İçeriğe geç

Timur Kitap Alıntıları – Harold Lamb

Harold Lamb kitaplarından Timur kitap alıntıları sizlerle…

Timur Kitap Alıntıları

Dünya, içi yılan ve akreplerle dolu altın yaldızlı bir kâseden başka bir şey degil
Olcay, siyah saçlarının örgüleri arasında ay gibi parlayan yüzüyle kara talihe gülümseyerek, Timur’u cesaretlendirmeye çalışıyordu:
Üzülme sen aslanım, daha yolumuzun sonuna gelmedik!..
Misafirler onun gösterişine hayran kalmışlardı.Timur gerçekten Yüce Körgen Gürigan’ın torunu olduğunu gösteriyor diyorlarfı kendi aralarında.
”Dünya yıkılmış da altında kalmış gibiydi. ”
Emir Timur’un yalnız Tebriz şehrinden elde ettiği gelir, o zamanki Fransa kralının bütün yıllık gelirinden daha çoktu.
Bu yenik haliyle bile gururunu kaybetmemiş, dimdik ayakta duran uzun sakallı Bayezıd’ın içeri girdiğini görünce ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledi Timur ve hafifçe gülümsedi.
Gururu da cesareti de yerinde olan Bayezıd: Ayıptır diye bağırdı. Başına Allah tarafından bir felaket gelmiş olan bir adamla alay etmek ayıptır.
Bunun üzerine Timur ağır ağır şu cevabı verdi:
Benim gülmem ona değil; Allah’ın dünyayı benim gibi bir topalla senin gibi bir köre vermesine gülüyorum.
Şehrin Müslüman halkına dokunulmadı. Fakat Tatarları çok uğraştırmış olan dört bin Ermeni süvarisi diri diri çukurlara gömüldü.
Akıllı bir düşman, budala bir dosttan daha az tehlikelidir.
Arif olanlar boş şeylerle uğraşmazlar; kendilerini geçici zevklere vermezler; çünkü hepsinin fâni olduğunu bilirler
Tatar asilzadeleri savaşa şarkı söylerek güle oynaya giderlerdi.
Bir gün Timur onlara:
Bir cengaverin de düğüne derneğe gittiği olur. O düğünde raks alanı savaş meydanıdır; musiki, harp naralarıyla birbirine tokuşan çelik silahların çıkardığı seslerdir; şarap da akıttığınız düşman kanıdır. demişti.
Dünyayı fethetmeye çıktığında Büyük İskender’in emrinde Makedonyalılar, Cengiz Han’ın emrinde ise Moğollar vardı.
Timur’un elinde ise hiçbir şey yoktu. O, ancak büyük uğraşlar sonucu kendine bir millet edinebilmişti.
Zapt olunmaz kale diye ün almış olan Takrit Kalesi bile, Timur’un önünde ancak on yedi gün dayanabilmiştir.
Timur’u Maveraünnehir’in,hatta bütün turan ovalarının beyi ve emiri olarak tanımaya karar verdim.
Onun bir ‘tura’ olup olmadığını bilmem. Daha ben ve hattâ babam bile doğmadan, çok önceki bir zamanda yaşamıştır. Yalnız gerçekten bildiğim bir şey var ki o, hepimizin ‘Efendi’siydi.
Bugün giderseniz bütün Asya’da size şimdiye kadar dünyayı üç kişinin fethettiğini söylerler: İskender, Cengiz Han, bir de Timur.
Timur hiçbir zaman plânlarını imamların tesiri altında kalarak yapmamıştır.
İmparatorluk Timur’la beraber ölmüştü.
Fakat Timur’un ölmesiyle, ortada onun elinden kaçan dizginleri tekrar toplayacak yetenekte kimse yoktu.
Rodos şövalyelerinin kadırgaları kıyıya yanaşınca, artık kaleye yerleşmiş bulunan Tatarlar onları müthiş şekilde karşıladılar. Haçlılardan birinin gövdesinden koparılmış başını mancınığa koyup en yakın kadırgaya attılar. Bunun üzerine Hıristiyan donanması vakit geçmeden uzaklaştı. Tatarlar da buradan geçişlerinin hatırası olarak arkalarında bina diye kesilmiş insan başlarından yapılmış iki tane piramit bırakıp İzmir’den çekildiler.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Asya’nın efendileri olan Emirlerin gözleri, merak, alay ve merhametsizlikle Beyazıt’ın üstüne dikilmişti. Hep ona bakıyorlardı. Beyazıt o zaman, bir yıl önce Tatarların Emirine yazmış olduğu mektubunu acı acı hatırladı. Öfkesinden âdeta sıtma nöbetleri geçiriyordu. Fakat boğazı düğümlenmiş gibiydi; hiçbir şey yiyemedi.
Yıldırım bunların arasında kendi gözdesi olan Sırp Prensesi Despina’yı tanıdı. Bu kadın, savaşta ölen Sırp Kralı Petro’nun kız kardeşiydi. Yıldırım ona o kadar tutkundu ki onu Müslüman olmaya bile zorlamıştı.
“Ayıptır” diye bağırdı. “Başına Allah tarafından bir felâket gelmiş olan bir adamla alay etmek ayıptır.”

Bunun üzerine Timur ağır ağır şu cevabı verdi:
“Benim gülmem ona değil; Allah’ın dünyayı benim gibi bir topalla senin gibi bir köre vermesine gülüyorum.”

Arkasından da ciddileşerek, şu sözleri ilâve etti:
“Eğer sen bizi yenmiş olsaydın, askerlerimle bana neler yapardın, onu da bilmiyor değiliz.”

Avrupa feryat ederek Hıristiyanları Haçlı Seferi’ne çağırmıştı. Bu, Türklere karşı bir Haçlı Seferi olacaktı.
Vaktiyle Roma İmparatorlarının uykularını kaçırmış olan İstanbul’daki Bizans İmparatorları, iki nesillik bir zamandan beri kudretten düşmüş; onların bütün nüfuzu Anadolu’dan gelen Türklerin eline geçmişti. Türkler şimdi Balkanların ve Kara Deniz kıyılarının hâkimi bulunuyorlardı.
Çektikleri ıstıraplardan ve uğradıkları kayıplardan dolayı öfkeden gözleri dönen Tatar askerleri, âdeta, öldürmekte zevk alan birer ifrit kesildiler. Bir adı da Darülislâm yani Cennet Kapısı olan Bağdat’ı, o gün belki de vakanüvislerin de dediği gibi, Kargaşalık ve Cehennem Kapısı olarak adlandırmak herhalde daha uygun düşerdi. Şehrin valisi Faraç bir kayığa binmiş kaçarken kıyıdan atılan oklarla öldürüldü; cesedini karaya çekip çıkardılar. O gün, kesilen insan başlarından yüz yirmi tane sütun yapıldı; belki doksan bin kişi öldürülmüştü.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Timur sonunda şu düstura dönüp onda karar kılmıştı: İnsan için gidilecek tek yol vardır: Savaş, zafer ve varlığa kavuşmak şerefi.
Diyorlar ki sen savaşta aksak olmuşsun;
Fakat ben kaçarken hiç topallamadım.
Akıllı bir düşman, budala bir dosttan daha az tehlikelidir!
Emektar askerleri parasız ve rütbesiz bırakmak olmaz demişti Timur bir gün. Çünkü sürekli bir mutluluğu ömürsüz bir şerefe feda eden bu adamlar mükafâta lâyıktırlar. Timur bu noktada çok azimli davranırdı.
Ordusu Timur’un iftiharı idi. O bu ordu ile bütün Asya’yı fethetmek istiyordu.
Timur, bütün öfkesini Miranşah’ın etrafındakilerden almıştı. Saz şairleri, soytarılar, Miranşah’ın ne kadar zevk ve muhabbet arkadaşı varsa, hepsi asıldılar. Darağacının altında iskemleye çıkarılırken Miranşah’ın soytarısı, kendinden daha itibarlı olan öbür arkadaşlarına dönmüş:

“E, haydi bakalım; ne duruyorsunuz? Prensin karşısındayken ön sırayı hiç bana kaptırmadınız. Şimdi ne bekliyorsunuz, yine önümden yürüsenize!..” diyerek huyundan vazgeçmeden hem soytarılığını yine yapmış hem de taşı gediğine koymuştu.

Bundan sonra Miranşah şimdi başkalarının idare ettiği eski ülkesinde, ruhen çökmüş, hiçbir kudreti kalmamış bir fert, silik bir gölge gibi yaşamaya mahkûm olmuştu.
Timur Şiraz’a adam yollayıp meşhur şair Sadi-i Şîrazi’yi çağırtmış. Acem şairi cihangirin karşısına, fakirliğini göstermek için, gayet sade bir kılık ile çıkmış.

Timur, kendisine sert bir eda ile demiş ki: “Duyduğuma göre şu beyiti sen yazmışsın?” dedi ve konuşmasına devam etti:
“Eğer an Türk-i Şirazî bedest âred dil-i mârâ
Behâl-i hinduyeş bahşem Semerkant-ü Buhara.”

Şair, “Evet, Ulu Hakan’ım, doğrudur; bu beyiti ben yazdım” diye karşılık verince, Timur:
“Ben Semerkant’ı yıllarca savaşarak kılıcımla zapt ettim. Şimdi de diğer bunca büyük şehirlerde bulunan güzel şeyleri alıp onu süslüyorum. Nasıl olur da sen onu bir Şirazlı kıza armağan etmek istersin?” diye sormuş.

Şair evvelâ biraz duraksadıktan sonra gülümseyerek: “Efendimiz” demiş. “Ben çok eli açık bir adamım. Şu gördüğün perişan hale de bu yüzden düştüm. İşte Semerkant’ı da sevgilime bu cömertlik ile bağışladım.”

Bu hazır cevaplık Timur’un hoşuna gitmiş; Hafız’a bol bol hediye ve ihsanlarda bulunmuş… (s.142-143)

Tatarlar kale kapısını söktüler. Timur, şehirde katliam yapılmasını ve her askerin bir Acem kellesi getirmesini emretti. Şehrin ayaklanmaya katılmamış olan mahallelerinin halkına dokunulmadı, âlimlere de ilişilmedi. Başkaldırmış olan semtlerin ahalisine ise ölüm saçıldı. Katliam bir gün boyunca sürdü. Gece, karanlıkta saklanıp da surların dışına kaçmış olan zavallılar, ertesi sabah, karlar içinde kovalanıp ele geçirilerek öldürüldüler. (s.141-142)
Zamanın bir hicivcisinin dediği gibi, orada divaneler, servetin ve talihin göz bebeği; arifler ise ekmeğini kazanamayan birer zavallı idi. Orada hanımefendi, çok âşığı olan kadın, ev kadını da âşığı az olandı.
Orada bir şah oğlunun gözlerini oyar; kardeşinin ölümüne güler ve şimdi toprağı iyi pay ettin işte; o altını aldı üstü de bana kaldı derdi.
İran çok eski zamandan beri zengin olan bir memleketti. Orada zenginler kuşkulu, yoksullar küstahtı.
Sadi-i Şirazi: Bu diyarın müzisyenlerinde bir harikuladelik bulunuyor olması gerektir; çünkü hem ayığı, hem sarhoşu aynı zamanda raks ettirecek bir havayı ancak son derece usta bir müzisyen çalabilir
Zapt olunmaz kale diye ün almış olan Takrit Kalesi bile, Timur’un önünde ancak on yedi gün dayanabilmiştir.
Fakat esir düşen ne kadar düşman askeri varsa, Tatarların arasında pay edilerek hepsi öldürüldü. Ölülerin kafaları gövdelerinden kesilip koparıldı. Nehrin kili harç diye kullanılarak bu düşman kellelerinden iki tane piramit yapıldı. Temel taşlarının üstüne şu cümle yazıldı: “Kanunsuz insanların ve fenalık yapanların akıbeti budur.” Hâlbuki onun yerine: “Timur’a karşı gelenlerin sonu budur” diye yazsalardı, herhalde gerçeğe daha uygun olurdu.
Gökte artık Semerkant’ın o güzel mavisi de yoktu.
Bir komutan ancak yollarda besleyebileceği kadar bir ordu toplamalıdır. Daha büyüğünü başına belâ etmemelidir.
Yalnız hüküm ve idareyi elinde tutan aileler Moğol’du. Geri kalanların hepsi, eski Avrupalıların Karanlıklar Diyarı dedikleri bütün o kuzeyin çocukları idi. Bu milletlerin isimlerini saymak, bütün kuzeylilerin yoklama cetvelini okumak gibi bir şeydir: Çöl Adamları diye adlandırılan Kıpçaklar, Hankalılar, Kazaklar, Kırgızlar, Mordralar, Bulgarlar, Alanlar bunların arasında Çingeneler, Cenevizli tacirler, satıcılar, gezginciler, bütün Avrupa’nın başıboş insanları, Ermeniler, birçok da Rus vardı. Bu milletler büyük kısmı itibarıyla Türk ve Tatar’dı. Fakat işin daha kolayı, bunlara Altınordu demekti.
Yüreğimde korkunun yeri yok
Eski Moğollarda böyle bir âdet vardı: Hanedan sülâlesine mensup kadınlar, kocaları ölünce, onun yerine geçene varırlardı. Saray Hanım’ın da damarlarında Cengiz Han’ın kanı vardı.
Ulu efendimiz dedi bir gün ona. Cihangir, suçlu olsalar bile krallarla dilencileri aynı şekilde affeden kimsedir. Çünkü bir düşman aman dileyince artık o bir düşman gibi tutulmamalıdır. Bir Cihangir bağışlarken karşılığını beklememelidir. Cihangir kimsenin dostluğuna dayanmaz, gazabının bütün ağırlığı ile hiçbir düşmanının üzerine abanmaz. Zira, dost da düşman da kendinden aşağıdır. Kudret de tamamen kendi elindedir.
O, her ne eylerse güzel eyler
Bu geniş savaş meydanına Timur’un er yada geç ortaya çıkması, kaçınılmaz bir durumdu.
Timur kadere teslimiyet gösteren değildi. İmam mollaların sofuluğu onda heyecan uyandırmıyordu.
Dindar müşaviri Zeyneddin, Timur’a yazdığı bir mektupta: “İnna lillâh ve ileyhi raciun – sahibimiz Tanrıdır ve nihayet yine ona döneriz. Ölünce her birimizin gideceğimiz muayyen bir yerimiz vardır” diyordu.
Timur’un tarihini yazan vakanüvislerden biri, bu eserlerin üzerinde şu sözlerle durmaktadır: Savaşta talihi daima yaver olan Timur, aynı yıl içinde, dağlarda yaktırdığı ateşlerle bir orduyu bozguna uğratmış, havaya kaldırttığı tozlarla da bir şehri zaptetmiştir.
Biz ilk kılıç kuşandığımız günden beri, ölüme doğru yürüdüğümüzü biliyorduk.
İçi parlayan gözlerini Timur’a dikip onu uzunuzun seyretti:
Yiğit kocam, Tanrı seni korusun, bize bağışlasın!
İçi parlayan gözlerini Timur’a dikip onu uzunuzun seyretti:
Yiğit kocam, Tanrı seni korusun, bize bağışlasın!
Tanrının toprağı bu kadar geniş olduktan sonra diyorlardı ne diye dört duvar arasına kapanıp kalmalı?
Üzülme sen aslanım, daha yolumuzun sonuna gelmedik!..
Hey, ne günlere kaldık koca Timur! diye bağırdı. Sen de yaya yürüdükten sonra, bizim için bundan özge kara gün mü olur?
Durun bakalım dedi, Timur gülerek arkadaşlarına, daha yolumuzun sonuna gelmedik.
Bu tolgalıların bir atasözü vardı: Hükümdarlık asasını yalnız kılıç tutabilen el taşır.
En eski Tatar geleneklerinden birine göre: bir adam kendi yakınlarından birinin katili ile aynı gök altında yaşayamazdı.
Bahtın alnında yazılı, sen onu değiştiremezsin,
O zaman Tatar kadınları peçe takmazlardı. Harem hayatı henüz yoktu. Daha çocukluktan ata binmeyi öğrenir, sonra göç, savaş ve Kâbe yolculuklarının bin bir sıkıntısı içinde kocalarının yanlarından ayrılmaz, her yere onlarla beraber giderlerdi.
Savaşa, tıpkı düğüne gider gibi giderlerdi.
Pek az İngiliz delikanlısı Timur kadar yalnızlık içine düşmüş olabilirdi. Timur’un anası ölmüş, babası ibadete vermişti kendini, soyu sopu kendisine düşman olmaya hazır bir vaziyette idi.
Sonra Cengiz Han ortaya çıktı, Moğolların başına geçip dünyayı fethetti. Alın yazısı böyle imiş, önüne geçilemezdi. Nihayet Azrail’in kanadı ona da değdi, öldü. Son nefesinde, dünyayı oğullar ile kendinden önce ölmüş olan en büyük oğlunun oğlu arasında paylaştırdı.
Dünya, içi yılan ve akreplere dolu altın yaldızlı bir kâseden başka bir şey değil
Erein mor nigen bui Timur’un kulakları bu sözü sık sık duyuyordu. Bir insan için gidilecek tek bir yol vardır. Timur, ne bu sözün üzerinde ne de hafızların ağır bir eda ile okudukları Kuran âyetleri üzerinde gereğinden fazla durmuyordu.
Amuderya adıyla tanınan bu nehir, çok eski dönemlerden beri İran ile Turan arasında sınır teşkil ediyor, kuzeyle güneyi birbirinden ayırıyordu.
Aradan geçen beş yüz yıl sonrasında, artık Timur’un büyük cihangirlerin sonuncusu olduğunu biliyoruz. Napoleon ve Bismarck hiç şüphesiz ondan çok daha fazla tanınmakta, yaşamlarının en ince ayrıntıları dahi bilinmektedir. Fakat bunların biri mağlup ve yalnız ölmüş, diğeri tek imparatorluğun siyasî sevk ve idaresinde başarılı olmuştur. Timur ise koca bir imparatorluk kurmuş, giriştiği savaşların tümünden zaferle çıkmıştır. Kendisini mağlûp edebilecek tek devlet olan Çin’in üzerine yürürken ölmüştür.
Avrupalıların tanıdıkları kralların uzun listesi arasında Timur’un yeri yoktur. Onun kimliği ve kişiliği hakkında tatmin edici bilgilere sahip değillerdir. Tarih sayfalarında onun saldığı korkunun geçici bir izine rastlanır, hepsi bundan ibarettir Halbuki Asyalılar için durum çok farklıdır; Timur, onların gözünde daima Başbuğ ve efendidir.
Ne de olsa, denizde en küçük balıkların bile yeri vardır.
O asırdaki Avrupa sahnesinin dekorunu biliyoruz, ancak dünyaya hâkim olmaya teşebbüs eden adamı tanımıyoruz. O zamanın Avrupalılarına Timur’un görkemi doğaüstü bir durum, kudreti de şeytanî bir güç gibi görünüyordu. Onu kapılarına dayanmış gördükleri zaman, Avrupa’nın kralları, “Tatar İli’nin hakanı Yüce Timur”a nameler ve elçiler gönderdiler.
O çağda Avrupa kıtası, asla Asya’nın bir eyaletinden başka bir şey olamazdı. Üzerinde derebeyleriyle serflerin yaşadığı, şehirleri büyükçe birer köyden farksız bir taşra vilayeti… Tarihçiler, bize bu vilayetin sakinlerinin içler acısı, sefil bir durumda yaşadıklarını söylüyorlar.
Tarih, Timur zamanının Avrupa’sını tüm olaylarıyla en ince ayrıntısına kadar sayfalarına kaydetmiştir. Venedik’in nasıl Onlar Meclisi’nin hâkimiyeti altında yaşadığını, Dante’nin ölümünden bir göbek sonra Rienzi’nin nasıl o çağın Musollinisi’ne dönüştüğünü çok iyi biliyoruz. O dönemde İtalyan şairi ve fikir adamı Petrarque yazılarını ve şiirlerini yazıyor; Fransa’da, Deli lakaplı VI. Charles’ın olup bitenlere aldırış bile etmeyen gözleri önünde Burgonyalılar ve Armanyaklar ile Paris kasapları çeteler halinde birbirleriyle vuruşurken, Yüzyıl Savaşı kısır bir şekilde uzayıp gidiyordu. Gelişimin başlangıcında olan Avrupa, Orta Çağ’ın karanlığından henüz sıyrılamamıştı. Rönesans ışığı daha parlamamıştı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir