İçeriğe geç

Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? Kitap Alıntıları – Filibeli Ahmed Hilmi

Filibeli Ahmed Hilmi kitaplarından Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? kitap alıntıları sizlerle…

Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? Kitap Alıntıları

Ey gençler!
Bir vazife yapacak yaşa geldiğiniz, mektep sıralarından çalışma meydanına çıktınız vakit, dileğiniz ve sevdiğiniz, rahat, para, eğlence olmasın. Milleti diriltmek, milleti uyandırmak, milleti yaşayacak bir kılığa sokmak olsun. Fedakar olunuz, zevki çalışmada, rahatı millet uğurunda yorulmakta bulunuz.
Ey Türk yavrusu!
Sen, bize benzeme, şanlı dedelerine benze.
Hamuruna bu kadar bozuk ekşi maya katılan bir ruhtan ne beklenir?
Onlar ne yaptıysa, biz de onu yapmalıyız. Onlar dedelerinin ruhunu buldular. Biz de şimdiki renksiz ruhumuzu, dedelerimizin ruhu gibi yani Türk ruhu yapmalıyız.
Zavallı Türküm! Sen ise şimdi, binlerle düşmanın el birliğiyle attıkları yumruklar altında sersemledin sendeleye sendeleye yürüyorsun. Cılızlaştın, Türk’üm, viranladın!
Çünkü ruhunu kaybettin.
Lâkin, Türk, başını kaldır, korkma ve ümidini kesme. Evvelce yendiğin milletlerin bugün ne olduğunu gör ve sen de onlar gibi yap.
Dedelerimiz üzüm üzüme bakarak kararır, demişler. Biz de yavaş yavaş o yendiğimiz milletlerdeki fena huyları, çirkin adetleri almaya başladık.
Düşündüm: Üç yüz yılda Türklüğün nasıl değiştiğini, neden “Türk civanlığı” nın kaybolduğunu aradım. İşte bu kitapçık meydana geldi.
Türk!
Bu kitabı oku ve düşün.
Çünkü bu kitap bir Türk’ün ağlayışıdır.
Giden yerler, hep pahalı ve kıymetli yerler ve çünkü kanımız pahasına kazandığımızın, yurdun parçalarıydı. Lakin o parçalar, ne kadar kıymetli olursa olsun, yurdun yüreği değildi.
Artık kırpılacak, kesilecek parça kalmadı.

Ey Türk! Anadolu yurdumuzun yüreğidir.

Eli kalem tutanların borçu, düşündüğü yararlı şeyleri millet kardeşlerine bildirmek; vatan evladının borcu da, eğer söylenen sözler doğru ise, onları tatlı bir masal gibi değil, yerine getirilmesi farz olan şeyler gibi dinlemek ve yapmaktır.
Kavga bitti, lakin yine başlayacak.
Yaşamak demek, kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarda vardır. Kavgasız, ancak ölülerdir.
Din-i İslam’da istibdat, yani bir adamın keyfine göre idare yoktur. Herhangi Müslüman meşveretten başka bir usulü kabul ederse Peygamberimizin sünnetine ve Allah’ın emrine itaatsizlik etmiş ve zalime yardim eylemiş sayılır.
Ey gençler!
Millet cehalet içinde boğulur, yoksulluk içinde sürünür, gıdasını ot köklerinden dilenirken, şıklanıp Beyoğlu sokaklarında dolaşmak, nefis yemekler için kesesini boşaltmak, vallahi millete ihanettir, şahıs itibariyle bu, vallahi denaettir.
Türk yurdunda en yoksul, en zavallı, en mihnet çeken yine Türklerdir. Biz viran kulübelerde, yıkık evlerde yarı aç yarı tok sürünüp dururken onlar, bir taraftan Türk’ün zulmünden mızlanıp dünyanın kulağını dolduruyor, diğer taraftan Türk sayesinde, Türk yurdu üzerinde kazandıkları liralarla yaptırdıkları konaklarda, saraylarda zevk ediyorlardı ve ediyorlar. Kendi milletlerini sevdikleri, birbirine yardım ettikleri için onlar, güya reaya iken kutlu ve saadetli, biz ise güya bu yurdun sahibi iken yoksul ve sefil idik. Hâlâ da böyleyiz.
Irzları yıkılarak ateşlere yakılan Türk hatunlarının göklerde size bakan ruhları Ey Türk oğlu! Irzımıza sürülen lekeyi, alçak düşmanların kanıyla yıka diye ağlıyor ve inliyor.
Din perdesi altında dinsizlik, ahlâksızlıktır.
Ah Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim?
Türk ruhunun üstüne yetmiş iki millettin ruhunda ki değersiz parçaları koparıp yamamışız. Türk ruhu örtülmüş, kaybolmuş ve ortada bu tuhaf alaca kalmış!
Herkesin gözünde Türk demek: Müslümanlığı ve Müslümanları kırk dış düşmanlarından, kırk iç düşmanlarından korumak için, Çalab tarafından yollanmış ”bir yiğit bir aslan ” demek oluyor.
Bir vakit Frenkler, çocuklarını korkutmak için, en korktukları Türk’ü düşünerek: Türk geliyor diyorlardı. Türk geliyor demek büyükler ve küçükler için kaçın demek idi
Sonra o Frenkler, Türkiye’nin adını hasta adam koydular.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Açlığa, fakirliğe, cahilliğe, huysuzluğa ve tembelliğe karşı da kavga etmeliyiz. Bunlar da bizim en büyük düşmanlarımızdır. Bu iç düşmanlarına karşı kavgada üst çıkmaz isek, dış düşmanları bizi her vakit tepeler.
Kavga bitti, lâkin yine başlayacak. Yaşamak demek, kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarda vardır. Kavgasız, ancak ölülerdir.
Çünkü onlar, bu zamanın âdemi olmuşlardı, biz ise eski zaman ademi kalmış idik. İçinde yaşadığımız zaman ”bilgi ve çabalama zamanıdır ”. Bu zaman ”birlikte kuvvet arama, yorgunlukta rahat bulma ” zamanıdır.
Bayrağımız yüksektedir, ay ve yıldız göktedir, onu kimse ayak altına alamaz; kara bulutlar altında gizlenir, batar; lâkin bir gün gelir, yine doğar, yine çıkar
Milletime tavsiye ederim, unutmasın! Hürriyet ve Meşrutiyetin mehd-i nivari olan Selanik’i, yeşil Manastır’ı, Kosova’yı, İşkodra’yı, Yanya’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını tavsiye ederim.
Ey Türk! Anadolu yurdumuzun yüreğidir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Balkan Savaşı’nda sadece toprak değil, bir vatan kaybettik.
Ey Türkler ve ey gençler!

Acaba bizde, bir laternacı Rum, bir meyhaneci çırağı Bulgar, bir kahve garsonu, bir bahçıvan yamağı, bir Samatya tulumbacısı, bir Fener bakkalı kadar da mı duygu yok!

Ah Çalab’ım!

Söylemeye dilim varmıyor:

Ey kardeşler! Acaba bizde, fahişehanelerde sürünen birtakım Rum kadınları kadar da mı yurt ve millet sevgisi yok?

İstefan, kasabaya gitse, millettaşlarının kucağı kendisine açıktır. Papaz, onu, bir baba oğlunu kabul eder gibi kabul eder. Biz ise kadıya gitsek, yanına sokmaz, müftüye gitsek, söylediği sözleri anlamayız. Beyler ve ağalar, bize aptal, birer sağmal inek gözüyle bakar. İmamlara gitsek Cenazen mi var? diye sorar. Çömezlere gitsek, ölülerimize Aşr okumak davasıyla paramızı çalar. Şıhlara gitsek, bize muska satar, dervişlere uğrasak Dünyadan kaç!” der de kesemize sarılır. Hasılı biz birbirimizi sevmeyiz, birbirimize inanmayız
Ey Türk yavrusu!

Pabuçsuz İstefan bugün çelebi oldu. Ben pabuçsuz kaldım. O, evvelleri bize Buyurun ağa der ayağa kalkarken bugün biz ona kavuk sallamaya borçluyuz. Buraya geldiği vakit başında yağlı bir fes bulunan İstefan, bugün çocuklarına şapka giydiriyor. İhtimal ki bizden aldığı paraları Yunan donanmasına gönderiyor.

Ah yavrum!

Eğer büyük olsan da düşünebilsen, bana derdin: Neden bir Ahmet, bir Mehmet, köy bakkalı olmuyor ve neden İstefan oluyor da kazanıyor?

Yavrum, çünkü köy bakkalı bir Ahmet olsa, evvela biz onu çekemeyiz, kıskanırız, ondan alışveriş etmeyiz. Her ne satarsa, pahalı ve fena buluruz. Onu batırmaya uğraşırız ve şayet batarsa, seviniriz. Lâkin, ah yavrum, dahası var, çok kere, bakkal Ahmetler de bize İstefanlardan ziyade fenalık etmeye daha fena mallar sürmeye uğraşır.

Ey Türk yavrusu!

Türk yurdunda en yoksul, en zavallı, en mihnet çeken yine Türklerdir. Biz viran kulübelerde, yıkık evlerde yarı aç yarı tok sürünüp dururken onlar, bir taraftan Türk’ün zulmünden mızlanıp dünyanın kulağını dolduruyor, diğer taraftan Türk sayesinde, Türk yurdu üzerinde kazandıkları liralarla yaptırdıkları konaklarda, saraylarda zevk ediyorlardı ve ediyorlar. Kendi milletlerini sevdikleri, birbirine yardım ettikleri için onlar, güya reaya iken kutlu ve saadetli, biz ise güya bu yurdun sahibi iken yoksul ve sefil idik. Hâlâ da böyleyiz.

Ey Türk yavrusu!

Bir vakit, dedelerin bu yerleri aldıkları zamanlar, oralardaki insanların canına ve malına dokunmamış, o milletleri rahat için de bırakmış idiler. Yurdumuzun kucağında, anamızın ocağında onlar için yer bırakmışlardı. Lakin bu oğullar, bu nankör insanlar, Türklerin bu arslanca davranışlarına pek alçakça karşılık verdiler.

Ey Türk yavrusu!

Onlar, içimizde kurt gibi davrandılar. Dış düşmanlarımızla birleştiler. Yurdumuzun dörtte üçünü elimizden aldılar, sevgili anamızı yaraladılar. Binlerle, yüz binlerle memedeki çocuklarımızı, ak sakallı pirlerimizi kestiler, kadınlarımızın ırzına geçtiler, hatta bu canavarlar, mini mini kızcağızlarımızın bile ırzını çiğnediler. Camilerimizi ya kilise yaptılar ya ahıra çevirdiler.

Biz sefahat ve sarhoşluk uykusunda, kahpeler kucağında vakit geçirirken; onlar, çalışma yerlerinde, mekteplerde vakit geçiriyorlardı. Artık papazlar, iğne deliğinden kaç tane melek geçeceğini düşünmüyorlardı. Onlar; milletini kurtarmaya uğraşacak, milleti için ölecek, Türk boyunduruğunu kırmağa çalışacak gençler yetiştirmeye uğraşıyorlardı.
Türk yiğitleri, yere düşen düşmanlarının yaralarını sarar, öldürmez ve onların rahatını yerine getirirdi. Yurtlarını kaybettiklerini sezdirmezdi.

İşte onlar, işte bu hayatını bağışladığımız adamlar, hepsini unuttular. Bizi gafil avladılar; hepsi, hepsi Türklere saldırdılar ve nihayet Rumeli’nin çok yerlerinden Türk bayrağını kaldırdılar.

Her kim Müslümanları esaretten kurtulmasını istiyorsa, lokmasından kesip mekteplere sarf etmelidir.
Biz ise mümin kardeşlerimizin malına, canına, suikast ediyoruz, göz dikiyoruz. Bir mümin kardeşimiz nikahlı karısını dağlara kaldıramaz, Allah’ın emanetinde olan bir kızı keyfine kurban edemez, mümin kardeşinin canına kast ve malını yağma eyleyemez bulunuyoruz.
Bu nasıl kardeşlik! Demek ki biz kardeşliği bilmiyoruz. Demek biz Müslümanlar içinde Allah’ın emrini hiç dinlemeyenler pek çok.
Biz ise dünyaya yemek ve içmek ve birbirimizin gözünü çıkarmak için geldik sanıyoruz. Cahil kalıyoruz.
Bir vakit dünyaya hükmeden Müslümanlar, neden şimdi esir olmuş?
Sizden millet hidmet ve himmet dileniyor. Sizden parlak sözler, parlak nutuklar değil velev ki naçiz olsun, iş ve teşebbüs umuyor.
Söylemeye dilim varmıyor:
Ey kardeşler! Acaba bizde, fahişehanelerde sürünen birtakım Rum kadınları kadar da mı yurt ve millet sevgisi yok?
Bir Rum bakkalı, bir tane gazeteyi okumaya ancak vakit bulabilirken beş altı gazeteye abone oluyor ve sebebini sorsanız, size: “Bir milleti ancak gazeteler diriltebilir, halbuki bizim gazetelerimiz milletimizin nüfusuna göre çoktur. Bunları vakti ve hali yerinde olanları yaşatmazsa, nasıl payidar olurlar?” diyor.
Ey gençler!
Millet cehalet içinde boğulur, yoksulluk içinde sürünür, gıdasını ot köklerinden dilenirken, şıklanıp Beyoğlu sokaklarında dolaşmak, nefis yemekler için kesesini boşaltmak, vallahi millete ihanettir, şahıs itibariyle bu, vallahi denaettir.
İstefan, kasabaya gitse, millettaşlarının kucağı kendisine açıktir. Papaz, onu, bir baba oğlunu kabul eder gibi kabul eder. Biz ise kadıya gitsek, yanına sokmaz, müftüye gitsek, söylediği sözleri anlamayız. Beyler ve ağalar, bize aptal, birer sağmal inek gözüyle bakar. İmamlara gitsek “Cenazen mi var?” diye sorar. Çömezlere gitsek, ölülerimize Aşr okumak davasıyla paramızı çalar. Şıhlara gitsek, bize muska satar, dervişlere uğrasak “Dünyadan kaç!” der de kesemize sarılır. Hasılı biz birbirimizi sevmeyiz, birbirimize inanmayız
Bir oğlun dünyaya gelip de mini mini gözlerle sana bakmaya, sana tatlı tatlı gülmeye, mini mini kulağı atasözünü anlamaya başladığı vakit, ona söyle, her gün söyle, hiç durma söyle:
Ey Türk yavrusu!
Millet kardeşini, din yoldaşını sev. Çalış, kazan, zengin ol. Kendine ve millet kardeşlerine faydalı ol.
Ey Türk yavrusu!
Türk yurdunun bir ucu Tuna, bir ucu Sudan, bir ucu İran, bir ucu Cezayir’dir. Bu yurt, senin anandır. Bu yurt, dedelerinin kanıyla sulanmış mübarek bir topraktır. Bu yurdun neresini kazsan Türk kemiği çıkar!
Aman ya Rabbi! Şu hâlde vur, kır, as, kes, ne istersen yap! Aç otur sürün, kaderim böyle olmuş, de ve kaç! Biri gelsin, malını elinden alsın! Sus, kader böyle imiş! Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar, çalışsın, çabalasın, fedakârlık etsin, mektepler açsın, hamiyetli vatandaşlar meydana getirsin, bunların her biri kazancını ve canını vatanı uğuna feda etsin, mükemmel ordular, güzel donanmalar peyda eylesin ve sonra gelsin senin vatanını elinden alsın, camilerini kilise yapsın, dindaşlarını diri diri yaksın! Sonra biz buna karşı:
“Adam sen de! Dünya zaten biz müminlere haram ve zindandır. Hem de bu, ezelde yazılmış, kader böyle olmuş!” mu diyeceğiz?
Bu kader işini böyle eksik bir kılıkta kabul edersek, hiç kimse için sorgu (mesuliyet) da kalmamalıdır. Bunun sonu ise din perdesi altında dinsizlik, ahlâksızlıktır.
Ah Çalab’ım.. Bu sözlerle yoğrulan ruhta vatan muhabbeti, yurt kaygısı olabilir mi?
Onlar ne yaptıysa, biz de onu yapmalıyız. Onlar dedelerinin ruhunu buldular. Biz de şimdiki renksiz ruhumuzu, dedelerimizin ruhu gibi yani Türk ruhu yapmalıyız. Lâkin bunu becerebilmek için peşin, ruhumuzun nasıl yapıldığını yani şimdiki yamalı hırkaya benzeyen ruhumuzun hangi kumaşlardan dikildiğini anlayalım.
Az bir zamanda o milletler, yenik ve miskin babalarına benzemez bir hale geldiler. Bilgi, kuvvet, para, iyi huy, dindarlık hep onların eline geçti.
Onlar uyandılar ve bizi uykuda bularak kolayca tepelediler.
İtalya’daki Venedik şehrinde bir manastırda oturan beş on Ermeni papaz, kırk sene içinde, adeta kaybedilmiş olan Ermeniceyi yeniden dirilttiler, koca bir dil meydana getirdiler.
Yuf olsun senden yurt duygusunu, toprak sevgisini alanlara!
Hükûmet, kendine düşeni yapmalı. Lâkin ahaliden her biri de kendine düşen borcu yerine getirmelidir. Her takımın borcu var. Eli kalem tutanların borcu, düşündüğü yararlı şeyleri millet kardeşlerine bildirmek; vatan evladının borcu da, eğer söylenen sözler doğru ise, onları tatlı bir masal gibi değil, yerine getirilmesi farz olan şeyler gibi dinlemek ve yapmaktır.
Ey Türk Gençleri!
Avam sınıfını uykudan uyandırınız, orta sınıfı entrika ve siyasetten kurtarınız, cümlesine doğru yolu gösteriniz. İhtimal ki ilk zamanlar size şükran ve nuru göstermeyen çok olur, ihtimal ki size sıkıntı ve cefa edenler de bulunur. Lâkin siz bunları bir iltifat gibi görünüz. Yâr sitemi, millet telaşı, hamiyetli sırtları incitmez.
Ey gençler!
Gözlerimiz Avrupa’nın şaşaalı sefahatlerini, iğrenç rezaletlerini değil, milletimizin açlığını, yoksulluğunu, bilgisizliğini görsün. Avrupa’nın kostümlerini, kumaşlarını, süslerini değil, bunları meydana getiren çalışmalarını ve bilgilerini seviniz.
Türk yurdunda en yoksul, en zavallı, en mihnet çeken yine Türklerdir.
Ey Türk Yavrusu!
Haydi yaralarını sar, cılızlığından, hastalığından, bu yoksulluktan kurtul. Çalış, çabala, hiç durma, hazırlan ve bekle. Yürek almak için şanlı dedelerini, Moskof kırlarında, Macar illerinde, Garp’ten ve Afrika çöllerinde şanlı al bayrağımızı gezdiren arslan Türkleri hatırla. Yüreğini yakmak ve gayretini kızıştırmak için akıtılan Türk kanlarını, yakılan ve parçalanan Türk canlarını hatırla.
Fenalığı Çalab’tan değil, kendi özünüzden biliniz. Size Çalab zulmetmez, kendi özünüz eder.
Vatanını sevmeyenin, vatanını korumak için ölmesini bilmeyenin elinden vatanını alırlar.
Yazıklar olsun senden yurt duygusunu, toprak sevgisini alanlara! Yuf olsun arslan sürüsünü, koyun sürüsüne çevirenlere!
Ey Türk! Anadolu yurdumuzun yüreğidir.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul duvarlarını toplarla döverken, Rum papazları Ayasofya Kilisesi’nde toplanıyor ve bir iğnenin deliğinden kaç tane melek geçebileceğini söyleşiyordu.
Türk!
Bu kitabı oku ve düşün. Çünkü bu kitap bir Türk’ün ağlayışıdır.
Yaşamak demek kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarlarda vardır. Kavgasız, ancak ölülerdir.
Balkan keçileri birdenbire arslan kesildi! Türk adını duyar duymaz kaçanlar, Türk’ü kaçırdılar ve buna kendileri de şaştılar, alemi de şaşırttılar!
Bir yere beş Türk gitse, beş sene sonra beş bin tane oluyor çünkü Türk, millet kardeşini, salih yoldaşını unutmuyor. Kazancını onlarla paylaşıyor, onlara da iş arıyor ve buluyor.
Ey gençler!
Gözlerimiz Avrupa’nın şaşaalı sefahatlarini, iğrenç rezaletlerini değil, milletimizin açlığını, yoksulluğunu, bilgisizliğini görsün. Avrupa’nın kostümlerini, kumaşlarını, süslerini değil, bunları meydana getiren çalışmalarını ve bilgilerini seviniz.
Türk yurdunda en yoksul, en zavallı, en mihnet çeken yine Türklerdir. Biz viran kulübelerde, yıkık evlerde yarı aç yarı tok sürünüp dururken onlar, bir taraftan Türk’ün zulmünden mızlanıp dünyanın kulağını dolduruyor, diğer taraftan Türk sayesinde, Türk yurdu üzerinde kazandıkları liralarla yaptırdıkları konaklarda, saraylarda zevk ediyorlar. Kendi milletlerini sevdikleri için, birbirine yardım ettikleri için onlar, güya reaya iken kutlu ve saadetli, biz ise güya bu yurdun sahibi iken yoksul ve sefil idik. Hala da böyleyiz.
Yetmiş parça kumaştan yapılmış bir derviş hırkası göz önüne getir. İşte çoğumuzun ruhu bu derviş hırkasına benziyor. Hırkaya bak: Kırmızı desen, değil. Sarı desen, o da değil. Mavi değil. Yeşil de değil Hepsi birden! Sanki bir deli alacası. İşte çoğumuzun ruhu da böyle. Türk ruhunun üstüne yetmiş iki millettin ruhunda ki değersiz parçaları koparıp yamamışız. Türk ruhu örtülmüş, kaybolmuş ve ortada bu tuhaf alaca kalkış!
Kavga bitti, lakin yine başlayacak. Yaşamak demek, kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarlarda vardır. Kavgasız, ancak ölülerdir.
İçinde bulunduğumuz zaman bilgi ve çabalama zamanıdır. Bu zaman birlikte kuvvet arama, yorgunlukla rahat bulma zamanıdır.
Her Vatanperverden, Bu Eserciği Türklere Okumasını ve Anlamasını Niyaz Ederiz.
Onlar biliyorlar ki Türkleri yıktıkları gün İslâm’ı yıkmış olacaklar.
Evlatlarımızın içinde cahil ve tembel kimse bırakmayalım. Milletimizi, şerefimizi sevelim.
Türklerin bilgisi ise iyi ve namuslu yaşamak, yurt ve Türklüğün uğrunda ölmek, çalışmak ve kazanmak idi
Ah Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim? “
Dedelerinin kanı Türk yavrusu! İntikamımı al diye bağırıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir