Nihan Kaya kitaplarından Fildişi Kuyu kitap alıntıları sizlerle…
Fildişi Kuyu Kitap Alıntıları
Hayat, kişinin bilinçaltının farkına varmasının öyküsüdür. Carl Gustav Jung
Sanatın da sonsuzlukla bağ kurma yollarından biri olduğu söylenebilir. Yatay hayat kronolojik bir zaman ve mekan kavramlarıyla sınırlıdır; dikey ise sonsuzluğa doğru inebildiğimiz ölçüde yol alır. Veya Proust’un dedigi gibi, Sanat uzun, hayat kısadır.
Sahte benlik, ne kadar iyi yapılanmış olursa olsun bir şeyden yoksundur ve bu yoksun olduğu şey de olmazsa olmaz bir temel öğe olan yaratıcı orijinalliktir. Donald W. Winnicott
Hayatı yaşanmaya değer kılan, insanın kendisini hakiki hissetmesidir. Donald W. Winnicott
Çevresine tamamen entegre olmuş biri, yaşıyordur ama tam anlamıyla var değildir.
Birinin hayata verdiği anlam, o kişinin dili nasıl kullandığına bakılarak yorumlanabilir. Dil ile olan dışsal ilişkimiz, hayat ve gerçeklikle olan içsel ilişkimizi yansıtmaktadır.
Bir zamanlar -bunun farkında dahi olmadan- kendimizi bir varsaydığımız şeylerden uzaklaşmadan, çevremize yabancılaşmadan kendimizi var edemeyiz.
Psikolojide kuramlar, bunları ortaya atan kimselerin kendi kişilikleri tarafından şartlanmaya her zaman müsaittirler. Susan Rowland
ama bu gerçekle yüzleşmek o denli ürkütücüdür ki bunu akıllarından tamamen çıkarmayı tercih ederler.
Bir çocuğun kendisinden büyük birine karşı çıkmaya hakkı olmadığı düşüncesi, çocuklara tabii ki yetişkinler tarafından öğretilen ve çocukların kendilerine ait bir inanç zannederek sürdürdükleri bir zihinsel suistimaldir.
Bir edebiyat metnini okuduktan sonra, o metni okumadan önceki kişi değiliz hiçbirimiz.
Diğerleri, bizim kendimizi ifade etmek için kullandığımız kelimenin anlamını yorumlayarak onu ikinci kez yarattıklarında bizim ve dış dünyanın arasındaki perde de ikiye katlanmış olur. İki kimse arasında gerçek, tam bir iletişim imkansızdır.
Evler dünya gibi, yetişkinlere ait mekanlardır ve çocuklar burada ancak sınırlı bir ölçüde, oda yetişkinlerin kurallarına uygun hareket ettikleri müddetçe yer alabilirler.
Maddi realitenin ötesine kafa yormak insan için temel bir ihtiyaçtır.
‘Sanat, sanatçının metafizik değer yargılarınca gerçekliğinin seçici olarak yeniden yaratılmasıdır.’Ayn Rand
insanların nefret ettikleri kişinin bir başkası üzerinden kendileri olması, insan ruhunun en eski, en tanıdık hikâyedir.
Nefretin de, korku gibi, nefret edilenden ziyade nefret edenle ilgili bir psikolojik hadise olduğunu biliyoruz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Edebiyat da psikoloji de, görünen gerçekliğin altındakilere ulaşmayı amaçlıyorlar.
Gerçek hayatta da böyledir; kişi rahatsız olduğu şeye bir şekilde zarar veremeyeceğini, ona somut yolla saldıramayacağını anlayınca, o şeyi önce dil üzerinden küçültmeye, yıpratmaya çalışır, dille saldırır. Dil, çok kapalı ve dolaylı biçimlerde bile olsa, onu konuşan kişinin rahatsızlığını ve çaresizliğini en sık belli ettiği yerdir. Ve bir insana, bir duruma saygınızı önce dille gösteremezseniz, sonra zaten başka hiçbir şeyle gösteremezsiniz.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
‘Algılama heyecanların değişmesiyle başlar; seyahat ihtiyacı da buradan doğar.’Andre Gide
Zihin sağlığımıza mükemmelen sahip olduğumuz varsayılan zamanlarda bile aslında kendimize mahsus bir sistem dahilinde kendi içimize gömülüyüzdür ve dil dışarıya aslında ne olduğumuza dair ipucunu veren ilk ve en önemli araçtır.
Bizi çevreleyen dünyanın zannettiğimiz gibi benliğimizle bir olduğu zannını olumsuzlayarak farkına varacağız kendimizin. Sonrasında da kendimizi tanımak, o zamana kadar bütün olduğumuzu zannettiğimiz durumlardan kendimizi ayırarak, yakın olduğumuz şeylere yabancılaşarak gerçekleşir. İnsan sadece yakın olduğu şeylere yabancılaşır. Bir zamanlar -bunun farkında dahi-olmadan kendimizi bir var saydığımız şeylerden uzaklaşmadan, çevremizle yabancılaşmadan kendimizi var edemeyiz.
Psikanalistler, kişinin içindeki gerçek kişiye ulaşmaya çalıştıklarında kelimelerin ima ettiği objektif anlamla yetinmek yerine kelimelerin altında gerçekte ne yattığına odaklanırlar. Zira dil, ona nasıl bakmamız gerektiğini bilirsek, bir bariyer olmak yanında, kişinin dış dünya ile olan ilişkisinin tezahürü olarak da işlev görür. Kişinin dille münasebeti, aslında onun kendisiyle ve dünya ile olan münasebetini birebir yansıtmaktadır.
Her birimizin bu birbirinden ayrı iç dünyaları arasında iletişimi mümkün kılabilmek için ortak diller inşa ediyoruz. Fakat dil, aramızda bir köprü olduğu kadar engel de.Diğerleri, bizim kendimizi ifade etmek için kullandığımız kelimenin anlamını yorumlayarak onu ikinci kez yarattıklarında, bizim ve dış dünyanın arasındaki perde de ikiye katlanmış olur. İki kimse arasında gerçek, tam bir iletişim imkansızdır.
Sonuçta Jung, rüyaların gerçek işlevinin bilinçli ve bilinçsiz bütünlüğü sağlıklı ve uyumlu bir halde birleştirmek olduğuna inanıyordu.
En sağlıklı içgüdümüz olan yaratıcı içgüdü bizi, suçlandığımızda başkalarını da o suçlama çemberine dahil etmek yerine, yaratıcı ve sorgulayıcı -zira bu ikisi zaten iç içedir- eyleme teşvik eder.
Bir şey, zıddıyla bağ kurabildiği ölçüde değerli olur.
Bir başkasını kontrolleri altına alma çabalarını, gözdağı veren, saldırgan tutumlarını, horozlanmalarını güç ile karıştırma hatasına düşeriz. Halbuki bu davranışlar güç değil, bir ergenin aşırı kırılganlığının ve zayıflığının işaretidir. Her güç gösterisinin altında zayıflık yatar.
Sevgiye en çok ihtiyacı olanlar, sevilmesi en zor olanlar.
Biz düşüncesiyle hareket eden insan karşısına hep bir grup insanı siz olarak almak durumunda kalır ve öteki kavramı sen değil siz düşüncesinin sonucudur.
Herhangi bir şeyin farkına varabilmek için önce onu tüm kolektif değerlerden ve yerleşmiş yargılardan arındırmamız, sonra ise kendi ellerimizle yeniden giydirmemiz gerekir.
Gerçek hayatta da böyledir; kişi rahatsız olduğu şeye bir şekilde zarar veremeyeceğini, ona somut bir yolla saldıramayacağını anlayınca, o şeyi önce dil üzerinden küçültmeye, yıpratmaya çalışır, dille saldırır.
Çevresine tamamen entegra olmuş biri, yaşıyordur ama tam anlamıyla var değildir.
Winnicott, bebeğin kendisini dünyanın merkezi zannettiği döneme ilk narsisizm (primary narsisizm) adını verir. Baş kahraman ile bu kahramanın etrafında cereyan eden olaylar merkezinde dönen klasik romanları okurken, bu ilk narsisizm çağına dönmüş oluruz.
Egolarımız çocukken çok zayıftır; hatta, çocukluk
egonun sağlıklı şekilde gelişmesi ve güçlenmesi gereken dönemdir.
Türkiye’de sanatçı ifadesi, istikrarlı bir şekilde, yaptıkları iş sanat olmayan kimseler, talk-şovcular, şarkıcılar, sunucular, oyuncular için kullanılıyor. 2007 yılında kaybettiğimiz usta oyuncu Savaş Dinçel yerinde bir tespitle, oyuncunun sanatçı olarak adlandırılmasının yanlış olduğunu, Shakespeare’in sanatçı, fakat Shakespeare’in piyesini oynayan oyuncunun onun sanatının yorumcusu olduğunu söylemişti. Sanatçı deyince akla edebiyatçıların gelmiyor olması hakim zihniyetimizin sanata bakışını ve kültür kavramıyla ilişkisini yansıtıyor.
Ne iş yaptığı sorulduğunda Şair/Yazar cevabı veren birine, odada on kişi varsa altısı Öyle mi, ben de şair/yazarım. der. Biri makine mühendisi olduğunu söylediğinde kaç kişi ona Öyle mi, ben de makine mühendisiyim. diyor? Ya da aşçılara kaç kişi, (“Ben de yemek pişiririm. değil), Ben de aşçıyım. diyor? Şairliği meslek olarak kabul etmek, onu hobi değil ciddi bir iş olarak yapanların yaptığı işe saygı duymak için de gerekli.
[Aynı durum ressamlar içinde geçerli, eline fırça alan, resim kursuna giden ressamım/sanatçıyım diyor. Hadi ordan!]
Virginia Woolf’un kastettigi anlamda bir oda ya sadece kadının değil, yazan veya üreten herkesin ihtiyacı var belki. Ancak Woolf’un ifade etmek istedigi şey kadının dış müdahalelerden bağımsız bir alanda yazabilme şansının erkeğe nazaran çok daha düşük olduğu. Eşini, çocuklarını, evindeki diğer işleri zihninde erkekten daha sürekli ve yoğun taşıyan kadın psikolojik olarak da, yazıyla baş başa kalabilmekte güçlük çekiyor.
Eserler, yazarlarından bağımsız olmakla birlikte her zaman yazarlarının iç dünyasının dışsallaşmış biçimleridir.
Doğduğumuz andan itibaren ölmeye başlıyoruz ve yaşadığımızın farkına varmamız, aynı zamanda ölüyor olduğumuzun farkına varmamızdan ayrılabilir bir şey değil.
Yaratıcılığın ölüm ve yaşam arasında durduğu gibi, sanat eseri de ölüm ve yaşam arasında bir yerdedir.
Nitekim, pek de sevimli olmayan kimselerin biz onlara sevgi gösterdikçe kendiliklerinden, sevilecek kişilere dönüşmesi ilginçtir. Birinin sevimsiz davranışını da Beni sevin! Sevginize çok ihtiyacım var! yönünde bir yardım çağrısı olarak okumaya meyilliyimdir hep. Sevgiye en çok ihtiyacı olanlar, sevilmesi en zor olanlar.
Proust gerçekten de yazmak için yaşıyordu ve tüm sert eleştirilere rağmen, eserinin ölümsüz olduğunun her zaman farkındaydı. 1911’de İçimde, ruhunu ancak benden sonra yaşayacak olan bir kitaba verebileceğim, benden derin bir ben uyandı.” (1982, s. 234) yazmıştır.
Jung: İlerleme her zaman bireyleşme ile başlar, başka bir deyişle, kendi yalnızlığının bilincinde olan, o zamana dek ayak basılmamış çalılıklarda kendisine yeni bir yol açan birey ile başlar. Bunu yapabilmek için birey önce tüm otorite ve gelenekten bağımsız olarak kendi varlığının temel gerçeklerine dönmeli, ve kendisine kendi ayrıksılığının bilincine varması için fırsat tanımalıdır. Eğer açılan bilincine kolektif geçerlilik vermeyi başarabilirse, kültürün yükselmesi için gerekli itici güce gebe olan tezatlar gerilimini yaratır. (Jung, 1928, s. 59)
Sanatsal yaratım sürecinde içeriğin biçimi yaratması, biçimin içeriği yaratması, ama sonunda yaratılanın ne biçim ne içerik, ama tek başına sanat eserinin kendisi olması gibi.
Sanat eserleri, yatayın dikeyle kesiştiği çok önemli noktalarda dururlar. Sanat, Tanpınar’ın da dediği gibi, sonsuzlukla bir bağ kurma çabasıdır, Sanat nesnesinin sınırlı yatay gerçekliği, buradan dikeyin sonsuz gerçekliğine inmek için araç vazifesi görür. Sanat eserleri, yatay düzlemde fiziksel bir varlıkla yer tutarlar, yataya dair nesneler tarafından ifade edilirler; ama, işaret ettikleri gerçeklik dikeydir.
Aslında bu dikeylik, sanatın da özüdür. Bir eser ne kadar dikey potansiyel barındırıyorsa, sanatsal değeri de o oranda yüksektir. Dünyadaki başka her şey gibi sanat eserinin materyalini meydana getiren unsurlar da (sözcükler, boyalar, notlar, çamur, vs.) hem yatay hem dikey boyuta sahiptir. Bunlar, yatayın gündelik gerçekliği içerisinde sıradan nesnelerdir; ama, sanat eseri aracılığıyla yatay gerçekliklerinin ötesine giderler. Bir kimse, yatay düzlemdeki nesnelerin nesnel gerçekliğini değiştirebildiği ölçüde sanatçıdır. Bir şair, dilin ağından kendisine özel, yeni bir Dil yaratır. Yatay düzeyde, dil ve sözcükler iletişim görevi görür. Edebiyatta dil, sanatçının kendisine özel bu Dil’i yaratmak için araç olmaya yararlar. Gerçek sanat eserinin ilettiği şey, anlatılamaz bir seydir. Sanat eseri, kendisinden başka bir yolla ifade edilemeyen şeydir. Eser, kendisinden başka bir yolla ifade edilemez, açıklanamaz, özetlenemez; kendisinden başka hiçbir şey onu temsil edemez.
Çünkü yaratıcılık, Frank Barron’un tanımladığı üzere, yeni bir şey vücuda getirme kabiliyeti dir -ve çocuk metaforu ile temsil edilmesi bundandır-.
Gerçekliğe, anlama duyduğumuz gereksinim en az hava, su gereksinimiz kadar güçlüdür.
Susan Sontag sosyal medyanın icadından çok önce, 1977’de yayımladıgı kitabı On Photography’de (Fotoğraf Üzerine), fotoğraf ve kamera görüntülerinin yaygınlaşmasının gerçeklik algımızı nasıl baltaladığını anlatır. Sontag’a göre gerçeklik giderek kameranın bize gösterdiği şeye dönüşmekte, insanlar kendi algılarına algıladıkları şey kamera tarafından onaylanmadıkça güvenmemektedir. Fotoğraf o denli etkin hale gelmiştir ki fotoğrafta nasıl göründüğümüzün gerçekte nasıl olduğumuzu belirlediğine dair bir zan hakimdir. Her şeyin anlık görüntülere indirgendiği, realitenin daha hızlı ve daha yüzeysel biçimlere dönüştüğü bu çağ, gerçekligin çok fazla görüntüyle toprak altına gömüldüğü toplumsal bir şizofreniyi yansıtır. Sahte Benlik, Gerçek Benlik’i örtbas etmek için her şeyi görünür yaşar numarası yapmakta, gerçeklik iddiasıyla Gerçek Benlik’ten iyice kopmaktadır.
Gerçek hayatta da böyledir; kişi rahatsız olduğu şeye bir şekilde zarar veremeyeceğini, ona somut bir yolla saldıramayacağını anlayınca, o şeyi önce dil üzerinden küçültmeye, yıpratmaya çalışır, dille saldırır. Dil, çok kapalı ve dolaylı biçimlerde bile olsa, onu konuşan kişinin rahatsızlığını ve çaresizliğini en sık belli ettiği yerdir. Ve bir insana, bir duruma saygınızı önce dille gösteremezseniz, sonra zaten başka hiçbir şeyle gösteremezsiniz.
Dil, birey ile dış dünya, hayat ve gerçeklik arasındaki köprüyü sembolize eder. Bu nedenle, birinin hayata verdiği anlam, o kişinin dili nasıl kullandığına bakılarak yorumlanabilir. Dil ile olan dışsal ilişkimiz, hayat ve gerçeklikle olan içsel ilişkimizi yansıtmaktadır.
Mutluluk sabun gibidir, avucunuzda sıkı sıkı kavrayamazsınız. Ama onu ellerinizde nasıl tutmanız ve idare etmeniz gerektiğini öğrendiğinizde ondan istifade edebilirsiniz.
Romanın Gerçek canavar Yaratık mı, yoksa Victor mı? sorusu Mary Shelley’nin hayatında yeniden karşımıza dikilir. Canavar’ın durumunu humanize eden Shelley bizi canavarlık tanımı üzerinde düşünmeye ve sosyal düzen dışında kalan her şeyin gerçekten de canavarca olup olmadığını sorgulamaya iter. Bu belki de Shelley’nin içindeki acı çığlığın yankısıdır: Gerçek canavar kim?
Çocuklara kendilerinden menkul bir değerleri olmadığını hissettirdiğinizde, yapmak zorunda kaldıkları gibi Buna, yaygın rastlanan bir başka örnek olarak, kendinden menkul bir değeri olmadıgı öğretilen kız çocuklarının büyüyünce kimliklerini eşleriyle ve çocuklarıyla tanımlamaları, kendilerine zarar veren ilişkileri bitirememeleri gösterilebilir. Ülkemizde iyi eğitimli, kendi parasını kazanan, herhangi bir alanda başarı edinmiş kadınlarda dahi bu soruna malesef sık rastlanmaktadır.
Akran zorbalığı, bilindiği gibi, bu zorbalığı uygulayan çocukların da aslında mağdur, hem de aynı eylemin mağduru kategorisinde değerlendirilmesi gereken bir psikolojik mekanizmanın sonucudur.
Sorun, kadın olmanın kendisinde değil, belli dogmalar etrafında şartlanmış bir toplumun içinde kadın olmakta.
Bizi gördüklerini düşünenler sadece o an olduğumuz yeri görmekte. Hangi yollardan, nasıl geldiğimizi bizden başka kimse bilmiyor. Hikayeler, gördüğümüz herkesi ve her şeyi o an bulundukları yerde gördüğümüzü anlatmak için varlar.
Doğduğumuz andan itibaren ölmeye başlıyoruz ve yaşadığımızın farkına varmamız, aynı zamanda ölüyor olduğumuzun farkına varmamızdan ayrılabilir bir şey değil.
Jung’a göre, her şey ama her şey enerjidir. Enerji form değiştirse, kendisini saklasa bile, asla yok olmaz. Bireyleşmenin bir tür psişik enerji formu olan arketipsel çağrısı da, bastırılsa bile, zarar verilemez, yok edilemez niteliktedir.
Hepimiz kendi içimize hapsolmuş durumdayız. Yüzümüzü profilden görebilme lüksümüz bile yok. Hayatımızın rahim içinde başlaması bile belki insan olmanın kısıtlanmış olmak anlamına geldiğinin temsili.
Mutluluk insanların yalana inanabilme yeteneğine bağlıdır.İnsanlar öyle kendiliklerinden mutlu olmazlar.Birisi çıkar onlara mutlusunuz der.Onlar da inanır.
Hayat orada bir hayat olduğunu fark ettiğimizde zaten çoktan başlamıştır ve bizim hayatımızda,bizim bir hayatımız olduğunu anlamamızdan önce başlar.
Her güç gösterisinin altında zayıflık yatar.
Bir edebiyat metnini okuduktan sonra, o metni okumadan önceki kişi değiliz hiçbirimiz.
Sevgiye en çok ihtiyacı olanlar,sevilmesi en zor olanlar.
Sanatçıların kendilerini eser vermeye mecbur hissetmelerinin en önemli nedeni, başka bir varoluş biçimi bilmiyor olmalarıdır.
”Stephen Covey mutluluğu ‘şu anda ne istediğimizi sonunda ne istediğimiz karşılığında feda edebilme yeteneği ve isteğinin meyvesi’ olarak tanımlıyor ”
”Bir çocuğun kendisinden büyük birine karşı çıkmaya hakkı olmadığı düşüncesi, çocuklara tabii ki yetişkinler tarafından öğretilen ve çocukların kendilerine ait bir inanç zannederek sürdürdükleri bir zihinsel suistimaldir.
Örneğin, çocuklar, kendi hallerine bırakıldığında, kimseyi kıyafetlerinden dolayı eleştirmez, küçük görmezler; ama yetişkinler ‘Kelveylerin kıyafetleri çirkin. Ve onları bu nedenle kınamalıyız.’ dediğinde çocuk bunu kendine ihanet etmek pahasına doğru kabul edecektir. Özellikle de çocuğa kendisine ait doğrular, düşünceler olabileceği öğretilmedikçe. ”
Bizi gördüklerini düşünenler sadece o an olduğumuz yeri görmekte. Hangi yollardan, nasıl geldiğimizi bizden başka kimse bilmiyor.
Onlar buna delilik diyecekler. Biz ise görmek diyeceğiz.
Asıl hata, olayları oldukları gibi, isimleri yazıldıkları gibi, insanları da, fotoğrafla psikolojinin yarattığı izlenime uygun olarak, kıpırtısızlarmış gibi tanıtmaktır. diye yazar Proust.
Bir çocuğun kendisinden büyük birine karşı çıkmaya hakkı olmadığı düşüncesi, çocuklara tabii ki yetişkinler tarafından öğretilen ve çocukların kendilerine ait bir inanç zannederek sürdürdükleri zihinsel bir suistimaldir.
Keşke o kadar basit olsaydı! Yani bir yerde sinsice kötü ameller işleyen kötü insanlar olsaydı ve onları toplumun geri kalanından ayırıp yok etmekle her şey çözülseydi!
Günah keçileri, insanların kendilerine yönelik nefretlerini dışsallaştırma görevi görür.
Ama iyi ve kötüyü ayıran çizgi, her insanın kalbini de ayırır. Ve kalbinin bir parçasını yok etmeye kim razıdır?