi olanları iş zamanı çalıştırır, iş bitince de yine beslermiş İnsanları aç bırakmak için mi kölelikten kurtardık?..
Bunlara, özgür insan oldukları konusunda bayramdan bayrama nutuklar söylüyoruz; evet, yoksulluğun tutsağı özgür insanlar Çalıştığı zaman kursağında bir iki lokma bir şey giren, iş bulamayınca sadece özgürlük havasıyla beslenen özgürler sürüsü
Bir yanda insan eli değmemiş topraklar, işlenecek madenler, her yağmurda köyleri basan başıboş sular; öbür yanda işsiz, aç, sefil insanlar Bir şey yapılsa da, bu ayrı ayrı duran iki cevher bir araya getirilse, ikisi birbirine sıkı sıkıya bağlansa Yoksulluk nasıl kalkarmış? İşsizliği kaldırdığın zaman yoksulluk da kendiliğinden kalkar.
Yoksulluk kalkmazmış. Yoksul olmayan herkes böyle söylüyor.
Şu halde, asıl sorun, yoksullara yardım etmekte değil, yoksulluğu ortadan kaldırmakta.
— Bizi topluma bağlayan taahhütler, sırf karşılıklı oldukları içindir ki zorunludurlar. Öyle demiyor muydu senin Rousseau’n? Ya ben karşılık görmüyorsam?.. Öyleyse bozarım sözleşmeyi. Haydi git, noteri gönder bana!
Kör olmadığını bilmek fakat baktığı halde hiçbir şey görmemek. Süleyman’a, kafası olduğu halde düşünemeyen, kalbi ve sinirleri olduğu halde hissedemeyen insanları düşündürdü. Onlara kızmak değil, acımak gerektiğini anladı.
Ömrümüzün yarıdan çoğunu harcadık fakat hâlâ yaşamak sanatını öğrenemedik. Hayat kumaşını bir türlü vücudumuza göre biçemedik, iğreti elbise gibi üstümüzden dökülüyor. Onu bir an olsun rahat rahat kullanamıyoruz.
Kimi zaman düşünürüm, Acaba karıncalar da bizim gibi midir? diye. Onların da birbirleriyle çarpıştıklarını düşünün. Karıncada kin, karıncada dalkavukluk, karıncada kendini beğenmişlik, karıncada her şeye sahip olmak isteği, karıncada mevki hırsı Ne kadar gülünç değil mi? Evrenin büyüklüğü yanında biz de işte bu karıncalar gibiyiz; hatta onlardan daha küçük, daha zavallı, daha gülünç
Biz insanlar, dedi. Gülünç varlıklarız; zavallı, küçük, aciz Bulunduğumuz yerden bir karış yükselmek için didinir dururuz. Kimisi bir müddet sandalyesi için didinir, kimisi bir umum müdür sandalyesi için, kimisi Kimisi bütün dünyayı ele geçirmeye uğraşır. Oysa dünya dediğin de ne? Küçücük bir yuvarlak. Ya onun içindeki insan? Bir zerre bile değil. Böyle olduğu halde, daha küçülmek için elimizden geleni yapıyoruz.
Hani mangaldaki ateşin hiç fark edilmeden eriyişi vardır; önce gayet ince, beyaz bir kül taba­kasıyla örtülür, sonra bu kül tabakası yavaş yavaş kalınlaşır, bir de bakarsınız ateş görünmez olmuş; ortada yalnız külden bir kalıp, bir şekil görünür. Maşayla dokunduğunuz vakit külün altında kimi zaman küçük bir ateş parçası bulabilirsiniz, kimi zaman da hiçbir şey kalmamış; hepsi erimiştir; dokunduğunuz şey sadece kalıptır; şekli sizi aldatmış, boş yere elinizi uzatmışsınızdır.
Süleyman da işte böyle küllenmeye başlamıştı, fakat henüz eriyip bitmemişti.
Düşünceyle ilişiği kesilen insanın eriştiği rahatlığa imrendi; insanı rahatsız eden şeyin, onu insan yapan düşünce olduğuna şaştı.
Beyefendi, yoksul listeleri hazırlanırken eksik yazılan mahalleler kaldı mı acaba? Ya da, bazı listeler kaybolmuş olmasın. Bugün üç kadın geldi de. Karne ekmeği de alamıyorlarmış. Karne dağıtılırken unutulmuşlar. Çok perişan haldeydiler.
– Kimmiş bunlar?
– Kürt’müşler.
Raif bey, kim olduklarını anlayınca, hiç istifini bozmadan:
– Evet, dedi. Kürtlerle Ermenileri yazmadım.
Ben kendi kendime yeten adamımdır.
(…)yine aynı öğretmenin daha önce okul müdürlüğüne vermiş olduğu rapordan da, dimağını Sefiller , Serseriler , ”Ayaktakımı Arasında , Kutsal Yoksulluk , ”Açlık , Yoksul Bir Gencin Romanı’: Eşitsizliğin Doğuşu ve Esasları Üzerine Nutuk gibi sefalet ve yoksulluğu anlattıkları adlarından dahi belli olan eserlerle beslemeye özel bir özen gösteren; gelenek, görenek gibi manevi değerleri yıkmaya çalışan; sınıfa yabancı bir devletin ihtilal bildirisini incelettiren; aile bağını gevşetecek, hükümet otoritesini küçümsetecek nitelikte eserleri okutan bu öğretmenin,(…)
Müfettiş, önündeki kağıda yazdı: Suçun toplumda olduğunu söylüyormuş.
Kahve halkı, liseye müfettiş geldiğini, müdürün akşamları tavla oynamak için kahveye çıkmamasından anladılar; yatılı öğrenciler de yemeklerin birdenbire iyileşmesinden her şeyi sezdiler.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Müfettiş deyip de geçmemeli. Başkentte her gün rastlana rastlana kanıksanan ve başka insanlardan farksız görülen memurlardan biri herhangi bir yetkiyle taşraya gitti miydi, orada bambaşka bir önem kazanır; taşra memuru, başkent memurunu kendisinden ayrı bir yaratık sanır; dairede hemen bir telaş, bir korku, bir meraktır başlar. Ne yer, ne içer, nasıl giyinir? Neden hoşlanır, neden hoşlanmaz? Yumuşak huylu mudur, öfkeli midir? Kurnaz mı, değil mi? Paylar mı, paylamaz mı?
– Efendim, diyordu, bu Ratip Ferruh bey iyi adamdır, hoş adamdır ya, ille velakin çok şöhret düşkünüdür. İster ki herkes ondan söz etsin. Sapına kadar da dindar adamdır hani. Hayır işlerine büyük paralar bağışlar. Hoş, onun da sebebi var ya!.. Burada Apiloğlu derler çok zengin bir Ermeni vardı. Herif sürüldüğü yıl onun mallarının üstüne oturmuş. Ben görmedim ama, bilenler söylüyor. Bugünkü milyonlarının tohumu oradan başlıyormuş. Şimdi otuz yedi milyonu var, diyorlar. Eh, insan günah işleyince onu affettirmeye çalışır elbette. Dedim ya, çok dindardır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
– Allah senden razı olsun, oğul. Allah önce zengine, sonra yoksula versin. Süleyman ihtiyarın kolunu tuttu:

– Dur hele! Neden önce zengine de, sonra yoksula versinmiş?

– Ona vermeye alışmış, bey. Bize verdiği görülmüş şey değil. Hele ona versin ki, o da bize versin.

– Hocam, sınavlar yaklaştı. Nasıl? Öğrencilerde bir değişiklik görüyor musunuz?

Seyyit İsmail Efendi gözlüklerinin üstünden baktı, gülümsemesini sakalıyla bıyığı arasında saklayarak:

– Evet, Numan beyefendi oğlum, görüyorum, dedi. Sınav günleri yaklaştıkça, her nedense, bizim efendilerde bir sofuluktur başlıyor. Ne zaman camiye gitsem, bakıyorum, yanı başımda içlerinden birisi namaza duruyor.

– İnsan kimi zaman kendi kendisini de görmek istemez. Başkasını görmemek kolaydır, yüzüne bakmazsınız, ya da arkanızı dönersiniz. Ama kendi kendinizi görmemezlik edemezsiniz, ondan bir türlü ayrılamazsınız. Tıpkı benim gibi!
Hem bize ne canım? Eğer yoksulsalar okumasınlar. Herkes okursa ayak işlerini kim görecek?
Sokak lambası altında çalışan kuşaklar başkalarıyla nasıl eşit olabilir? Bilmeyen döner. Evet. Ama bilmeyenin niçin bilmediğini araştırıyor, buna bir çare bulabiliyor muyuz? İki çocuktan birisi, mum ışığı altında kitabını okuyor, öbürü ise kendisine ayrılmış özel bir odada, pırıl pırıl yanan bir elektrik lambası altında Mum devriyle elektrik devri arasındaki uzun zaman aralığını hesaba katmayacak mıyız? İkisinin başlangıç noktası bir değil ki. Birisi bilmem kaç yüzyıl ileriden yola çıkıyor, öbürü ise bir o kadar geriden Bize gelince, biz sadece masa başında oturuyor, yarışçıların yalnız bitirişlerine not veriyoruz, başlayışlarına aldırış bile eden yok. Hayır. Gerçek adalet bu değil. Buna bir çare bulmak gerek.
Vücudunun içinde ruhu sanki buruşuyor, büzülüyor, ufalıyordu. Aylar var ki eline kalem almış değil; yazmak şöyle dursun, doğru dürüst bir kitap okuduğu yok. Çevresiyle ilgisi azaldıkça, içinde yaşadığı dünya, kendisi farkında olmadan, gittikçe küçüldü, gittikçe küçüldü; sonunda, genç adam, okul, kahve, lokanta, sonra yine okul, yine kahve, yine lokanta arasında dönen birkaç kilometrelik bir daire içinde yaşamaya başladı.
Süleyman da öbür arkadaşları gibi yavaş yavaş taşra memurluğuna alışmaya başladı. Akşam olup da son dersten çıkıldı mı herkes bir yana dağılır: gündüzlü öğrenciler evlerine, yatılı öğrenciler bahçeye, öğretmenler kahveye.
Ömrümüzün yarıdan çoğunu harcadık, fakat hâlâ yaşamak sanatını öğrenemedik. Hayat kumaşını bir türlü üstümüze göre biçemedik, iğreti elbise gibi üstümüzden dökülüyor, onu bir an olsun rahat rahat kullanamıyoruz.
Hayat kumaşını bir türlü vücudumuza göre biçemedik, iğreti elbise gibi üstümüzden dökülüyor.
Ömrümüzün yarıdan çoğunu harcadık, fakat hâlâ yaşamak sanatını öğrenemedik.
Bu hep böyle gitmez, günün birinde her şey düzelecektir.
Evet, içerlendim, içerlediğim için de kendi kendime içerliyorum.
. Şu halde, asıl sorun, yoksullara yardım etmekte değil, yoksulluğu ortadan kaldırmakta.
Ömrümüzün yarıdan çoğunu harcadık,fakat hâlâ yaşamak sanatını öğrenemedik.Hayat kumaşını bir türlü vücudumuza göre biçemedik,iğreti elbise gibi üstümüzden dökülüyor,onu bir an olsun rahat rahat kullanamıyoruz.
Kalbim acılarla dolu olarak, hüküm vermek zorunda bulunmaklığımdan doğmaktadır.
Bu hep böyle gitmez, günün birinde her şey düzelecektir.
Kitaplarda o kadar çok insan var ki
İnsanları aç bırakmak için mi kölelikten kurtardık?
Evet, yoksulluğun tutsağı özgür insanlar
Nerede bu zümrüdüanka kuşu?..
Acaba bu insanlara yardım yapılacağına, hepsi bir örgüte bağlanıp çalıştırılsa, genel servete hiçbir şey katmadan başıboş oturup hazır yiyicilik edeceklerine verimli hale getirilseler yoksulluk yine sürüp gider mi?
İşte sizi birkaç ay daha yaşattık; bundan sonra ölebilirsiniz. mi diyeceklerdi?
İnsanız işte!..
Çıplak ruhlardan mürekkep birçok sürüler gördüm, hepsi acı acı ağlıyordu.
(Dante)
Kitaplarda o kadar çok insan var ki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir