İçeriğe geç

Hüzün Hastalığı Kitap Alıntıları – Kemal Sayar

Kemal Sayar kitaplarından Hüzün Hastalığı kitap alıntıları sizlerle…

Hüzün Hastalığı Kitap Alıntıları

“Ruhun şifası televizyon ekranlarında yahut tımarhanelerde değildir. O, hakikatin peşinde güneşte kavrulmayı göze alabilmektedir.”
Her insan, önünde sonunda kendisine biçilen nasibi yaşıyor.
Bu ülke için söyleyecek bir sözünüz vardır ve o da şudur: Ülkemiz iyi yönetilmemektedir. Bu ülkenin insanları zalim bir devlet aygıtının pençesinde inlemektedir. İşte, adına depresyon denilen ruhsal çökkünlük durumu, insanların artık ümit edecek bir şeyleri kalmadığında ve çaresizlik duygusu sessiz çoğunluğu iyiden iyiye sardığında bir salgın halini almaktadır.
Kendisine aşık olanlar aslında kendilerini hiç sevmeyen kimselerdir. Derinlerde yatan bir aşağılık ve değersizlik duygusu vardır. Bu duyguyla baş etmek için onun tam tersi bir duygu geliştirerek benliklerini korurlar.
Evet; maddeye karşı mânâ, çorak ülkeye karşı öz ülke, bilime karşı şiir!
Edebiyat, hayallerine sadakatini yitirmemiş ve inanmış insanların uğraşıdır. Hayallerimizi yitirmek istemiyorsak safları sıklaştırmak zorundayız. Okur ve yazar yani o ‘üç-beş kişi’ birbirinin soluğunu hissedebilmeli.
Evlerine konuk gelmesin diye bayram günlerinde tatil yörelerine kaçan insanlar, neden zihinlerine bir romandan, yabancı bir kişiyi buyur etsinlerdi?
Rikkat ve incelik hayatlardan kaybolunca şiire zaten tutunacak bir kıyı kalmıyordu.
Bir kağıt, bir şikayet dalgası tutturmuş gidiyor: Okumuyoruz, yazılı kültür ölüyor!
Bize, sihirli sözlükler fısıldayan insanlar değil, fazilet sahibi önderler gerek. Kaybettiğimiz ahlakı, yaşantının şiirine kulak kesilerek bulabiliriz.
Psikiyatri, dini yahut inancı reddetmek yerine, onun sunduğu imkânlardan yararlansa ne iyi olurdu.!
Kaybedilen duygu: Tahammül
Biyolojiye aşırı vurgu, iktidarın imtiyazlılar tarafından kötüye kullanımından dikkatleri uzaklaştırır. Nedir bu kötüye kullanım? Sıkıntı, umutsuzluk ve isyan içinde olduğu için imtiyazlı azınlığa başağrısı veren ‘tebaa’, bütün bunları toplumsal sorunlardan ötürü değil de, kendi bedensel noksanlıklarından ötürü yapmaktadır.!!
Hüzün bütün kadim geleneklerde bize kendi sonluluğumuzu, ölümlülüğümüzü hatırlattığı için değerlidir. Bu dünyanın gelip geçici bir yer olduğu fikri, dünyayı bir türlü yurt edinemeyen ruhlarda hüzne yol açar. Gurbette, sürgünde olan ruhların hüznüdür bu.
Oysa hüzün insan hayatının olmazsa olmaz bir parçası..
Psikiyatri bilimi adeta hayattan tüm ızdırabı, hüznü, kederi kovmak istermişcesine duygu dünyamızı ince dilimlere ayırarak onları hastalık hanesine yazıyor.
Tıp biliminin doğal dünyası ile sosyal bilimin insanî doğası metodolojik zeminde birbirinden nasıl ayrılmıyorsa, psikiyatri her ikisini bünyesinde dengeleyen ve anlam sorununu merkeze yerleştiren bir bilim olmayı becerebilmelidir.
Psikiyatri kuramı da, diğer kuramlar gibi tarihin, toplumun ve politikanın izlerini taşır. Psikiyatride yeşeren yeni bilinç kendi eleştirisini de yapabilmelidir.
Seküler psikoterapist köre yol gösteren şaşı gibidir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Terapi, biri diğerinden daha dertli iki insanın karşılaşmasıdır.
Ahenk, birbirine zıt gibi görünen kuvvetlerin dengeli bütünleşmesinden doğar.
Dünya türlü bağlantıların üst üste bindiği, kesiştiği, değiştiği ve birbirini değiştirdiği karmaşık bir dokudan ibaretti.
Mutlu olduğum zamanlar daha dışa dönük oluyor, insanlarla çok şey paylaşabiliyorum. Hüzünlü olduğum zamanlarda içimin titreyişlerine kulak kesiliyor ve şiir yazabiliyorum. Her iki durumun da ilahi bir bağış olduğuna inanıyorum.
Bugün psikiyatrik araştırmaların önemli bir bölümü ilaç şirketlerinin vesayeti altındadır, bu şirketler tarafından finanse edilmektedir. Bu araştırmaların halihazırdaki ilaçlara yeni kullanım alanları açmak gibi saklı bir işlevi vardır.
Hayatın tıbbîleştirildiği bir çağda yaşıyoruz Bu seküler bakış açısıyla, sizin dindarlığınız pekâlâ bir psikiyatrik bulgu olarak değerlendirilebiliyor Ve yine Amerikalı bir meslektaşımız ‘aşk hastalığı’nın tedavisinin de yakında bulunacağını iddia edivermişti geçtiğimiz yıllarda. Bu şekilde hayat yaşanması gereken bir şey olmaktan çıkarılıp tedavi edilmesi gereken bir şeye dönüştürülüyor.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Yoğun bakım üniteleri kalbi nasır tutmamış bir hekim için olabilecek en trajik mekânlardan biridir. Kalpleri nasırlaşmış olanlar, zaten hastanın pahalı bir cihaz olan solunum cihazını kullanmakla yol açtığı ekonomik zararı düşünmektedirler.
Oysa yaşadığımız yüzyıl tıp biliminin doğumdan sonra ölümü de bir tedavi nesnesine dönüştürdüğü bir yüzyıl oldu Artık insanlar hastanelerin soğuk koridorlarında, son nefeslerinde yakınlarının şefkatini dahi hissedemeden can veriyorlar.
Biyolojinin krallığı kapitalizme geniş bir pazar vaad ediyor ve artık hayatın en dokunulmaz alanlarına el atmasıyla bilim rububiyet iddiasını en yüksek perdeden seslendiriyor.
”Sanat dünyaya karşı tabii bir muhalefet içindedir ve hatta psikolojisi, biyolojisi ve Darwin’i ile tüm bilime karşıdır. Bu esas itibariyle, dini bir muhalefettir. Din ahlak ve sanat, daha yaratılış fiili ile zuhur eden aynı şecerenin dallarıdır. ”
Bize, sihirli sözcükler fısıldayan insanlar değil, fazilet sahibi önderler gerek. Bu dünyadaki varoluşumuzu sözcüklerin sihrine tutunmadan da gerçekleştirebiliriz. Kaybettiğimiz ahlakı, yaşantının şiirine kulak kesilerek bulabiliriz
Unutmak bizi her şeyin geçici olduğu hissinden koruyor. Sanki biz her an yeryüzüyle yeni tanışıyoruzdur, dolayısıyla hiçbir şeyi arkada bırakmış sayılmayız. Unutmak insanın hayatından bilgece bir ders çıkarmasının önüne geçer, onun hayatını rastgele bir araya gelmiş yaşantılar yumağından ibaret kılar.
Tıp kurumları yasal ve dini kurumların yerlerini almaya başladılar. Dolayısıyla davranışı da artık onlar sınıflandırıyor. Böylece kıskanç kocaları, şişman kimseleri, alışveriş yapmaktan kendini alıkoyamayanları, tehlikeli araba kullananları ve giderek, sigara içenleri, arada bir hüzne bulanıp şiir yazanları, kendilerini anlaşılmaz metinlerle ifade edenleri tedavi edebiliriz.
Politik şiddetin fizyolojik sonuçları anonim bir tıbbi imaya dünüşüyor. Böylece, bu sonuçların ahlaki önemi ya zayıflatılıyor ya da tümden inkar ediliyor.
”Şehirler vasıtalar etrafında inşa edildiklerinde insan ayağı değersizleştirilmiş olur, okullar öğretmeye soyunduklarında kendini yetiştirme kaybolur ve hastaneler zor durumda olan herkesi kendi bünyelerine aldıklarında yeni bir ölme biçimi var olur. ”
Ahmet Haşim Melali anlamayan nesle aşina değiliz. diyordu.
Melal içe doğru bir yolculuktur ve kişiyi zenginleştirir. Hüzün ve Melali tedavi etseydik, bugün herhalde pek çok edebî şaheser okuyamazdık. İnsanın yaşantılardan öğreneceği çok şey vardır.
Dilde gâm var lûtfeyle gelme üstüme ey sürûr
Olamaz bir haneda mihmân mihmân üstüne ey sürûr

Misafire hürmet, geleneğimizin parçasıdır.
Yaşantılarımıza hürmet etmek de..

Hüzün bütün kadim geleneklerden bize kendi sonlugumuzu, ölümsüzlügümüzü hatırlattığı için değerlidir. Bu dünyanın gelip geçici bir yer olduğu fikri, dünyayı bir türlü yurt edinemeyen ruhlarda hüzne yol açar. Gurbette, sürgünde olan ruhların hüznüdür bu.
Modern dünyanın kandırmacası da budur işte: Her şeye yetişmek isterken hiçbir şeye yetişememek, her şeye sahip olmak isterken aslında hiçbir şeye sahip olamamak.
Eylül yorgunluğu
Çünkü dünyaya gelmek, İsmet Özel’in söylediği gibi, bir saldırıya uğramaktır.
Her şeyin anlamından sıyrıldı bir çağda insan delirerek aslında her şeyin yanlış gittiğini söylüyor
Ölüm yönelimli bir varlık olarak insan, hüzünle kendi iç potansiyellerini fark eder, içe bakar, içe derinleşir. O halde bize dünyada bir gurbet hiaai yaşatan hüznümüzü sevelim, onu hastalık olarak gören ve gösterenlere karşı duralım.
Ruh hekimi, kendisine başvuran insanların derdini dinleyerek, onların yüzlerini okuyarak memlekette o sıralar nelerin olup bitmekte olduğunu kavrayabilir.
Hayatlarımız modern zamanlarda ev hayatı/iş hayatı/eğlence hayatı diye bölümleneli beri, yanımızdan maskelerimizi eksik etmiyoruz. Biz daima üstün ve güçlü olmak, öyle görünmek istiyoruz.
Ahmet Haşim Melali anlamayan nesle aşina değiliz. diyordu. Melal, içe doğru yapılan bir yolculuktur ve kişiyi zenginleştirir. Hüzün ve melali tedavi etseydik , bugün herhalde pek çok edebi şaheseri okuyamazdık.
İnsanın yaşantılanndan öğreneceği çok şey vardır. Hüzün bizi iç dünyamızın daha önce hiç keşfetmediğimiz ayrıntılarıyla buluşturabilir. Onu bir misafir gibi kabul etmek gerekir. Misafir size yeni bir dünya getirir ve size bir şeyler katarak ayrılır.
Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. Her gün olabildiğince akıllıca, olabildiğince bütün ve olabildiğince duyarlılıkla yaşanması gereken bir şeydir hayat. Katlanmamız gereken bir şeydir. Onun çözümü yoktur.
Bir kumpanya izler gibi izliyo­ruz sevgili ülkemizde olup bitenleri. Pek çok şey bir sirkten alınabilecek saadete göre ayarlanmış ve sahici olması gereken insanlar oynamaya başladıklarında biz de tutamıyoruz ken­dimizi, oynamaya başlıyoruz. Biz seyirci rolünü oynuyoruz.
Zaman zaman ” Acaba kimse bu ülkede çocukların da yaşa­dığını düşünmüyor mu? diye soruyorum kendime. Yıkıcılık ve ölçüsüz cinsellik üzerine bina edilmiş, çocukları yok sayan bir yetişkinler imparatorluğuna doğru mu yol alıyoruz?
Ekranlardan ve gazete sayfalarından bize yansıyan asıl şiddet, vahşetin sıradanlaşrırılmasıdır. Bize yakın bir zamana dek tiksinti veren, midemizi kaldıran şeyler, sıradan hale getirilerek seyirlik nesneler oluverirler.
Bu ülkede edebiyat dergilerinin satışı binli rakamlardadır ve bu çok da yazıklanılacak bir şey değildir. Ama o bin okur okuduğu şeye tepki vermiyor, onu tüketip atıyorsa bir sorundan söz edilebilir.
Evlerine konuk gelmesin diye bayram günlerinde tatil yörelerine kaçan insanlar, neden zihinlerine bir romandan, yabancı bir kişiyi buyur etsinlerdi?
Asri zamanlar insanı tarihsizleştirdi. İnsan belleği hiçbir zamanda olmadığı kadar unutuşla sakatlandı. Dirilerin ölülerle birlikte yaşadığı şehirler zaman şuurundan ve gönül coğraf­yalarından silindi. Müslüman saati tekledi.
Modern dünyanın kandır­ macası da budur işte: Her şeye yetişmek isterken hiçbir şeye yetişememek, her şeye sahip olmak isterken aslında hiçbir şeye sahip olmamak
biz insanlar tuhaf bir bek­lentiyle yaşarız hayatlarımızı. Sanki biz hiç ölmeyeceğiz ve her gün yeni bir şeyler duyup yepyeni yaşantılara kucak açacağız.
Tarih: Galiplerin yazdığı kitap diyordu Cemil Meriç.
Şunu ekleyebilir miyiz: Komplo nazariyatı: Mağlupların yazdığı kitap. Derse geç kalan öğrencinin özür kağıdı.
İnsan vücudu, insanın laboratuvarı değil, Tanrı’nın mülküdür. Tanrı’nın emanetine hıyanet, insanın özüne ilişen bir faciadan başka sonu getirmez.
Bu toplum, düşlerini ne zaman yitirdi? Sözcükleri ne zaman onun elinden alındı?
Buna tarihin bir cevabı olmalı.
Hepimiz insan olmanın günahıyla doğarız ve sonra edimlerimizle arınırız. Ya da insan doğduğu günden bugüne kusurlarından kurtulmanın ve mükemmele ulaşmanın bir yolunu arar.
Hani, eskilerin bir sözü vardı: Ya tahammül, ya sefer. Artık ne tahammül, ne sefer. Sadece Prozac!
Psikiyatri bilimi adeta hayattan tüm ızdırabı, hüznü, kederi kovmak is­termişçesine duygu dünyamızı ince dilimlere ayırarak onları hastalık hanesine yazıyor. Bir bakıyorsunuz, klinik depresyon düzeyine erişmeyen mutsuzluk duyguları minör (küçük) depresyon vb. isimlerle etiketlendirilmiştir.

Oysa hüzün insan hayatının ol­mazsa olmaz bir parçası. Kadim dini geleneklerde hüzne olumlu bir anlam atfedilmesi, onun insanı zenginleş­tiren bir tecrübe olarak sayılması, modern zamanlarla birlikte terk ediliyor.

Mutluluğumdan yahut mutsuzluğumdan yana bir şikayetim yok. Mutlu olduğum zamanlar daha dışa dönük oluyor, insanlarla çok şey paylaşabiliyorum. Hüzünlü oldu­ğum zamanlarda içimin titreyişlerine kulak kesiliyor ve şiir yazabiliyorum. Her iki durumun da ilahi bir bağış olduğuna inanıyorum. Fazladan taşıdığımı söyledikleri beş-on kilo ile aram gayet iyi. Ka nser yaptığını bilsem bile günde beş-altı sigara tellendirmeden edemiyorum. Bütün bunlar için ilaç almaya hiç niyetim yok. Aynen Th omas Szasz gibi düşünü­ yorum: Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. Her gün olabildiğince ak ıllıca, olabildiğince bütün ve olabildiğince duyarlılıkla yaşanması gereken bir şeydir hayat. Katlanmamız gereken bir şeydir. Onun çözümü yoktur.
insanoğlu aciz, ve ölüm mukadder. Tamahkarlık yaraya merhem olmuyor.
Hayatlarımız modern zamanlarda ev hayatı/iş hayatı/eğlence hayatı diye bölümleneli beri, yanımızdan maskelerimizi eksik etmiyoruz. Biz daima üstün ve güçlü olmak, öyle görünmek istiyoruz.
Hüzün duyabilen her ruh, iyiliğe muktedirdir.
Sokakların yılmış ve sindirilmiş insanı, üç duvar ve bir kapı arasında haşin bir ideolog, bir süper erkek oluveriyor.
İnsanlar ‘ülkesini sevme zorluğu’ çekmektedirler. Ekono­mik, ahlaki ve siyasi çöküntü hem coplumsal bağları zayıflatarak sıkıntılara karşı koyma gücünü kırmakta, hem de ciddi bilişsel tahrifata yol açmaktadır.
Bu hayatı çoğumuz aynı sloganla yaşıyoruz: Daha çok!
Daha da çok! Alışveriş merkezleri ve süpermarketler olayın zaten farkında. Cıngıllarında haykırıyorlar: Alışveriş yap, mutlu ol!
sahip olduğumuz bir şeyin bir başkasında olmadığını düşünmek bizi rahatlatıyor. Bütün bunlar aslında benliğimizi şişiren, onu olduğundan daha hacimli gösteren yanılrma ve yanılsamalar. Ama biz insanız ve ekseriyetle böyle yaşıyoruz.
Hayatlarımız modern zamanlarda ev hayatı/iş hayatı/eğlence hayatı diye bölümleneli beri, yanımızdan maskelerimizi eksik etmiyoruz. Biz daima üstün ve güçlü olmak, öyle görünmek istiyoruz.
“Birikip yeniden sıçramak için
Elde var hüzün .”
Eylül yorgunluğu
Ruhun şifası televizyon ekranlarında yahut tımarhaneler­de değildir. O, hakikatin peşinde güneşte kavrulmayı göze alabilmektedir.
Sezai Karakoç, İçindeki putları deviremeyen kimse dıştaki putların esiri olmaktan kurtulamaz diyor. İçinde kabaran şiddeti söndüremeyen bir toplumda sokak kavgaları, cinayetler, terör olayları dur durak bilmez. Yapacağımız şey, farkına varmaktır; bütün sancılarına katlanmak pahasına, farkındalığı arttırmaktır.
Psikiyatri uzmanları narsisizmi ikiye ayırıyorlar: Sağlıklı ve hastalıklı. Sağlıklı narsisizm denilince, bireyin kendisini sevmesinin gerçekle mütekabiliyet taşıdığı, onun başka insan­larla olan ilişkisini aksatmadığı bir durum kastediliyor. Oysa hastalıklı narsisizmde kişi eleştiriye açık değildir, bütün ilgisi kendisine dönük olduğu için diğer insanlara pek az teveccüh gösterir, pohpohlanmadığı zaman küskün ve kavgalıdır. En önemlisi de, kendisine aşık olanlar, aslında kendilerini hiç sevmeyen kimselerdir. Derinlerde yatan bir aşağılık ve değer­sizlik duygusu vardır. Bu duyguyla başetmek için onun tam tersi bir duygu geliştirerek benliklerini korurlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir