İçeriğe geç

Hak Dini Kur’an Dili (10 Cilt) Kitap Alıntıları – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır kitaplarından Hak Dini Kur’an Dili (10 Cilt) kitap alıntıları sizlerle…

Hak Dini Kur’an Dili (10 Cilt) Kitap Alıntıları

”Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ‘Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah’ın bütün halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe (sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yine büyüklük taslar ve öğünür. ”
Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, onlara Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan kimselerdir; onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler.
(Enfâl, 8/2)
Kesin karar verdiğinde, artık Allah’a tevekkül et (Âl-i İmrân, 3/159)
Kim Allah’a tevekkül ederse, O(Allah)ona yeter
.Müminler sadece Allah’a tevekkül etsinler (İbrâhîm, 14/11)
Sen, ölümsüz ve diri olana (Allah’a) tevekkül et
Furkan 25/58
Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.
(Enfâl, 8/29)
Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu ummadığı yerden rızıklandırır
(Talâk, 65/2-3)
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının
(Âl-i İmrân, 3/102)
Hamdini sözüme sertac ettim

Zikrini kalbime mi’rac ettim

Kitabını kendime minhac ettim

Ben yoktum var ettin

Varlığından haberdar ettin

Aşkınla gönlümü bi-karar ettin

İnayetine sığındım, kapına geldim.

Hidayetine sığındım, lütfuna geldim

Kulluk edemedim, affına geldim

Şaşırtma beni, doğruyu söylet

Neş’eni duyur, hakikatı öğret

Sen duyurmazsan ben duyamam

Sen söyletmezsen ben söyleyemem

Sen sevdirmezsen ben sevemem

Sevdir bize hep sevdiklerini

Yerdir bize hep yerdiklerini

Yar et bize erdirdiklerini

Sevdin habibini, kainata sevdirdin

Sevdin de hıl-at’i risaleti giydirdin

Makam-ı İbrahim’den

Makam-ı Mahmud’a erdirdin

Server-i asfiye kıldın

Muhammed Mustafa kıldın

Salat-ü selam, tahiyyat ü ikram

Her türlü ihtiram O’na,

Onun ailesine, aline, ahbabına

Ashabına ve etbaına Ya Rab!

 ( Mukaddime)

bir hasır üzerinde bulunuyordu, onunla arasında bir şey yoktu, yani altında hasırdan başka bir şey yoktu, başının altında içi lif dolu bir deri yastık vardı, ayaklarının yanında dökülmüş biraz ‘Karaz’ (Bedevi zamkı da denilen Selem ağacı kabukları, bunlardan bir tabaka (pûse), başucunda da asılı bir pösteki vardı, böğründe hasırın izini gördüm, ağladım; Neye ağlıyorsun? buyurdu, Ey Allah’ın elçisi, dedim, İran kralı ve Bizans imparatoru, (ihtişam ve rahatlık dolu) öyle bir durumdalar ki! Sen ise Allah’ın peygamberisin! Buyurdu ki, Dünyanın onların, ahiretinse bizim olmasına razı olmuyor musun?
Buhari, Talâk, 8
Ve aslında haram kılma yetkisinin Allah’a ait olup, Allah’ın helâl kıldığını haram kılmanın iyi olmadığı anlatılmıştır.
Zamanın en şiddetli sadâmatı ictimaiyyesine maruz kalan milleti İslam’ın intibahını ikmâl ve kalblerini arşgâhı ehadiyyetinden yeni yeni fuyüzat ile malâmal eyle ya Rabbi!
Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak verilir. (Zümer, 39/10)
Ey iman edenler, sabredin. Birbirinizle sabırda yarışın (Âl-i İmrân, 3/200)
Allahü Teâlâ dari dünyada sevdiklerini bazı mihnetlere düçar ederse de kendisine dua ve ilticadan ayrılmayan ve bu babda elinden gelecek son vüsunu sarfedecek sabr-ü sebat edenleri behemehal ve ankarib ferah-ü ferecini ihsan ile imdad eyler.
Allah’ın mescidlerini içlerinde ismi ilahi zikredilmekten men eden ve o mescidlerin maddeten veya manen harab olmasına, yıkılmasına veya muattal kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Ve böyle zalimlerin cennet ile münasebeti nedir?
Kendini duymayan Rabb’ını da duyamaz.

Haddini bilmeyen de Rabb’ini bilemez.
O Kitap ki Mü’mine seslenirken inançsıza bir uyarı fırlatır, inançsızı uyarır ve korkuturken mü’mine gizli bir müjde sunar, halka seslenirken seçkinleri düşündürür, âlime söylerken cahili dinletir, cahile söylerken âlime dokundurur; geçmişten söz ederken geleceği gösterir, bugünü betimlerken yarını anlatır..
Resulullah Efendimiz meşhur iman hadîsinde ihsanı şöyle tefsir buyurmuştur: İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi kulluk eylemendir. Çünkü sen onu görmezsen de o seni görür. Binaenaleyh ihsan, İslam’ın kemalindendir.
Kırmızı kanı taşıyan atardamarların daha önce düşünülmesi gerekirse de atardamarlarda cereyan, kalpten etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, veridde ise, etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp geldiği için, yakınlık temsilinde verid (toplardamar) zikredilmiştir. Bu şekilde habli verid, pek yakınlıkta mesel olmuştur.
Kullara rızık olsun diye yetiştirmekteyiz. Bir beldeyi ölmüş iken onunla, o su ile diriltmekteyiz. Gelişme ve büyümeden kesilmiş kuru toprağa hayat vermekteyiz. İşte dirilip kabirlerden çıkma da böyledir. Yani ölü bir beldenin bir su indirmekle dirilmesi gibidir. Allah’ın indireceği bereket ile sizin de dirilip çıkmanız, Allah’ın kudretinden nasıl uzak değilse bu da uzak değildir. Burada çıkış denilmesi anlamlıdır. Ebbu’s-Suud’un açıklamasına göre yerden bitkilerin çıkarılmasına diriltme ve ölülerin dirilmesine hürûc denilmesi önemsiz gibi görülen bitirmenin şanını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra dirilme işini tabii (bir fiil gibi) kolay göstermek ve bu şekilde bitkileri çıkarma ve ölüleri diriltme arasında benzeyişi gerçekleştirmekle karşılaştırmayı açıklamak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
Beş şeyden fazla yemin yalnız bir sûrede vardır ki o da Şems Sûresi’ndedir. Beş harften fazlaya hiç yemin yapılmamıştır. Çünkü asıl harfleri beşten fazla kelime ağır sayılmıştır. Mânâ için birleştirilmesinde ağır görülüp kabul edilmeyince mânâsı bilinemeyecek veya mânâsı olmadığı zaman daha da ağır gelmesi gerekir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Bilir misiniz gıybet nedir? Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. buyurdu. Ya söylediğim kardeşimde varsa? denildi. Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun. buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye’de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâ’sında Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut ‘topal demek gibi tarif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)’den: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Her kim haya örtüsünü atarsa, artık onun gıybeti yoktur. İbnü Ebi’d-Dünya Behz b. Hakim’den, o, babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar. Gazâlî sövmeyi, daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih Ebulleys’in Tenbih’te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti, gıybet edilen kimseye ulaşmaktır, bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî’nin Câbir’den rivayet ettikleri şu hadisin mânâsı da budur: Gıybet, zinadan daha kötüdür. buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe etmekle affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir
Hanımının hakkını vermeyen, kadının malına göz diken ve aile için harcama vazifesini yapmayan ve ailesinin ırz ve namusunu korumayan erkekler erkeklerden sayılmazlar. Şüphesiz ki, bu vazifelerini yapan erkeklerin de kadınlar üzerinde hakimiyyet sahibi olmaları ve onlardan itaat ve bağlılık beklemeleri meşru bir haklarıdır. Bundan dolayı saliha olan kadınlar da Allah’a itaat ederler. Kocalarının huzurunda hazır olarak bekleyip haklarına riâyet ederler.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Erkekler ve kadınların bir kısmını diğerine yaratılış açısından üstün kılmıştır. zamirinin delalet ettiği mânâ ile bundan erkeklerin kadınlara üstünlüğü ve tercihleri anlaşılmakla beraber âyetin öyle güzel bir açıklaması vardır ki, bu üstünlük ve değeri, Allah o erkekleri kadınlara üstün kılmıştır. diye mutlak surette erkeklere tahsis etmemiş, kapalı olarak bazısının diğer bazısına üstünlüğünü ifade etmiştir. Bu ise, erkeğin kadında bulunmayan, yaratılıştan var olan bir takım üstünlüklere sahip olduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan var olan bazı üstün vasıflara sahip olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin birbirine değişik yönlerden muhtaç olduklarını ve bu şekilde erkekle kadının yaratılıştan farklı ve karşılıklı olarak birbirlerinden üstünlükleri olduğu gibi, her erkeğin ve aynı şekilde her kadının da seviyelerinin bir olmadığını ve bundan dolayı her erkeğin, her kadın ile tek olarak mukayese edilemeyeceğini ve bununla birlikte bütün bunlar toptan karşılaştırılınca kadınların erkeklere ihtiyacının, erkeklerin kadınlara ihtiyacından daha fazla olduğunu ifade eder. Ve açıklandığı üzere esas üstünlük ölçüsü olan kazanma ve mal edinme açısından erkek, faaliyet gösterme yeteneğine sahip; kadın ise itaat duygusu ve kabiliyet yönünden ince ruhlu ve çekici bir yaratılışa sahip olup bunun için erkeklerin kuvveti ile korunmaya ve muhafaza edilmeye daha fazla muhtaçtır.
Bir hadis-i şerifte Her peygamberin bir havarisi vardır; benim havarim de Zübeyr’dir diye, özellikle Hazreti Zübeyr’in bu nitelikle anılmış olmasına rağmen, Katade’den aktarıldığı üzere, sahabe arasında ondan başkalarına da havârî denildiği söz konusudur. Denilmiştir ki, ‘Rasûllülah’ın havârileri’ olarak, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Ca’fer, Ebu Ubeyde İbnu’l-Cerrah, Osman İbn Mazun, Abdurrahman İbni Avf, Sa’d İbn Ebi Vakkas, Talha İbn Ubeydillah ve Zübeyr İbni Avvam Hazretleri nakledilir:
Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyleri söylersiniz?
(Resûlüm!) De ki: Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.
(23/118)
İşte tam aklını, kuvvetini toplayıp da kırkına erdiği zaman o tavsiyeyi yerine getirerek dedi: Allah’tan üç dilek diledi, birincisi şöyle nimetlerine şükür niyazı. Ey Rabbim! Bana öyle ilham et, öyle arzu ver ki senin nimetine şükredeyim. Önce şükrü istemesi, şükrün daima bir nimet neşesiyle ilgili olduğundan ilk önce kalbin neşesini bulmak içindir. İşte her başarının sırrı da bu neşedir. O neşe iledir ki rızaya uygun büyük salih ameller yapılabilir.
zaman olur ki bir sinek, bir mikrop, bir Nemrud’un işini bitirmeye yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayan ölümlü varlıkların, büyüklük ve ululuk taslamaya yeltenmeleri, cahillikten ve yalancılıktan başka bir şey değildir.
Şu iki özellik Müslümanın kalbinde bir arada bulunmaz: Cimrilik ve kötü ahlâk ”
Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara, 2/153)

Sabır, genişliğin anahtarıdır.(Hadis-i şerif)
İlmin başı sabırdır , (Darb-ı Mesel)

Ölçtüğünüz zaman da tam ölçün ve doğru terazi ile tartın, bu hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir.
Nisâ Sûresi (Kadınlar Sûresi)
Medine döneminde indi. Ayet sayısı:176
Rabbani terbiye, insan yaratılışı ve kardeşliğinden tutarak, sosyal hayata ait oluşum ve ilişkilerin bir aslı olan aile hayatıyla ilgili haklar ve vazifelerin açıklanması ve din eğitiminin tamamlanması yolunda Nisâ Sûresi
Hâlbuki geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan odur. Her biri bir yörüngede yüzüyor.
Fakihler/din âlimleri, dünyaya dalmadıkları ve sultana bağlanmadıkları sürece, sanki peygamberlerin güvendiği, görevlendirdiği kimselerdir. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının.
Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.
Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanıyla tartıldı da ondan ağır geldi.
Hadis-i Şerif
İlim benim ve benden önceki peygamberlerin mirasıdır.
Hadis-i Şerif
Mücrimler şüphesiz cehennem azabındadır. Bununla da mücrimlerin hali anlatılıyor ki âyette geçen mücrim lerden maksat, iman ve İslamı olmayanlardır. Ey Mâlik; mâlik, cehennem muhafızının ismidir. Rabbin aleyhimizde hüküm buyuruversin, yani işimiz, bitiriversin diye bağırışmaktadırlar ki öldürüversin de bizi bu azabdan kurtarıversin demektir. Buna karşı buyurmuştur ki her halde siz duracaksınız, kalacaksınız, size ölümle vesaire ile kurtuluş yok. İbnü Abbas’tan rivayet edilmiştir ki, bu cevap da bin sene sonra verilir, bazılarından yüz, İbnü Ömer Hazretlerinden de kırk diye rivayet olunmuştur, ki üçü de kinaye yoluyla çokluk ifade etse gerektir.
İbnü Abbas’tan Ata şöyle rivayet etmiştir ki: Resulullah Mescid-i Aksa’ya götürüldüğü zaman yüce Allah bütün peygamberleri diriltti, Cebrail ezan okudu, kamet getirdi. Ya Muhammed, geç öne bunlara namaz kıldır dedi. Resulullah (s.a.v) namazı bitirdikten sonra Cebrail Ya Muhammed dedi, Senden önce gönderdiklerimize sor, resullerimizden. Biz Rahmân’dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız? (Zuhruf, 43/45) dedi. Resulullah (s.a.v.) da sormam, çünkü şüphe etmiyorum, buyurdu.
13- Bunları bizim hizmetimize veren Allah’ı tesbih ederiz, yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi diyesiniz. Rivayet olunur ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) ayağını üzengiye koyduğu zaman Bismillah der, hayvanın üzerine doğrulduğunda Her halükârda Allah’a hamd olsun. Tenzih ederim o Allah’ı ki, bunu bize müsahhar kılmış, yoksa biz bunu yanaştıramazdık ve her halde biz dönüp dolaşıp Rabbımıza varacağız. (Zuhruf 43-14) der ve üç tekbir alır, üç de tehlil (La ilahe illallah). Yine rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) yolculuğa çıkacağı zaman binitine bindiğinde üç tekbir alır, sonra Bunu bize musahhar kılanı tesbih ederim. der sonra da şöyle dua ederdi: Allah’ım! Ben bu yolculuğumda senden iyilik, takva ve hoşnut olacağın bir amel istiyorum. Allah’ım! Bu yolculuğu bize kolay kıl, yerin uzaklığını bize yakın kıl. Allah’ım! Yolculukta sahip, ailem hakkında vekil sensin. Allah’ım! Yolculuğumuzda bizimle beraber ol. Ailemiz içinde bizim vekilimiz ol. Sonra da ailesine döndüğü zaman Biz, Rabbimize tevbe ve hamd ederek dönüyoruz. derdi.

14- Ve herhalde biz Rabbımıza döneceğiz. Bütün dönüşlerimiz, dönüp dolaşmamız O’na doğrudur, nihayet O’na varacağız. Bu âyet de mânâsı üzere İslâm’ın en büyük gayesini, en büyük ruhunu, en büyük tesellisini ifade eder. Bu, burada şu ince mânâya işaret ediyor ki bir binite binen bir kimse yolculuğun bir değişim olduğunu düşünmeli, ondan da asıl büyük yolculuğu Allah’a olan yürümeyi ve gidişi düşünmeli de o düşünceye göre hareket etmeli. Bundan çıkan sonuç ise binmenin sırf meşru bir iş için olmasıdır.

Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih eder. O, Azîzdir, Hakîmdir.
İhsan da: -hadis-i şerifinde açıklandığı gibi, sanki Allah’ı görüyormuşsun gibi Allah’a kulluk etmendir. Çünkü sen onu görmüyorsan da, şüphesiz Allah seni görüyor.
Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ı zikretmeye koşun
Mecruhu sanma cerh-i mücerreddir öldüren,
Âfât-ı bâtıniyyedir aslı musîbetin

Yaralıyı, yalnız yaranın öldürdüğünü sanma.
Musîbetin aslı, bâtınî âfetlerdir.

Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil midir? Mesela iyi matematik bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya üşenir de uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı felaketten mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi?
Haydi düşünün, ne idiniz, ne oldunuz düşünün
Binaenaleyh insan birine nasihat ederken kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum salkımı yutmamalıdır.
Bizim, dolu gemide nesillerini taşımamız da kendileri için bir delildir. Dolu gemi denilince önce Hz. Nuh’un gemisi hatıra gelir. Fakat burada nesilleri kaydı, bunu kastetmeye engeldir. Bu karîne (ipucu) ile burada dolu gemi , hamile kadınların rahimlerinden mecazdır, beliğ bir istiâredir. Evet babanın sülbünden (belinden) bir tufan ile atılan nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nuh’un gemisi gibi bir kurtuluş gemisi bulur.
Abdülkadir Geylanî (k.s.) Fütûhu’l-Gayb da der ki: Şükür ya dil, ya kalp veya organlarla olur.

Dil ile şükür: Nimetin Allah Teâlâ’dan olduğunu kabul ve yaratıklara nispeti terk etmektir. Ne kendine, ne güç, kuvvet ve kazancına, ne de senden başkasından ellerinde meydana gelenlerin hiç birine isnad etmemek. Çünkü sen de, onlar da hep o nimet için sebep, âlet ve vasıtasınız. Onu taksim eden, gönderen, var eden, onunla uğraştıran, sebepleri yaratan azîz ve celîl olan yüce Allah’tır. Kısmet eden O, veren O, var eden O’dur. Şükre en layık olan O’dur. Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır ki Onlar dünya hayatından görüleni bilirler. Ahiretten ise habersizdirler. (Rum, 30/7) buyurmuştur. Zahire, sebebe bakıp da, ilmi ve anlayışı ondan ilerisine geçmeyen cahildir, eksiktir, aklı kısadır. Çünkü akıllıya akıllı denmesi, işin sonunu görmesi itibarıyladır.

Kalb ile şükür: Sende olan nimetlerin hepsinin, açıkta, gizlide, hareket ve sakinliğindeki menfaatlerin, lezzetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah’tan olduğuna sürekli bir itikadla sağlam bir şekilde bağlanmaktır ki, dilinle şükrün, kalbindeki şükrün tercümanı olur. Allah, gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir. (Lokman, 31/20), Sizde nimet adına ne varsa, hepsi Allah’tandır. (Nahl, 16/53) ve Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız saymakla bitiremezsiniz. (İbrahim, 14/34) buyuruluyor ki, mümin için Allah’tan başka nimet verici kalmaz.

Organların şükrüne gelince: Bütün organlarını yüce Allah’a ibadette hareket ettirip kullanmaktır. O halde Allah’tan yüz çevirme bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine uymamak gerekir ki bu, nefsi, arzuyu, iradeyi, uzun amelleri ve diğer yaratıkları içine alır.

İnsanlardan, hayvanlardan, davarlardan da böyle değişik değişik renklileri vardır. Bunlar da öyle şeklî ve manevî görüntülere ayrılarak seçilmişlerdir. Öyle ki insanlar içinde ilmi olanlar, olmayanlar vardır. Fakat Allah haşyetini, Allah korkusunu, Allah saygısını kulları içinden ancak bilginler duyar, ancak Allah’ı bilenler o saygıyı hissederler. Yani Sen ancak görmeden Rabbinden korkmakta olanları sakındıracaksın. (Fâtır, 35/18) buyurulduğu üzere, Allah saygısını sürekli duyup da Peygamberin uyarmasından yararlanacak ve dolayısıyla temizlenip korunacak olanlar, Allah’ı celal ve cemaliyle, kemal sıfatıyla bilen ilim sahibleridir. Çünkü bir şey hakkında saygı, onun şanına olan bilgi ve bilginin dercesiyle uyumlu olur. Bir kulun da Allah’a dair ilmi ne kadar mükemmel ise, korkusu da o oranda mükemmel olur. Onun için Resulullah (s.a.v.) Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en çok müttaki olanınızım demiştir. Niçin Allah’ı bilmek korkmaya sebeb oluyor? Çünkü Allah çok güçlüdür, bağışlayıcıdır. Yalnız bağışlayıcı değil güçlü bağışlayıcıdır. Sadece bir bağışlayıcı olsaydı, O’nu bilmek belki nazlanmaya, mağrur olmaya, hiç korkusuz ümit bağlamaya sebeb olabilirdi. Fakat Allah yalnız bağışlayan, merhamet eden değil, aziz, hiç bir sebebe boyun eğmeyen, yenilmeyen, hiçbir kanun altına alınma ihtimali bulunmayan, dilediği anda kahredip yerle bir eden, çok kuvvetli, çok azametli, galib ve kahredici bir bağışlayıcıdır. Mağfireti çok olduğu gibi cezası, intikamı da çok şiddetlidir. Onun için Allah’ı bilmeyenler her haltı ederler. O’nu bir kul ne kadar iyi bilirse, o kadar çok saygılı, o kadar çok hürmetli olur. Bununla birlikte bilginlerin saygısı, korkusu, haşyeti ne kadar yüksek olursa, ümidi de o oranda çok olacağı unutulmamalıdır.
Çok güzel bir tesadüftür ki Hoş bir belde ifadesi ebced hesabıyla İstanbul’un fethine tarih düşmüştür. (857) Molla Cami rahmetlinin bir hediyesi olmak üzere meşhurdur ve bilinmektedir.
Kur’ân’da hamd ile başlayan beş sûre vardır. İkisi ilk yarısında, En’am ile Kehf; ikisi de son yarısında bu sûre ile bundan sonraki Melaike (diğer adıyla Fâtır) Sûresi, birisi de Fatiha’dır ki, hem ilk yarı ile okunur hem son yarı ile. Razî der ki:

Bunun hikmeti şudur: Yüce Allah’ın nimetleri pek çok ve bizim saymaya gücümüz yok olmakla birlikte, esas itibarıyla iki kısımdır: Birisi İycad (yoktan var etme) nimeti, birisi de İbka (devamlı ve sürekli kılma) nimetidir. Çünkü yüce Allah bizi önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için durabileceğimiz şeyler de yaratmış, yoktan var etmiştir. Bu nimet birde iade olunacaktır. Çünkü O bizi, başka bir diriltme ile bir daha yoktan var edecek ve bizim için devam edecek şeyler de yaratacaktır. Demek ki bizim bir başlangıç ile, bir yeniden yaratılma iki halimiz vardır. Her iki halde de üzerimizde ikinimet var. Yoktan var etme ve ibka (devamlı ve sürekli kılma). Fatiha Sûresi’nde her iki nimete işaretle Hamd Alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din gününün tek sahibi Allah’adır. (Fatiha, 1/1,2,3) buyrulduğu gibi, ilk yarıda En’am Sûresi’nde nimeti yoktan var etme şükrüne işaret olmak üzere, Hamd olsun o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a. (En’am, 6/1) buyuruldu. Kehf Sûresi’nde de nimeti sürekli kılmaya şükür olmak üzere, Kitabı kulu üzerine indiren Allah’a hamd olsun. (Kehf, 18/1) buyuruldu. Çünkü Kitap ve Şeriat varlığı koruma sebebidir. Son yarıda bu sûrede ahiret nimeti ve yeniden yaratılma hatırlatılarak buyuruluyor ki: Hamd, övgü ile ululanmak Allah’ındır. Allah’ın hakkı, Allah’ın özelliğidir. O ki bütün göklerdeki ve yerdeki hep O’nundur. O’nun yaratması, O’nun mülkü, O’nun nimetidir. Bu dünyada insanların elinde ne varsa hep emanettir. Ahirette de hamd O’nundur. Yani bu önün bir sonu, bu dünyanın bir ahireti var. O ahiret ve ahiretteki nimetler de O’nun ve onun için önünde hamd O’nun olduğu gibi, sonunda da hamd O’nundur. Ahiret, kazanma ile ilgili olduğu için, orada hamd, O’nun hakkı değil zannedilmesin. Onu hikmetiyle hazırlayan çalışanların, çalışmasını ve çabasını zayi etmeyip çabasına ve kazanmasına göre, ecrini ve karşılığını verecek olan O’dur. Ve gerek dünya nimetleri ve gerek ahiret nimetleri, kazanma ile ne kadar ilgili olursa olsun esas itibariyla kazanıp hak etmekten daha çok bir ihsan yoluyla olduğunda da şüphe yoktur. Cennetlikler Hamd olsun Allah’a ki bizi hidayetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık.. (A’raf, 7/43) diye, (Dediler): Bize vaadinde doğru olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere buraya mirasçı yapan Allah’a hamdolsun . (Zümer, 39/74) diye, Derler:

Bizden tasayı gideren, Allah’a hamdolsun. Gerçekten Rabbımız çok bağışlayıcıdır, çok nimet vericidir ki, ihsanından bizi durulacak bir yurda yerleştirdi. (Fatır, 35/34,35) diye türlü hamdlerle hamd edecekler ve bütün dualarının sonu da Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah’adır. (Yunus, 10/10) olacaktır. Dünyada hamd bir görev, bir ibadet, ahirette ise bir zevk duyma, zevk almadır. Ve O, öyle hakîm, hikmetiyle dünyayı ahirete, ahireti dünyaya bağlayarak iki alemin de işlerini sağlam biçimde idare eden, hamdetmeye layık olan hakîm öyle habîrdir. Her şeyin sırrını içyüzünü, önünü ve sonunu bilir. Bilerek işleri idare eder.

Hazreti Peygamber (a.s.) buyurmuştur ki, Bilir misiniz gıybet nedir? Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber, «Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şey ile anmandır» buyurdu. Ya söylediğim şey kardeşimde varsa. denildi. «Eğer söylediğin onda varsa, gıybetini etmiş olursun; eğer söylediğin şey onda yoksa o zaman ona iftira etmiş olursun» buyurdu ki, bunu Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî ve diğer hadis âlimleri de zikretmiştir.
Ey o bütün iman edenler! Zannın birçoğundan çekinin, çünkü zannın bir kısmı günahtır; birbirinizi de araştırmayın; birbirinizin gıybetini de yapmayın, içinizden birisi arzu eder mi ki hiç, ölü kardeşinin etini yesin? Tiksindiniz öyle mi! O halde Allah’a karşı takvâlı olun, çünkü Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.
Ey o bütün iman edenler, eğer size bir fâsık bir haberle gelirse, onu iyice araştırın, [yoksa] bilmeden bir topluluğa sataşır da, yaptığınıza pişman olursunuz.
Gerçekten biz sana apaçık bir fetih açıp, nasip ettik; (Fetih,1) geleceği açan, gelecekte olacak birçok fetihlerin başlangıcı olan bir fetih Bazı müfessirler bunu, Mekke’nin fethini söz verme diye anlamışlarsa da, çoğunluk âlimler bunun Hudeybiye barışını haber vermekte olduğunu söylemişlerdir.
Ayrıca biz o insana, anne babası hakkında iyilik tavsiyesinde bulunduk;
Gerçekten insanlar daha fazla ileriyi görsün diye, gözleri önüne bakar şekilde yaratılmışlardır. Lakin böyle olması, yolda giderken geldikleri başlangıcı geçip, arkada bıraktıkları kısmı unutmak için değil, onun hatırasına ve hafızasının sadakatine güvenmek içindir. Bundan dolayıdır ki boyunlar gerektiğinde hatırayı yenilemek için öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek bir mihver halinde yaratılmışlardır. Bir istikbal yolcusu için bu yaratılışın büyük bir uyarıcı önemi vardır.
Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.
| Necm Suresi 39.Ayet
Başınıza ne bela geldiyse ellerinizin kazandığı şeyler nedeni iledir. (Şurâ,33).Bu sesleniş, suçlulara yöneliktir. Çünkü sabır ile mükafata veya yüksek manevi derecelere çıkmak gibi, diğer birtakım nedenlerle suçlu olmayanların başına gelen belalar da yok değildir. Nitekim Yemin olsun ki sizi, korku, açlık ve malların, canların, ürünlerin eksiltilmesi gibi şeylerle imtihan edeceğiz, sınayacağız. (Dolayısıyla) sabredenleri müjdele. (Bakara, 155) buyurulmuştur.. Halbuki Allah, birçoğundan da affediyor. Yani kazandığınız, işlediğiniz günahlarınızın birçoğunu af buyuruyor ve dünyada cezalandırmıyor. Çünkü Eğer Allah Teâlâ, yaptıkları işler yüzünden insanları (hemen) cezalandıracak olsaydı, yeryüzerinde tek bir canlı bırakmazdı. (Nahl, 61)
Ragıb’ın açıklamasına göre, vaaz, korkutmaya yakın bir sıkıştırmadır. İmam Halil ise kalbi inceltecek şekilde hayrı hatırlatmak demiştir ki, daha güzeldir.
Allah daha iyi bilir: Kur’ân’ın mânâsındaki mucize olan âyetlerden önce, sözlerindeki mucizeliği ifade eden ilâhi sırra işârettir. Bakara sûresinde de geçtiği üzere elif boğazın en içinden: bâtından; Lâm dilden: berzahtan; mim dudağın en kenarından, dıştan çıktığı için bu üç harf, mahreclerin aslını teşkil eden üç çıkış yerinden çıkan bütün harflerin güzel bir diziliş ahengini ifade eder.
Hz. Hafsa (r.anha) da bir kürek üzerinde Yusuf kıssasından bir yazı getirmiş, Hz. Peygamber’e okumuştu. Peygamberimizin mübarek yüzü renkten renge girerek buyurdu ki: Nefsim kudret elinde olan yüce Allah’a yemin olsun ki, ben aranızda iken, size Yusuf gelse de, beni bırakıp ona uyacak olsanız, sapmış olursunuz. Ben sizin peygamberden payınıza düşenim, siz de benim ümmetlerden payımsınız. Hz. Ömer b. Hattab (r.a) bir gün bir adama uğramıştı, bir kitap okuyordu; bir saat dinledi, hoşuna gitti. O adama: Bana bu kitabı yazıver dedi. O da peki deyip bir deri aldı, onu hazırlayıp içine dışına yazıverdi. Sonra Ömer onu alıp Hz. Peygamber’e getirdi, okumaya başladı, Resul-i Ekrem (s.a.v)’in mübarek yüzünde de bir renk peyda olmaya başladı. Derhal Ensar’dan bir zat o kitaba vurdu da, Anan kaybetsin seni ey Hattâboğlu! Bu gün sen bu kitabı okuyalıberi Resulullah’ın yüzüne bakmıyor musun? dedi. O zaman Peygamber (s.a.v) buyurdu ki, Ben hem ilk ve hem son peygamber olarak gönderildim ve bana hem Allah kelâmının tamamı ve sonuncusu verildi ve bana söz sadeleştirildi ve kısaltıldı da kısaltıldı. Sakının sizi mütehevvikler helake sürüklemesinler. Mütehevvikler, seviyesiz, her işe dalanlar veya hayrette kalmış, şaşırmışlar, demektir.
Sen, sana vahyedilen kitabı oku, vird ederek, devam üzere, tekrar tekrar, güzel güzel oku. Yani o örümcek kafalı
kâfirlerin fitnelerine gam yeme de onlara karşı olmazsa, kendi âleminde bu Kur’ân’ı güzel güzel oku, adı geçen peygamberlerin ve ümmetlerin halleriyle Allah’ın âyetlerini düşün. Onun için Onlara oku buyurulmamış, mutlak olarak Oku buyurulmuştur. Ve namazı devam üzere kıl, gerçekten namaz fahşadan, yani açık çirkinlikten, edebsizikten, fuhşiyattan ve münkerden; aklın ve şer’in beğenmeyeceği uygunsuzluktan, günahtan meneder. Bir kere namaz içinde bunlar yapılmaz.
Andolsun ki Nuh’u kendi kavmine gönderdik. Yukarda Gerçekten biz onlardan öncekileri de imtihandan
geçirmiştik buyurulduğu için burada, onun birkaç örneği gösterilecektir. Onun için bu vav harfi kasem değil, orayaatıftır. Derken içlerinde bin seneden elli yıl eksik durdu. Elli yılı yok bin sene, dokuz yüz elli sene eder. Kâdî Beydâvî der ki: Galiba bu tabirin seçilmesi tamamıyla sayıya delalet içindir. Çünkü dokuz yüz elli tahmini olarak da söylenebilir, bir de bin ismini söylemekle, karşıdakine müddetin uzunluğunu düşündürmek vardır. Çünkü kıssadan maksat, Resulullah’a teselli ve kâfirlerden gördüğü sıkıntılara karşı çaba ve gayretinde sağlamlaştırmaktır. Rivayet olunduğuna göre Nuh, kırk yaşında peygamber olarak gönderilmiş, dokuz yüz elli sene kavmini Hakk’a davet etmiş, tufandan sonra da altmış yıl yaşamıştır.
Ve bütün insanlarda fıtratı asliye bir fakat tabiat muhteliftir.
İnsanı me’yus edecek şey, bilfarz vaki olan günah değil, günahta ısrar etmek ve tevbeyi unutarak şeytana ittibaı tabiat edinmektir.
Ve onun ayetlerinden/delillerindendir ki, sen yeryüzünü görürsün, boynu bükük huşu’ halinde Derken üzerine suyu indiriverdik mi, hareketlenir ve kabarır. Kuşku yok ki ona o hayatı veren, elbette ölüleri dirilticidir. Gerçek, o her şeye gücü yetendir.
Süfyan İbn Abdullâh es-Sekafi radıyallahü anh Hazretleri de demiştir ki: Ya Rasûlüllah! Bana tutunacağım bir emir/bir iş haber ver. dedim, Rasûlüllah buyurdu ki Rabbim Allah. de, sonra da müstekim ol dosdoğru ol. Bunun üzerine Benim hakkımda en korkacağın nedir? dedim, Resul-i Ekrem (a.s.) kendi dilini tutup, İşte bu (dil). buyurdu.

Tirmizî, zühd,61

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir