Jean Dominique Bauby kitaplarından Kelebek ve Dalgıç kitap alıntıları sizlerle…
Kelebek ve Dalgıç Kitap Alıntıları
Benim tatsızlıklarla başa çıkma şeklim de
buydu: yorgunluktan bitene kadar dümdüz yürümek.
buydu: yorgunluktan bitene kadar dümdüz yürümek.
günlerini başkalarının
gözbebeklerini muayene ederek geçiren bu adam bakışlardaki anlamları görmeyi
bilmiyordu.
gözbebeklerini muayene ederek geçiren bu adam bakışlardaki anlamları görmeyi
bilmiyordu.
Ya göz doktoru hızını alamayıp sol gözümü, dış dünyayla olan tek bağlantımı, zindanımın tek penceresini, dalgıç başlığımın görüş camını da dikerse?
Acaba önceden sağır ve kör müydüm, yoksa insan, karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor?
Neyse ki barış dönemindeyiz. Kötü haber elçilerini kurşuna dizmiyoruz.
Şimdi dönüp baktığımda sanki tüm hayatım bu ucu ucuna kaçırdığım şeylerin bir listesi, sonunu bildiğim ama bir türlü kazanan tarafa oynayamadığım bir yarış gibi geliyor.
Acaba önceden sağır ve kör müydüm, yoksa insan, karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor?
Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var.
Sanatla,tarihle ve hayvanlarla ilgili sakin belgeselleri tercih ediyorum.
Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var.
Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para? Sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları. O zaman, ben gidiyorum.
Yersiz olmasına rağmen halâ “dergim” diyorum. Sanki sonundaki o iyelik eki beni dünyaya bağlayan hassas bir ipmiş gibi
Burada hareketsiz olan zamanın, orada deli gibi koşması tuhaf bir çelişki, değil mi? Küçücük dünyamda saatler uzuyor ama aylar şimşek hızıyla geçiyor. Ağustos ayında olduğumuza inanamıyorum.
Tüm bu şamatalardan uzaklaşıp kutsal sessizliği bulduğumda kafamın üstünde uçuşan kelebeklerin sesini dinleyebiliyorum. Bu oldukça büyük bir dikkat ve sükûnet gerektiriyor çünkü kanat çırpışlarını duymak çok çok zor. Biraz güçlü nefes aldığınızda sesi kaçırabilirsiniz. Bu son derece şaşırtıcı bir şey, işitme duyumda bir gelişme olmamasına rağmen onları giderek daha iyi duyuyorum. Kelebekler kadar hafif bir kulağım olsa gerek.
Dertli ailelerin ne tür felaketlere kadir olduğu hiç belli olmaz.
Şimdi dönüp baktığımda sanki tüm hayatım bu ucu ucuna kaçırdığım şeylerin bir listesi, sonunu bildiğim ama bir türlü kazanan tarafa oynayamadığım bir yarış gibi geliyor.
Başkalarının bakışlarından o kadar alışkınım ki, gözlerindeki küçük korku parıltılarını neredeyse fark edemiyorum. Ya da belki bu beni o kadar sarsmıyor. Felçten körelmiş yüzüme, hoş geldin gülümsemesi olmasını arzuladığım bir ifade takınmaya çalışıyorum.
O, yön duygusuna bir de son noktaya taşıdığı sadakatini ekler.
Acaba önceden sağır ve kör müydüm, yoksa insan, karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor?
Neyse ki barış dönemindeyiz. Kötü haber elçilerini kurşuna dizmiyoruz.
Benim dışımda hiçbir eksik yoktu. Ben ise başka bir yerdeydim.
Gizlice ağlayabiliyorum. Gözümün aktığını sanıyorlar.
Uzaklaşıyorum. Yavaş, fakat emin bir şekilde. Tıpkı bir denizcinin demir aldığı kıyıdan uzaklaşması gibi geçmişimden uzaklaştığımı hissediyorum. Eski hayatım hâlâ içimde alev alev yansa da, yavaş yavaş anıların küllere dönüştüğünü biliyorum.
Peki ya siz, genç insanlar, benim sonsuz yalnızlığıma yaptığınız bu yolculuktan sizin aklınızda ne kalacak?
Pürüzsüz bir gökyüzünü yansıtan gözlüklerinin ardında, parçalanmış hayatımıza ağlıyor
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
benim ise, ellerimi onun kalın telli saçlarının arasında gezdirmeye, ince tüylü ensesini avucumun içine almaya, yumuşak ve ılık küçük vücudunu kucaklamaya bile hakkim yok. Nasıl demeli? İçinde bulunduğum durum korkunç, iğrenç, adaletsiz. Birden artık daha fazla dayanamayacağımı hissediyorum. Yaşlar gözlerime doluyor ve boğazımdan Theophile’i ürperten, kuru bir kasılma sesi çıkıveriyor. Korkma, küçük adam, seni seviyorum.
Celeste kafamı çıplak kollarının arasına alıyor, boynumu sesli öpücüklere boğuyor ve sanki büyülü sözlermişçesine, “O benim babam, o benim babam,” diye tekrar ediyor. Babalar gününü kutluyoruz.
Uyumuştu. Hoşlanmadığı bir durum olduğunda kendini ani ve koruyucu bir uykuya bırakma yeteneği vardı. Beş dakikalığına veya birkaç saatliğine hayattan izin alıyordu.
Gece nerede uyuyacağını umursamadan ve o bilinmez yere hangi yoldan ulaşacağını bilmeden yola çıkmak için ya çok diplomatik olmak ya da bitip tükenmez bir kötü niyete sahip olmak gerekir.
Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var. Bir dosttan gelen mektup, bir kartpostalın üzerindeki Balthus tablosu, bir Saint-Simon6 sayfası çevirmek geçen zamana anlam katıyor. Yine de tetikte olmak ve ılık bir teslimiyete kapılmamak için bir parça hiddet, bir parça nefret barındırıyorum içimde, ne az ne çok; tıpkı bir düdüklü tencerenin patlamasını önleyen supap gibi.
Bilincimi yeniden kazandığım ocak ayının sonundaki o sabah bir adam üzerime eğilmiş, sağ göz kapağımı bir iğne ve iplikle tıpkı bir çift çorabı yamar gibi dikiyordu. Mantıksız bir korkuya kapıldım. Ya göz doktoru hızını alamayıp sol gözümü, dış dünyayla olan tek bağlantımı, zindanımın tek penceresini, dalgıç başlığımın görüş camını da dikerse? Neyse ki karanlığa hapsolmadım.
Kaçmayı istesem de yakaladığım tarifsiz bir uyuşukluk tek bir adım atmama bile müsaade etmiyor. Bir heykel, bir mumya, bir vitrin mankeni gibiyim. Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile, onu açmaya gücüm yok. Tek korkum bu da değil. Gizemli bir tarikatın rehinesi olarak arkadaşlarımın da aynı tuzağa düşmesinden endişeleniyorum. Onları uyarmak için her yolu deniyorum ama rüyam gerçeklikle mükemmel bir uyum içinde. Tek kelime edemiyorum.
Genelde rüyalarımı hatırlamam. Gün doğduğunda senaryonun ucunu kaçırmış olurum ve görüntüler merhametsizce yok olur. Peki, neden bu Aralık rüyaları bir lazer ışını netliğinde hafızama kazındı? Belki de bu, komaya girmenin bir kuralıdır. Gerçekliğe dönemediğimiz için rüyaların buharlaşma lüksü olmuyordur da kesik kesik ilerleyen uzun bir görüntü oyunu oluşturmak için arka arkaya birikiyorlardır.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kaderin fermanını tersine çevirmek için şimdi aklımda, kilit karakterin bir felçliden ziyade bir atlet olduğu büyük bir destan var. Hiç belli olmaz. Belki işe yarar.
Cevap vermeyeceğini çok iyi bildiğiniz oğlunuzla konuşmak kolay olmasa gerek.
Sevgili Florence, eğer Sandrine’in kulağıma tuttuğu ahizeye gürültülü bir şekilde nefesimi vermezsem konuşmuyor. Hattın öbür ucunda, “Jean-Do, orada mısın?” diye endişeleniyor.
Söylemeliyim ki, kimi zaman bunu ben de tam olarak bilmiyorum.
Söylemeliyim ki, kimi zaman bunu ben de tam olarak bilmiyorum.
Tükenmeyen duyu haznesi Artanları kullanma sanatı vardır. Ben de hatıraları özenle anımsıyorum. Hatıralarımı canlandırırken istediğim saatte, teklifsiz masaya oturabilirim. Eğer restorandaysak, rezervasyona gerek yok. Eğer yemeği ben pişiriyorsam her zaman başarılı oluyorum.
Ben de bizi yanlış yola daldıran acemilerin bilgisizliği karşısında sabır göstermeyi alışkanlık edindim. Ne de olsa bu tür durumlar, binanın bilmediğim bir yerini keşfetmem, yeni yüzler görmem, geçerken mutfaktan gelen bir kokunun tadını çıkarmam için birer fırsat olabilir. Komanın puslu dünyasından çıkmamdan hemen sonra beni tekerlekli sandalyeye ilk bindirdiklerinde deniz feneriyle de böyle karşılaşmıştım. Yolumuzu şaşırıp bir merdiven boşluğundan saptığımızda görünmüştü: güreş mayolarını andıran kırmızı beyaz çizgili kıyafetiyle ince uzun, sağlam ve güven vericiydi. Kendimi hemen denizcilere olduğu kadar birer yalnızlık kazazedesi olan hastalara da göz kulak olan bu kardeşlik abidesinin korumasına bıraktım.
O anda, aklımı yitirmişim gibi tuhaf bir neşe her yanımı kapladı. Sadece sürülmekle, dilsiz, yarı sağır edilip, tüm zevklerden mahrum bırakılmakla ve bir denizanası gibi yaşamaya mahkûm edilmekle kalmamıştım; aynı zamanda korkunç da görünüyordum. Felaketlerin artışını tetikleyen delice bir kahkahaya tutulmuştum ki bunu bir şaka olarak algılamaya karar verdik.
Benim alfabem bir alfabeden ziyade, harflerin Fransızcada kullanılma sıklığına göre oluşturulmuş farklı bir sıra. Dolayısıyla çok kullanılan E harfi en önde hoplayıp zıplarken W gruptan kopmamak için sıkıca tutunmuş. B harfi, sürekli karıştırıldığı V’nin yanına gönderildiği için küsmüş. Burnu havada J3, onca cümle onunla başlamasına rağmen bu denli uzakta kaldığına şaşırmış. H yüzünden yerinden olan koca G de suratını asmış. Her zaman canciğer olan T ve U ise ayrılmadıkları için son derece keyifliler.
Tıpkı banyo yaptığım zamanlarda olduğu gibi, bu eski giysiler de hafızamda acı verici izler açabilirdi. Oysa ben bunlarda, devam eden bir hayatın izlerini ve hâlâ kendim olma isteğimi görüyorum. Eğer salyam akacaksa en azından bu kumaşın üzerine aksın.
Tıpkı nöroloğumun dediği gibi: “Çok sabırlı olmak gerekiyor.”
İnsanın bu cehennem tuzağına düşme şansı lotoda büyük ikramiyeyi kazanma şansıyla eşdeğerdir, tabii bunun hiçbir avutucu yanı yok.
Artık büyük planlar yapmıyordum ve kazamdan bu yana etrafımda bir şefkat barajı oluşturan arkadaşlarımı sessizlikten kurtarmıştım.
Bir anda korkutucu gerçek önümde belirmişti. Bir atom bombasının patlaması gibi yok edici, kör ediciydi. Bir giyotinin bıçağından daha keskindi.
Tıpkı acemi bir boğa güreşçisinin, usta bir boğa güreşçisine dönüşmesi gibi, ben de, durumu henüz kesinleşmemiş bir hasta statüsünden mezun olup, bir engelliye dönüşmüştüm. Bunun için beni alkışlamadılar ama olsun
Onları üzerime geçirmek bir kâbus olmasaydı ya da yalnızca bana acı çektirmeye yarayan bu güçsüz ve harap bedene, sayısız kıvranmanın ardından geçiriliyor olmasalardı, o sarı naylon hastane kıyafetinden kurtulup kareli bir gömlek, eski bir pantolon ve şekilsiz bir kazak giymekten gerçekten de memnun olabilirdim.
Serseri zihnimin şimdiden binlerce projesi vardı: bir roman, seyahatler, bir tiyatro oyunu ve kendi icadım olan bir meyve kokteylinin tanıtımı. Bana tarifini sormayın, unuttum.
İnsan karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor?
Ben de bizi yanlış yollara daldıran acemilerin bilgisizliği karşısında sabır göstermeyi alışkanlık edindim..
Simsiyah bir sinek burnuma konuyor. Uçsun diye kafamı sallıyorum. O ise daha sıkı tutunuyor. Olimpiyat oyunlarında seyrettiğim güreş müsabakaları bile bu denli zorlu değildir.
Hiçbir şey bilmemesine rağmen çok şey söyleyen yüz ağızlı ve bin kulaklı şehir beni zaten gözden çıkarmıştı.
Uzaklaşıyorum. Yavaş, fakat emin bir şekilde. Tıpkı bir denizcinin demir aldığı kıyıdan uzaklaşması gibi geçmişimden uzaklaştığımı hissediyorum. Eski hayatım hâlâ içimde alev alev yansa da, yavaş yavaş anıların küllere dönüştüğünü biliyorum.
Bir reklam şu soruya cevap vermemizi öneriyor: Zengin olmak için mi yaratıldınız?
Hırslı ve biraz da alaycı olan, bu zamana kadar hiçbir başarısızlığı olmayan Bay L. ıstırabı öğrenir, kesin gözüyle baktığı her şeyin yıkıma uğradığını görür ve yakınlarının aslında birer yabancı olduğunu keşfeder.
Yine de tetikte olmak ve ılık bir teslimiyete kapılmamak için bir parça hiddet, bir parça nefret barındırıyorum içimde..
“Çift mi görüyorsunuz?” sorusuna, “Evet, bir yerine iki geri zekalı görüyorum,” cevabını vermenin masum ve yegâne zevkini tadamayacağım.
..rüyam gerçeklikle mükemmel bir uyum içinde. Tek kelime edemiyorum.
Hayatım sonunu bildiğim ama bir türlü kazanan tarafa oynayamadığım bir yarış gibi geliyor.
~
~
Sokaklar yaz ile süslenmiş olmasına rağmen benim için her zaman kıştı
~
~
Reklamlar var.
Bir reklam şu soruya cevap vermemizi öneriyor:
Zengin olmak için mi yaratıldınız ?
~
Bir reklam şu soruya cevap vermemizi öneriyor:
Zengin olmak için mi yaratıldınız ?
~
Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var.
~
~
Acaba önceden sağır ve kör müydüm, yoksa insan karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor?
Her şey gri, sessiz ve bitikti: gökyüzü, insanlar
bugün burada daha çok yaşın getirdiği dertlerle, vücudun ve zihnin amansız çöküşüyle savaşılıyor.
“Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para? Sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları.”
Bir heykel, bir mumya ,bir vitrin mankeni gibiyim. Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile onu açmaya gücüm yok.
Bir heykel, bir mumya ,bir vitrin mankeni gibiyim. Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile,onu açmaya gücüm yok
Yoksa insan, karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor ?
Benim dışımda hiçbir eksik yoktu. Ben ise başka bir yerdeydim.
Sokaklar yaz ile süslenmiş olmasına rağmen benim için her zaman kıştı.
Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile,onu açmaya gücüm yok.
insan, karşısındakinin gerçek yüzünü görmek için felaketin keskin ışığına mı ihtiyaç duyuyor?
Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır?
~SON~
~SON~