Tomris Uyar kitaplarından Gündökümü – Bir Uyumsuzun Notları 1 kitap alıntıları sizlerle…
Gündökümü – Bir Uyumsuzun Notları 1 Kitap Alıntıları
Nicedir sahici bir gündönümü yapabilmek için nelerin gerekli olduğunu düşünüyorum. Yola çıktığımda, elimde tek gösterge vardı; kendime “o” diyemeyeceğim. O zaman “ben” üstüne düşündüm. “Ben” dediğim, bir tarih döneminde, bir ulusun sokaklarını, kırlarını aşındıran kişidir.
Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha yazmayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.
Susmak. Demek aynı kaypak değer yargılarını, aynı değişmez seçici kurul üyelerini torunlarımızın torunlarına da devredeceğiz. Susalım. Kimseyi kırmayalım.
Bugün, gazetede Sevgi’nin ağırlaştığını okudum. Herkes, kendi ölümünü ölmeli;başkaları karışmamalı, diye düşündüm. İşte o yüzden, öldüğü gün değil, yaşarken söz etmek istedim ondan: özgün, yetkin bir edebiyatçıdır Sevgi, hepimiz biliyoruz; yaşamdan kaptığı renkler, yazdıklarından da yansır, yüzünden de. Kuşkuculuk ve zekilik gibi, çevremizde pek sık rastlamadığımız özelliklere sahiptir. Yol almayı bilen, yolun faturalarını yanında taşıyan bir kadındır. Sorunlarına ve kendine gülüp geçmeyi becerir. Çoğu kere, yaşamı ciddiye almamakla karıştırılmıştır bu tutumu; sızlanmaktan, ilenmekten özellikle kaçındığı, tiksindiği pek anlaşılmadığından olacak.
Bunlar bir yana. Sevgi de, Zehrakız gibi, benim alacalı kedim Kırlent gibi dünyanın süsüdür, dünyayı güzeller. Var olsun!
Yazarken dünyayı bir anlığına değiştirebilirken, geçmişinizi bir santim yerinden oynatamıyorsunuz.
Öğrendiğim en önemli şey, kişinin her yerde kendine uyan bir çevre bulabileceği, yaratabileceği
Oraya kadar güzel gitti de ben bulaşıkları yıkarken iş karıştı. Dilbilim uzmanı:
-Neden yıkıyorsun bulaşıkları? diye tutturdu. Kadınlığı ille de kölelikle bağdaştırmak zorunda mısın? At bu kötü alışkanlıkları üstünden.
-Yahu ben bulaşık yıkamaktan gocunmam. Kadınlığın bu tür ıvır zıvırla ne ilgisi var diyecek oldum.
-Ne de olsa Osmanlı kalıntısı bir beyazsın diye tersledi.
Beyaz adamın bir özelliği de insanlık tarihini ve kültürünü, kendi sömürgeci atılımlarına bağlaması değil midir? Kıtalar da insanlar da ancak o elini attı mı varolmuş sayılıyor.
Bir ölüm, bin ölümü; bir aşk, binlerce değişik tınıdaki aşkı kapsamaz mı?
Kemal Tahir, Bir yazar yazdıklarından çok daha fazlasını bilmelidir derdi. O kadarı da yetmiyor. Yazacaklarınızdan fazlasını unutmak diye bir sorun da var. Kimi zaman, öğrendiğini unutmaya çalışmaya kadar dayanıyor çabanız.
– Sabah kalkamıyorsan yataktan, böylesi bir dünyaya gözlerini açmak istemiyorsan, ne yaparsın? Devrime de çok var daha.
– En iyisi, iki musluk pompası aldırıp, birilerine kendinizi çektiriniz, çıkarttırınız yataktan. Ayaklarınızın altını spatulayla hafifçe kazısınlar, sonra çarşafta kalan izinizi ince bir telle iyice ovunuz. Çıkmışsınız demektir.
Belki özgürce seçmediği ama alabildiğine ayak uydurduğu bu çevrede yaşıyor.
Yalnızlığı çok sevdiğimi yeni öğreniyorum. (Hiç yalnız kalmadığımdan olacak.) Balkonda çiçeklerin arasına oturdum, hiçbir şey yapmadan, çöken akşamı dinlemeye, seslere kulak kabartmaya, öylece durmaya karar verdim.
Bir mutsuzluğu başka bir mutsuzluğa yeğlemek kolay mı?
Son sözü hep koşulların söyleyeceğini bazen unutuyoruz.
İyi ki oğlumun yükseköğrenim görmesi çok önemli değil benim için. Televizyon onarımcısı, bakır ustası, basımevinde dizgici olabilir. Yeter ki, meslek hırsı, yaşama sevincini altetmesin.
Ramazan da Eylül’ e rastladı bu yıl; boğazıma bir düğüm oturdu. Günün akışı değişecek artık sokaklarda. Kimi içkiciler, karaciğer dinlendirme amacıyla içmeyecekler. Kadınlar, incelme kaygısıyla oruç tutacaklar. Fırınların önünde pide kuyrukları uzadıkça uzayacak. Herkes iftarı düşleyecek boyuna. Elinde çatal, önünde zeytin, kulağı tetikte. Her gün yediğinin üç katını bir öğünde mideye indirecek. Orucun amacını anlayamadım gitti. Dünya nimetlerinin tadını anlayın mı demek, dünya nimetlerini hırsla kapışın mı?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ölen ister namuslu biri, ister çıkarcının teki, ister yaşarken varlığıyla herkesi bezdirmiş bir ukala olsun, sözler değişmez. En büyük sahtekarlığımızdır:
ölünün arkasından iyi konuşulur. İyilik, cesetler arasında eşit olarak dağılır.
Yaşamak uğruna bunca çabaya değer miydi sanki?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hastanelerin akşam yalnızlığı Yaşanmadıkça anlatılır gibi değil
Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
Yaşlı bir kadın, giyim-kuşam özgürlüğü konusunda şöyle dedi:
– İstedikleri gibi giyinsinler, sakal falan da bıraksınlar gençler, yalnız dünyaya göstermek istedikleri birşeyleri var mı başka?
İşçi bir baba da şöyle ilginç bir soru sormuştu:
– Üç çocuğum var benim. Onlara pabuç almaya kalksam, üçüne birden almak zorundayım. Param belli. Şimdi hepsini yanıma kahp gönüllerine göre pabuç mu seçtireceğim? Olur mu?
Kendine yanlış ya da doğru bir teşhis koymuş, ilgilerini, çalışmalarını o alanda yoğunlaştıran, artıkları eleyen insan zekasına tutkunum.
Kitapların tozunu almaya hiç başlamamalı; bitmeyen tükenmeyen bir iş oluyor. Kimilerine göz gezdiriyorsunuz, takılıp kalıyorsunuz.
Kedi için en önemli olgu, kendisidir. Neruda ne iyi diyor: ”Yalnız Kedi, baştanberi kusursuz biçimdeydi diye. Yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep Kedi içindir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. Sizi o seçer, görmeyince de unutur. Bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. Köpek sahibini sever oysa, gerçekten bağlıdır. Yaltaklanır, dostluğunu ve hizmetini sunar ona bakım karşılığında. Kedi, kendi varoluşunun başlıbaşına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması, bu yüzdendir sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır kedi. Uyudu mu, kinini de unutur.
Temelde kendiyle yetinme duygusunu besleyen her edim, aldatıcı bir mutluluktan başka ne getirebilir ki?
Tepkisizler; düşünenleri, okuyanları, savaşanları küçümsüyorlar. Özgürlük peşinde onlar. Özgür olsalar ne değişecek acaba böyle ot gibiyken?
Bizim buralar, bu yığma semtler, tepkisizler le dolu.
Bütün gün oturuyorlar; ya bahçe duvarlarında, ya özel ara baların içinde. Kapılar açık, müzik dinliyorlar. Bacaklarını sallıyorlar ağır ağır. Koşmak, kızmak, konuşurken el-kol sallamak gibi doğal tepkilerden yoksunlar. Durumlarından hoşnutlar mı, birşeye mi öfkeleniyorlar, ilgi çekmek mi istiyorlar, anlaşılmı yor. Zaten en sık kullandıkları sözcük: Fark etmez .
Tanıklık diye bir meslek olabilir mi; düşündük. Herkes tanıklıktan kaçtığına göre, işiniz düştüğünde can dostunuzu bile tanıklığa çağırırken bunca tedirginlik çektiğinize göre, bu for maliteyi en kolay nasıl yola koyabiliriz? Belli bir ücret karşılığında tanıklık mesleğini üstlenenler çıkar mı? Yani aslında var böyle bir meslek de resmileştirilebilir mi?
Dostum Muhtesem Sunter’den soyle bir siir aldim dogum gunumde, hic beklemiyordum:
“Yumusak ge ile baslayan bir soz bulamadigi sessizligine, “ diye basliyor. Soyle bitiyor:
“Beni cok dovun diyordu gardiyana. Haklisiniz,
Oyle dovun ki unutulmasin,
Oyle islatin ki kurumasin yalnizligim,
Kentin neresine gidersem gideyim,
Ozgur saymasin kimse beni kimse.
Yagmurda bir penceyim kapali,
Butun karanliklari gardiyan olan bir kentte.”
Bizleri perişan eden, elimizi kolumuzu bağlayan; büyük kavgalara biriktirmemiz gereken öfkeyi ve gücü, günlük yaşama içinde ucu ucuna harcamak zorunda kalışımız. Sürekli aldatılma, yanılma; neyi, nasıl, ne uğurda harcadığını bilmemenin belirsizliği: siniri de, parayı da.
Kahramanlık, doğuştan bir yeti midir, yoksa kişiye toplumun yakıştırdığı bir madalya mı? Kahraman adayı, bu birikmiş gizil gücü içinde mi taşır hep? Yoksa her insan, herhangi bir insan, zorunluluk sonucunda kahraman olabilir mi?
Bazan da kendinizi yaşamaya kaptırıp bir yana atıyorsunuz defteri mefteri. Bir ara yol olmalı mutlaka, mutlu bir yol.
Asıl terkedilenin, terkeden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler. Terkeder görünen, neşteri ortak yaraya batırabi-lendir çünkü, bu güç iş ona bırakılmıştır. Yitirdiklerini, yitireceklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır. Daha az’la uzlaşmacı değildir.
Aaları herkesin onayladığı biçimde çekme tafrasını terkedi-len’e bırakarak. Ceketini sırtına atıp kulağına bir karanfil takarak. Yola öyle vurarak.
Erkek çocukları kurban etmiyoruz evet, erkekliklerini gözden çıkarıyoruz yalnızca.
Duvarlara fotoğraf filan asma,
Ve konsol ve ayna çerçevelerine,
Hele aile resimlerini hiç mi hiç,
Baktıkça renksizliğe dönüşüveriyor,
Olmayan bu zaman parçaları-sen ne dersen de
Bütün gün oturuyorlar; ya bahçe duvarlarında, ya özel arabaların içinde. Kapılar açık, müzik dinliyorlar. Bacaklarını sallıyorlar ağır ağır. Koşmak, kızmak, konuşurken el-kol sallamak gibi doğal tepkilerden yoksunlar. Durumlarından hoşnutlar mı, birşeye mi öfkeleniyorlar, ilgi çekmek mi istiyorlar, anlaşılmıyor. Zaten en sık kullandıkları sözcük: Fark etmez .
Boşver , Boşvermişim Dünyaya , Varsın Yansın Dünya , Sev Kardeşim gibi şarkılar bu gençler için yazılıyor, şampuan ve krem reklamları onlara sesleniyor. Oturuyorlar, kat kat giyinip kumaş ve yün tüketiyorlar.’ Amerikan sigarası, o yoksa, sizin içtiğiniz herhangi bir sigara. Arasıra güldükleri oluyor, yalnız kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları şakalara. Kolaylık adına herhalde.
Saçma’yı keşfeden, sıfırı bulan doğu halkı değil miyiz? Yurdumuzsa dağlı, Asyalı, yalnız ayaklarını azıcık Akdeniz’e sokmuş.
Hemen sordu:
— İçimin karışıklığı yüzümden belli mi?
Asıl terk edilenin, terk eden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler. Terk eder görünen, neşteri ortak yaraya batırabilendir; çünkü bu güç iş ona bırakılmıştır. Yitirdiklerini, yitireceklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır, daha azla uzlaşmacı değildir.
Sen uyuyordun, bilemezsin. Kaç sigara içiyorum üst üste, kaç eski gazete okuyorum ilanlarına kadar. Her sabah kaç bin güçlükle alışıyorum önümdeki güne, getireceklerine.
Günaydın Gece yarısı…
Kin, nasıl sevgiye ağırlık tanıyacak bir daha?
Paragraflar tıkışık, soluksuz. Ne olduğu belirsiz, korku yüklü simgeler, olağandışı diyaloglar, gerçekten başarılı doğa betimlemeleri ile doğada eşine rastlanmayan silik soluk masalsı tipler içiçe.
“En büyük sahtekarlığımızdır: ölünün arkasından iyi konuşulur. İyilik, cesetler arasında eşit olarak dağıtılır”
– Hadi, dedim, bari bir Sezen Aksu plağı koy da iyice evimde olayım. Puslu İstanbul göğü altında. Nereye gitsek peşimizi bırakmayan uyumsuzlukta.
” televizyonda izlediği Joe’ya bayılan, Fury’yi asla unutmayan halkımız, nedense burnunun dibinde gördüğü hayvana düşman olacak biçimde yetiştirilmiştir. Kat kapılarının önüne terlikler-pabuçlar-tokyolar yığılması pis ya da çirkin değildir de bir kedinin bir basamakta uyuklaması bağışlanmaz bir görgüsüzlük örneğidir. Çocuklarımızın hayvan sevgisi de genellikle sapanla kuş avlamak, kedinin kuyruğuna teneke bağlamak gibi eğlencelerle açığa vurulur. ”
Uğur Mumcu’nun bir çığlık gibi yükselen ama karabasandaki gibi bir türlü sözünü bulamayan yürekli yazılarını okuyorum. Bu zorlu kışın buzlarını delen yazılar yazıyor Elleri var olsun.
Neruda ne iyi diyor: ”Yalnız Kedi, baştanberi kusursuz biçimdeydi diye. Yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep Kedi içindir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. Sizi o seçer, görmeyince de unutur. Bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. Köpek sahibini sever oysa, gerçekten bağlıdır. Yaltaklanır, dostluğunu ve hizmetini sunar ona bakım karşılığında. Kedi, kendi varoluşunun başlıbaşma bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması, bu yüzdendir sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır kedi. Uyudu mu, kinini de unutur.
– “Meyhaneye gömün beni gide gele yoruldum,” diye bir şarkı var, biliyor musun?
– Var mısın birlikte intihara? İki kişi daha kolay olur.
– Varım ama nasıl?
– Ben derim ki, denize girip yürüyelim bitene kadar.
– Keskin toplumcularımız kızar. Yüksek sesle gülene bile kızıyorlar. Sonra intihar, zaten dünya görüşümüze uygun değil. Üçüncüsü: ben üşüyünce çıkarım.
– İstersen bu işi güze erteleyelim. Başka katılanlar da olur belki. Bahar geliyor şunun şurasında.
– Bir de şu var tabii: burada oturup durmamacasına bu havada konuşursak, sonunda ölürüz zaten.
– Sen mutlaka Fitzgerald’ı seviyorsundur.
” söz vermeye, vefaya, şövalye ruhuna aşık olduğumu kavrıyorum. Soyu tükenmeye yüz tutmuş dinozorlara, kişiliklerinde, yaşamalarında tutarlı kalmayı başaran geniş ciğerli insanlara. Dipleri ve dorukları tanıyanlara. ”
Çiçekleri tanımıyorum pek, adlarını bile doğru dürüst bilmiyorum. Ama açsınlar istiyorum, gözümün önünde serpilsinler, balkonu sarsınlar. O zaman tanıyabilirim ancak, tanışırız.
Bugün anladım: düpedüz baharın gelmesinden korkuyorum.Eskiden, kış sonlarında,güneşli,kokuların kolayca eriştiği günlerde, bir yeşillik yürürdü damarlarıma, âşık falan olmak gelirdi içimden.
“Yas otuz bes yolun yarisi eder,” diyor sair. Bu suzgun ve icli sairimizdeki yasama oburlugu anlasilir gibi degil. Dortte ucte kesis bari de eli yuzu duzgun bir pazarlik olsun!
Virginia Woolf, soyle diyor romanin bir yerinde: “En guzel sarkilar nasil sozsuz olanlarsa, en iyi dostlar da adsiz olanlardir.”
Sabah kalkamiyorsan yataktan, boylesi bir dunyaya gozlerini acmak istemiyorsan, ne yaparsin? Devrime de cok var daha.
Tenekeye hanımeli ektim, toprağı az geldi. Bakalım Çiçekleri tanımıyorum pek,adlarını bile doğru dürüst bilmiyorum. Ama açsınlar istiyorum,gözümün önünde serpilsinler, balkonu sarsınlar. O zaman tanıyabilirim ancak,tanışırız.
Bizleri perisan eden, elimizi kolumuzu baglayan; buyuk kavgalara biriktirmemiz gereken ofkeyi ve gucu, gunluk yasama icinde ucu ucuna harcamak zorunda kalisimiz.
En güzel şarkılar nasıl sözsüz olanlarsa, en iyi dostlar da adsız olanlardır.
İki kişi yalnız kalmaktansa kalabalıkta yalnız olmak çok daha kolay
Kimi günler böyledir, yanlış başlar, yanlış sürer, yanlış biter.
-Ama bizi kimse terk etmedi ki, dedi Sumer
-Hic yaya birakilmadin mi? Asil terkedilme o degil mi?
-Iyi uyutmuslar bizi desene.
-Belki de kendimizi begendigimizi icin ustlendik yakistirilan suclamalari.
Asil terk edilenin , terkeden oldugunu anlamiyor ki kimsecikler. Terkeder gorunen, nesteri ortak yaraya batirabilendir cunku, bu guc is ona birakilmistir. Yitirdiklerini, yitireceklerini, cekecegi acilari bilse de gerekeni yapmak zorundadir. Daha az’la uzlasmaci degildir.
Acilari ‘herkesin onayladigi bicimde’ cekme tafrasini terkedilen’e birakarak. Ceketini sirtina atip kulagina bir karanfil takarak. Yola oyle vurarak.
Akilli kadin dostlar daha guc bulunuyor. Akilli kadinlarin cogu saldirgan ve kilcikli nedense. Guzel baslayan, ictenlikle surdurulen iliskilerde yaya birakiveriyorlar sizi. Erkeklerle daha kolay dostluk kurmam bu yuzden sanirim. Kendi adima soyleyeyim: erkek oldugunu yadsiyan bir erkek arkadasim olmadi. Geldigimiz ayri dunyalarin sinirinda kisa sure icin bile olsa ortaklasa bir dunya kurabildik. O dunyaya kendi ozumuzden kattigimiz parcalarin bir daha degisemeyecegini bilerek, boyuna zenginleserek.
Asil uzuntu veren yaslanmak degil, uslanmak. Bizlere hic yakismiyor ustelik.
Garip bir ölçü alışkanlık. Sevgi, aşk, dostluk ancak bu ölçüye vurulduğunda anlam kazanıyor.
En büyük sahtekarlığımızdır; ölünün arkasından iyi konuşulur. İyilik, cesetler arasında eşit olarak dağıtılır.
Yaşantımın bu kadar basit ve tekdüze görüntüsüne karşılık beni seven kahvelerle sevmeyenler, dost sokaklarla dost olmayanlar, içinde mutlu olduğum odalarla mutlu olmadıklarım, güzel göründüğüm aynalarla güzel görünmediklerim, bana şans getiren elbiselerle getirmeyenler aslında karmaşık bir meseledir.
Kimi zaman küçük ayrıntılar birleşip yeni bir tat oluşturuyorlar, daha önce bilmediğiniz bir tat. Mutluluk dedikleri bu kadar mı acaba? Bu kadarsa da yeter, yalnız sınırları bilinmeli.
Sakın ağlamak yok
Keyfimizi hiç bozmadan
Bizi terkedip gidenlere boşver boşver eğlenelim
Eski dostlar gibi o geçmişe
Asıl terkedilenin, terkeden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler. Terkeder görünen, neşteri ortak yaraya batırabilendir çünkü, bu güç iş ona bırakılmıştır. Yitirdiklerini, yitireceklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır. Daha Az’la uzlaşmacı değildir. Acıları ‘herkesin onayladığı biçimde’ çekme tafrasını terkedilene bırakarak. Ceketini sırtına atıp kulağına bir karanfil takarak.
Kedi için en önemli olgu kendisidir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Köpek sahibini sever oysa, gerçekten bağlıdır. Yaltaklanır, dostluğunu ve hizmetini sunar ona bakım karşılığında. Kedi, kendi varoluşunun başlıbaşına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması bu yüzdendir sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır kedi.
Temelde kendiyle yetinme duygusunu besleyen her edim, aldatıcı bir mutluluktan başka ne getirebilir ki?
Tepkisizler; düşünenleri, okuyanları, savaşanları küçümsüyorlar. Özgürlük peşinde onlar. Özgür olsalar ne değişecek acaba böyle ot gibiyken?