İçeriğe geç

Merhamet Kitap Alıntıları – Arthur Schopenhauer

Arthur Schopenhauer kitaplarından Merhamet kitap alıntıları sizlerle…

Merhamet Kitap Alıntıları

Çünkü binlerce kişinin mutluluk içerisinde yaşaması bile, bir kişinin ölüm işkencesi sırasında duyduğu acıyı yok edecek kadar büyük bir haz değildir.
Varoluşumuz, mutluluk duygusunu en az hissettiğimiz an bize mutluluk vermektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, bizi en mutlu edecek şey onsuz olmaktır. Büyük bir mutluluğun hatırlattığı yegane şey, ardından gelecek mutsuzluk yığınıdır.
İnsanların başkalarının evlerindeki sırları bilmek istemelerinin sebebi korkunç olmak istemeleridir.
Kalbin, acı çekeni görmekten zevk alma eyleminin ötesinde, yapabileceği daha kötü, daha alçak bir eylem olmasa gerek.
Ve inanın ki her ne olduysa var,
Onların değeri çöker zamanla yerlere kadar.
Bu sebeple daha iyi olurdu, ah keşke hiç var olmasaydılar.
__Spinoza’nın da dediği gibi, karşıtlıklar hep birbirinin habercileridirler. Gün geceyi, gece de günü müjdeler.
__Herkesin içten istediği şey, olması gerekendir. İnsan her ne durumda ise bu durum onun istediği durum olmalıdır.
__Ölüm bir gün batımına benzer. Güneşi gece sardığı halde, o yine de ıșığın asıl kaynağıdır; işte ölüm de böyledir. Aralıksız olarak yeni dünyalar yaratır. Her an bir batım, bir doğumu da beraberinde getirir.
__ Gerçek şudur ki, ikisi birbirine ait ayrılmaz bir bütündür: Yaşam ve Ölüm.
__Denilebilir ki, mutlu olanın en mutlu olduğu an uyuduğu andır ve mutsuz olanın en mutsuz olduğu ansa uyandığı andır.
__ Ve onun tatmin edilen her bir isteği yeni bir isteği tetikler.
”birinci kural: insan kalbi kendisini, kendisinden daha mutlu olan bir kişinin yerine koymayı nedense başaramaz. oysa insan kendini, kendisinden mutsuz olan bir başka kişinin yerine rahatlıkla koyabilmektedir. ”
”kalabalıkları, hurafelerden daha iyi hiçbir şey yönetemez. hele ki onlar, haddini bilme ve dönek din çılgınlığı tarafından ele geçirilmişlerse. onlar bir sürünün çobanına yaptığı gibi papazlarına saygıda kesinlikle kusur etmezler. ”
”mille piacer’ non vagliono un tormento ” (bu kadar iyilik, bir kötülük değerinde bile değil.)
çünkü binlerce kişinin mutluluk içerisinde yaşaması bile, bir kişinin ölüm işkencesi sırasında duyduğu acıyı yok edecek kadar büyük bir haz değildir. ”
Kötülük insana doğuştan verilmiştir. Bu nedenle insanın kendisini değiştirme gibi bir alternatifi neredeyse hiç yoktur.
Zaten insan soyunun çok az bir bölümü hariç hepsi ham kalmaya mahkumdur.
Herodotos tarafından ortaya konulup daha sonra başkaları tarafından da tekrarlanan Trakyalıların şu adetidir: Trakyalılar yeni doğan bebeği ağıtlarla karşılarlardı. Bebeğe, başına gelebilecek kötülükleri hemen doğumundan sonra anlatırlardı.
Şöyle ki; gerçek kötülüğün nedeni, insan denilen varlığın kendisidir. Homo homini lupus (İnsan insanın kurdudur; Plataus, Asinaria, 2, 495)
Bin kadar iyilik, bir kötülük değerinde bile değil. (Petrarka, Il canzoniere, Sonetto 195)
Hatta benim kanaatine göre, insanlar hiçbir zaman o an yaşadıkları acıdan dolayı ağlamazlar. İnsanların ağlamasının asıl sebebi, daha önce hissettikleri bir acının hatırlanmasıdır. İnsanlar o anda hissettikleri acıdan dolayı değil de, geçmişte hissettikleri bir acının hatırlanması sayesinde ağlarlar. Bir kişi herhangi bir acı duyduğunda, ki bu acı fiziksel bir acı dahi olsa; daha önce duyduğu bir acıyı hatırlar. Sonra da bu kişi kendi durumunu olağan olarak acınmaya değer bulur ve ağlar. Kişi, acıyı çeken kişiyi, yani kendisini bir başkasıymışçasına algılar ve bu sebeple ona içten bir acıma duygusuyla yönelir.
Birey kendisini her acıda yeniler ve acıyı tekrar tadar.
Ağlayan kişinin yası, aslında ölen kişiye karşı tutulan bir yas değildir. Kişinin ağlamasının sebebi aslında kendi ölümünü hatırlamasıdır. Böylesine bencil gözyaşlarından dolayı utanmalıdır insan. Oysa ki insanlar bu durumda kaldıklarında, ağlamamaktan utanırlar.
Bir ahlak duygusu ele alalım ki, temelleri olmayan ve sadece öğüt olarak kulaklarımızı doldurduğu için var olan. İşte böyle bir duygunun etkisinin kaydadeğer olmasını bekleyemeyiz.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Acı debilen şey istencimizin aç kalmasıdır. Insan bedeni bir yara aldığında da bu durumun aynısı gerçekleşir. Insan nesnesi bedeninin tekrar önceki haline gelmesini istedigi için acı çeker. Görüldüğü gibi şiddetli acı şiddetli isteme duygusundan diger vir deyişle arzudan koparilamaz durundadir.
Gerçek şudur: Alçak olmayı biz istiyoruz ve oluyoruz da. Şöyle ki; gerçek kötülüğün nedeni, insan denilen varlığın kendisidir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kendimi sadece Dante’ye yakın görüyorum. Çünkü o, söze öncelikle cehennemle başlamayı seçer..
İnsanın acısı öyle bir acıdır ki, insan bilgilendikçe artar.
Denilebilir ki, mutlu olanın en mutlu olduğu an uyuduğu andır ve mutsuz olanın en mutsuz olduğu ansa uyandığı andır.
Büyük bir mutluluğun hatırlattığı yegâne şey, ardından gelecek mutsuzluk yığınıdır.
Bu dünya, var olan ve var olabilecek olan en kötü dünyadır.
İnsan sahip olmadığı şeyi arzular .
Benim etiğimi okuyanlar bilirler ki, benim ahlâk öğretilerimin temelinde insan ve hayvanların her ikisine yöneltilmiş olan, Veda ve Vedanta’da ifade bulan tat twan asi (Bu sensin; Chandogya -Upanishad, VI, 16) ve büyük söz anlamına gelen mahavayka yer almaktadır.
Sonunda o’sundur – Başında her ne isen.
Başında milyonlarca bukleleri olan perukalar da taksan,
Ayağına arşınlar uzunluğunda çoraplar da giysen:
Yine de o olarak kalırsın, her ne isen.
(Goethe, Faust I, 1806-09)
Insanlar, yasalar ile şekillendirilebilirler. Fakat gerçek manada ahlâklı olamazlar. Kişilerin davranışlarında deği- şiklik yaratmak, yasalarla sağlanabilmektedir; fakat insanların içindeki kötü arzuları dindirmek mümkün değildir. Bu şekilde, ancak kişinin yolunu değiştirmesine vesile olursu- nuz. Fakat kötü niyetli insan, her ne koşulda olursa olsun kötülüğünü sergilemek için uygun bir yol bulma çabasından vazgeçmeyecektir. Insanlar, öğretiler sayesinde belki farklı yollar seçmeye özendirilebilirler yahut yasalar sayesinde bu doğrultuda zorlanabilirler; fakat bu durum onları hedeflerinden caydıramaz. En fazla kötülüğün yapılacağı yol değiştirilebilir. Çünkü insanın iyilik ve kötülük anlayışı yüreğinde yer almaktadır. Bu yürek ise ona doğuştan verilmiştir.
İnsanın üç temel etik yetisi bencillik, kötülük ve merhamet; insanlarda olabildiğince çeşitli şekillerde yer almaktadır. Bu söylediğim güdüler kendilerini insan davranışlarda açıkça sergilemektedir.
Oysa, köpeğin sadakatini ve iyiliğini insan soyunda bulmak mümkün değildir.
Hayal edilen şey de aslında içimizdeki öfkeyi dindiremediğiniz zaman karşınızdaki kişinin düşeceği durumdur. İşte ancak bu şekilde içinizdeki öfkeyi yatıştırabilirsiniz. Çünkü merhamet öfkenin panzehiridir. Bu sebeple de geç kalınmadan bu duygu devreye girmelidir.
İnsan sevgisinin kökeninde, adalet duygusu değil merhamet duygusu yatmaktadır. İnsanın vicdanı en çok insanın acınacak durumda olmaması koşulu altında rahat eder.
Birey kendisini her acıda yeniler ve acıyı tekrar tadar. İsteme duygusu hayattan, hayat da o an yaşanan an’dan ayrılamaz. Bundan ötürü de bu duygu, an’dan bağımsız olarak düşünülemez. Ölüm bir gün batımına benzer. Güneşi gece sardığı halde, o yine de ışığın asıl kaynağıdır; işte ölüm de böyledir. Aralıksız olarak yeni dünyalar yaratır. Her an bir batım, bir doğumu da beraberinde getirir.
Fakat ben, eski bir Hint oyunundaki şu duadan daha güzel bir dua tanımam: Tüm canlılar acılardan uzak olsunlar.
Üstelik dinî sebepler bir kişiyi kötü bir davranıştan uzak tutsa bile bunu ahlâklılıkla bağdaştırmak doğru olmaz. Çünkü ortada öbür dünyadaki bir mükâfat veya bir ceza vardır. Bir kişi davranışını öbür dünyadaki bir mükafattan dolayı düzeltmiş olabilir. Fakat bunu ahlâkî olarak görmek gerçekten mümkün müdür?
Din savaşları mı desem, sorumsuzca yapılan Haçlı Seferleri mi? Ya, Amerika’da yerli halkın soyunun tüketilmesine ne demeli? O coğrafyadaki halkın Afrika’daki halkla birlikte sürüklenip buralara getirilmelerine ne demeli? Haksız yere yerinden yurdundan edilen bu insan- ları köleleştirmelerine, üstüne üstük zencileri olabildiğince aşağılamalarına ne demeli?5 Ya kâfir avı diye yapılan avlar Çığlıklar ata ata engizisyon mahkemesinin kararıyla ölenler Ya Barthalomeus’taki on sekiz bin Hollandalının idamına demeli? vb. Hıristiyanlık namına bir övgü yapmanın anlam taşımadığı görüldüğü gibi açıkça ortada. Fakat Hıristiyan dini, aslında ahlâkî açıdan oldukça değerlidir. Oysa bu durum, maalesef yaşamda kendisini doğru dürüst göstermemektedir. Yasaların bir günlüğüne tatbik edilmediğini düşünün. Ne olurdu o zaman bu insanların hali? İşte görüyorsunuz, dinin ahlâklı olmak konusundaki etkisi uygulamada oldukça azdır.
Seneca şöyle der: Adneminem ante bona mens venit, quam mala (Hiç kimsenin iyi niyeti, biliçaltına kötü niyetinden önce varmaz. Seneca, Epistuale, 50, 7.)
Bu sorunun çözümünü ararken, kendi dünyamızın ötesindeki bir dünyanın duygularıyla uğraşmak zorunda kalıyoruz. Bizim anlamakta zorluk çektiğimiz bir mekanizmadır bizi bu denli yönlendiren ve çabamızsa onu bir nebze olsun anlayabilmektir. Eskiden, insanlar kendilerini anlamaya çalıştıklarında onların aklına ilk olarak Tannlar geliyordu. İnsanlar, onların tasavvurları sayesinde kendilerini bir nebze olsun anlamaya çalışıyorlardı. Bu Tanrı tasavvuru sayesinde emir, ceza ve ödül üçlemesi ortaya çıktı.
Kötülük fırsatını bulduğun an ortaya çıkar.
Merhamet kavramı ahlâkla açıkça bağıntılıdır. Aynı bağıntıyı merhametle sanat arasında da kurmak mümkündür. Çünkü gerçek sevginin temelinde merhamet duygusu yatar. Bunun dışında kalan, yani merhametle bağlantısı olmayan sevginin kökeninde ise bencillikten başka bir duygu yatmamaktadır. Bencillik epos, merhamet ayann’dır. Bu ikisinin karışımı oldukça sık görülür. Hatta ve hatta hakiki arkadaşlık veya dostluk diye tanımlaya- bileceğimiz duygunun temelinde bile bencillik ile merhamet duygusu bir arada yer almaktadır. Öncelikli beklentimiz, kar- şımızdaki kişinin bize olan benzerliğidir. Karşımızdaki kişinin şahsiyeti ile kendi kişiliğimiz arasında bir benzerlik olmasını bekleriz. Karşımızdaki kişi ile bizim aramızda bir bağ oluşabilmesi için bu bahsettiğim koşulun yerine gelmesi gerçekten de önemlidir. Merhamet duygusu sayesinde karşımızdaki kişinin sevinç ve acılarını paylaşırız. Bu paylaşımda bir bencillik görülmez.
Unutmayalım ki her tatmin acının sadece bir süreliğine uzaklaştırılmış olmasından öz bir duygu değildir. Buradan da anlıyoruz ki, hakiki mutlulue acıdan uzaklaşarak vanılamamakta. Sevinçlerin tek yapng isteklere yalan söylemektir. Sevinçler, sadece ve sadece ac merhamet ve cömertliğin yaptığı şey, yalnızca bir süreligre çok kısa bir süre için uzaklaştıkları anlardan ibarettirler. ly acıları dindirmektir. Zaten bu duyguları tetikleyen sey de yabancı acıların farkına varmaktır. Başkalarının çektigi, yaşa dığı acıları fark eden kişi, ancak iyiliğe, merhamete ve cömertliğe başvurur. İyi diye tabir edebileceğimiz bu duygular, asli da acıdan doğarlar. Buradan da anlaşılıyor ki, saf sevgi (ayum caritas), doğada merhamet olarak vuku bulur.
Birey kendisini her acıda yeniler ve acıyı tekrar tadar. İsteme duygusu hayattan, hayat da o an yaşanan an’dan ayrılamaz. Bundan ötürü de bu duygu, an’dan bağımsız olarak düşünülemez. Ölüm (Lütfen tekrarlarımı bağışlayın.) bir gün batımına benzer. Güneşi gece sardığı halde, o yine de ışığın asıl kaynağıdır; işte ölüm de böyledir. Aralıksız olarak yeni dünyalar yaratır. Her an bir batım, bir doğumu da beraberinde getirir.
Her bir kişinin çektiği acılar zaman ve mekânla Ayrılmış, birbirinden kopukmuş gibi gözükse de, yine de hepsi hayat içerisinde çekilen ortak bir duygudan ibaret- lerdir ve aslında bir bütünlük teşkil etmektedirler. Her bir birey, başkasının acı çekmesi için ona silahını doğrulturken, aslında bu silahı kendisine de doğrultmuş olur. Tüm kötü olanlar, aslında herkesçe ortak olan bir duygu tarafından paylaşılırlar. Duyguların bu şekildeki paylaşımı merhamet duygusu sayesinde olmaktadır. Tadılan hazların karşılığı da bu sebeple hep acı olur. Çekilebilecek tüm olası acılar, hayatın bizzat içerisinde ve herkese çok yakın bir yerde yer almaktadırlar.
İşte istenç diye de tabir ettiğimiz isteme duygusu, bu denli derin bir acı kaynağıdır. Çünkü her isteme duygusu, bir yoklukla beraber gelir ve bu da beraberinde acıyı getirir. (Üçüncü kitaptan da hatırlanacağı üzere, istencin bir süreliğine susturulması, mutluluğun temel taşıdır ki, onu ancak isteklere uzak bir öznede fikir bağlantısı olmayan, kendisini etiğe teslim etmiş bir varlıkta görebiliriz.) İkincil olarak da şeylerin birbirleriyle olan kopmaz bağıntısı, istemelerimi- zin tatminsiz kalmasına sebebiyet vermektedir. Doymak bilmeyen ben lerimiz böylece yine acıya kavuşurlar. Çünkü act denilen şey istencimizin aç kalmasıdır. Insan bedeni bir yara aldığında da bu durumun aynısı gerçekleşir. Insan nes- nesi bedeninin tekrar önceki haline gelmesini istediği için acı çeker. Görüldüğü gibi şiddetli acı şiddetli isteme duygusundan, diğer bir deyişle arzudan koparılamaz durumdadır.
Bizim bakışımıza göre ise erdemin asıl değerli kısmı, amacı ve kökeni; mutluluğun, saadetin, refahın vb. emeli ölümdür.
Sophokles’in Oedipus Coloneus’undaki (1225) şu bölüm de önceki örneğe benzer bir örnektir:

En iyisi hiç doğmamış olmaktır,
Fakat eğer bir kez geldiysek dünyaya;
İyi olan tez dönmektir oraya,
Tekrar geriye öbür dünyaya.

Theogenis’in şu güzel dörtlüğü meşhurdur:

Hiç doğmamış olmak, en iyisi bu olurdu insan için,
Hiç bakmamış olmak Güneş Tanrısının kutsal ışınlarına;
Fakat doğmuşsak bir kere, en iyisi çabuk, olabildiğince çabuk
Göçmektir Hades’e, yerin altına.

Herakleitos’un bir sözü şöyledir:

Yaşamın ismi yaşamdır fakat eseri ölüm.
(Etymologicum magnum, Eustathios ad Iliad. I, 31)

Platon bu en bilge insana şunu dedirtir: Ölüm nenden şuurumu alacak da olsa, yine de güzeldir yaşamaktan; ne güzel bir şeydir derin, rüyasız bir uykuya dalmak.
Tarihsel bir akrabalık olmasa da Meksika’dan bir örnek vermek mümkün. Orada da benzer duygular hissedilmektedir. Örneğin orada da yeni doğan bir çocuğa şunlar söylenmektedir:
”Oğlum sen, sabretmek için doğdun, öyleyse sabret, acı çek ve sus. ”
Doğanlar uğruna üzülme, üzülmek çekecekleri acılara;
Fakat ölenler, onlar var ya;
Onları uğurlamak mutlulukla,
Kurtuldular artık acılardan, ne güzel olnları
uğurlamak var ya.
(Euripides, Cresphontes; Plutarrkhos’ta De audiendis poetis, 14, 36)
Bu dünya, var olan ve var olabilecek olan en kötü dünyadır. Çünkü, bu dünya hakkında, olabilecek en iyi dünya yollu hayaller kurmak manasızdır. Olanı görmemek saçmadır. Dünya öyle bir kötüdür ki, zar zor ayakta kalabilmektedir. Eğer ki biraz daha kötü olsaydı, o zaman zaten hiç var olamazdı. Çünkü dediğim gibi, daha kötü bir dünya zaten varlığını sürdüremez. Gezegenlerin kafa kafaya çarpışmalan gerekmez ki! Onların en ufak bir sarsıntısı, en ufak bir hareketi bile yeter her şeyin hiç var olamamasına. Bu bile yeterdi her şeyin hiç olmasına; hiç var olamayacak kadar kötü olmasına Bu sebeple de daha kötü bir dünya olamaz, hayal yok oluşuna; yani sonuna. Astronomlar zaten bu durumun farkındadırlar. Onlar dünyanın ancak bu şartlar altında ayakta kalabileceğinin bilincindeler. Gezegenlerin hareketindeki en ufak bir farklılığın nelere yol açabileceğini biliyorlar. Newton’un da dediği gibi, ümidimiz onların hareketinde bir hata olmaması, bu gezegenlerin mekanik perpetuum mobile’inin [sürekli devinim] onların dışında kalan nesnelerinki gibi bir gün durmaması. Gezegenlerin o sağlam görünen kabuklarının altında, tabiat karşısındaki acizlikleri yatmaktadır. Ola ki bir rastlantı bir değişime sebebiyet versin, işte daha o an yok olup gider her biri. Ki bizde de buna benzer üç durum yaşanmadı değil.
Bu dünya acıyla korkutulan ve acı çektirilen insanların oyun alanıdır. Bununla birlikte bu alan yalnızca birinin diğerini yemesiyle var olmaktadır. Bu sebepledir ki, binlerce yırtıcı hayvan kendi varlığını korumak adına aslında, yaşayan binlerce başka varlığın mezarıdır. İşte bu acı insanda daha da vahim bir hal alır. Insanın acısı öyle bir acıdır ki, insan bilgilendikçe daha da artar. İşte budur sebebi dünyanın iyilik dedikleri şeyle sarmalanmaya çalışılmasının. Çığlık atarcasına bir saçmalıktan öte bir şey değildir bu durum.
Eğer ki hayat kâle alınır ve hiçliğe tercih edilebilecek bir şey olsaydı, o zaman hayatın çıkış kapısı bu denli korkunç bekçiler olan, ölüm ve ölüm korkusu tarafindan tutulmazdı. Ama bu korkunç hayata, olduğu bu korkunç haliyle kim dayanabilirdi ki, ölüme giden vol bu derece dehşet verici olmasa? Kim katlanabilirdi ölüm düşüncesine? Kim katlanabilirdi yaşamaya, eğer ki ölüm yolu tatlı olsa! Yine de iyi olan bir şey var ki, o da hayatın ötesini herkesin bir gün görece- ğidir. Avunuruz hayatın acılarıyla ölüme giden yolda; ölüm anında çekeceğimiz acıları dünyadaki acıların önemsizliğiyle kıyaslar avunuruz. Gerçek şudur ki, ikisi birbirine ait ayrıl- maz bir bütündür yaşam ve ölüm; işte bu tutarsızlığın ötesinde bir de gidişi olup dönüşü olmayan öbür dünya vardır ki, orası herkesin gittiğinde geri dönebilmeyi arzuladığı yerdir.
Bunun dışında kalıp bizi bu denli mutsuz kılmayacak seyler de vardır; fakat gerçek anlamda insanı mutlu edebilecek hiçbir şey yoktur. Denilebilir ki, mutlu olanın en mutlu olduğu an uyuduğu andır ve mutsuz olanın en mutsuz oldu- ğu ansa uyandığı andır. İnsanların kendilerini mutsuz hisset- tiklerinin, mutsuz olduklarının bir diğer kanıtı ise, insanın içinde fazlasıyla yer bulan kıskançlık duygusudur.
Genel olarak adaletsizlik, insafsızlık, sertlik ve kötülük insanın davranış biçimini şekillendirir. Bunun aksi nadiren görülür. Bu sebepledir ki, insanların saçmalıklarına değil, yasalara ve devlete ihtiyaç duyulur. Fakat yasaların kapsamadığı bir alan oldu mu, o alanda insanın kötülüğü ve umarsızlığı hemen çoğalır. Bunun tek sebebi ise insanın vazgeçemediği bencilliği ve kötülüğüdür.
Gerçek şudur: Alçak olmayı biz istiyoruz ve oluyoruz da. Şöyle ki; gerçek kötülüğün nedeni, insan denilen varlığın kendisidir. Homo homini lupus (İnsan insanın kurdudur; Plataus, Asinaria, 2, 495) Az önce yazdığım hakikati kabullenen biri, Dante’nin daha da abartarak söylediği “insan insanun şeytanıdır gerçeğini, dünyanın nasıl bir cehennem olduğunu görür. Çünkü insanlar, varoluşları itibarıyla şeytan olmaya yatkındırlar.
Çevremizdeki her şey, cehennemdeymişçesine kükürt kokmaktadır. Her şeyde bir eksiklik vardır. Hoş olan da, hoş olmayan da; her ne varsa, her zevk esiktir, yarımdır; her eğlence, rahatsızlığı- ni da beraberinde getirir; her rahatlama, sıkıntılarını kendisi çağırır; gün boyu görebileceğimiz tüm yardımlar, uzatılan tüm eller, bizi her an aslında yalnız bırakmaktadır; bastığımız basamakların her biri, birer birer kırılmaktadır; küçük büyük tüm kazalar hayatımızın tam da içinde yer alır. Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse, Harpyiler tarafından yemeği kirletilen Phineus’un durumunda değil miyiz? Fakat buna karşı iki seçeneğimiz var. Birincisi kurnazlık ve dikkat, ki bunlar öğrenilmez ve çoğunlukla bir ayıba dönüşür. İkinci olarak da, derin bir soğukkanlılığa sahip olmak; ki odur bizi koruyan kazalardan. Sakin olmalı ve öfkeyi yemeli.
Dünyada iyiliğin mi daha çok, kötülüğün mü daha çok olduğu konusunda konuşmak da pek anlamlı gözükmüyor zira. Çünkü, kötülüğün sadece var olması bile yeterlidir ve var olan bu kötülük ne yanındaki ne de uzağındaki iyilik tarafından yok edilebilir,

Mille piacer’ non vagliono un tormento?*

Çünkü binlerce kişinin mutluluk içerisinde yaşaması bile, bir kişinin ölüm işkencesi sırasında duyduğu acıyı yok edecek kadar büyük bir haz değildir. Yine aynı şekilde, şu anki mutluluğum, geçmişteki acılarımı dindirmek konusuna bu denli acizdir. Ola ki kötülük bundan kat be kat daha az olsaydı da, yine de kötülüğün sadece var olması bile yeterdi iyiyi yenmesine. Bu bile yeterli olacaktır genelde üstü kapalı anlatılan şu gerçeği görmemize: Varlığımıza sevinmekten çok üzülmez miyiz? Var olmamış olmayı varlığa yeğleme miyiz? Var olmamayı istememize rağmen, var olduğumu gerçeğiyle baş başa kalmaz mıyız hep? Byron’un bu konuyla ilgili ifadesi de gerçekten harikuladedir:

Hayatımız yanlış bir doğaya sahiptir, Şeylerin uyumunda olamaz, olmamalı bu hata;
Bu çürütülemeyen günah hastalığı,
Bu sonsuz upas ağacı, her şeyi zehirleyen işte bu ağaçtır.
Onun kökü topraktadır, yaprakları ve dalları var, var bulutlarda;
Salar acılarını çiy gibi, salar;
Salar hastalığı, ölümü; köleliği salar. Salar acı olarak hissettiğimiz o şeyleri;
Bundan kötü algılayamaz gözlerimiz o salınan şeyleri,
Ve iyileşmeyen ruhumuza onlar her gün biraz daha dolarlar. (Byron, Childe Harold, IV, 126)

*Bin kadar iyilik, bir kötülük değerinde bile değil. (Petrarka, Il canzoniere, Sonetto 195)

Saadet sadece bir rüyadan ibarettir der ve ekler: Tam seksen yılı bulan deneyimim bana bunu gösterdi. Şu düşüncenin içine dalmaktan ve onu düşünmekten öte bildiğim hiçbir şey yoktur ki; sinekler örümcekler tarafından, insanlarsa acılar tarafından yenilmek üzere vardırlar. (Voltaire, Lettre à M. le Marquis de Florian, Ferney, le 16 mars 1774)
Müteakiben, yaşamımız sadece madeni kuruşlarla yaptığımız ve yine de makbuz kesmek zorunda olduğumuz bir ödemeyle eşleşir; ona eştir. Yaşam geçirilen günler, ölüm ise makbuz sonrası gelendir. Son olarak da zaman tabiatın, içerisinde yaşayan varlıklar ve onlara biçtiği değerle ilgili hükmünü dillendirir:

Ve inanın ki her ne olduysa var,
Onların değeri çöker zamanla yerlere kadar.
Bu sebeple daha iyi olurdu, ah keşke hiç varolmasaydılar.
(Goethe, Faust I, 1339, Çalışma Odası)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir