Kadı İyaz kitaplarından Şifa-i Şerif Şerhi 3 kitap alıntıları sizlerle…
Şifa-i Şerif Şerhi 3 Kitap Alıntıları
Çünkü gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.
İnsana nisyânından (unutmasından) dolayı insan denmiştir. Zaten ilk nisyan eden (unutan) de ilk insandır.
Bir padişahın iki nedimi varmış, birine diğerinden fazla maaş verirmiş. Dostları bunun sebebini sorduklarında, Aralarındaki farkı siz de görün! diyerek, önce daha az maaş verdiği nedimini çağırmış ve ona: Bu gece bir rüya gördüm, ağzımdaki bütün dişler dökülmüştü, bunun anlamı nedir? diye sormuş. Adam, Padişahım çok üzüldüm, bütün yakınlarınız sizden önce ölecek, siz de onların acısına katlanacaksınız! demiş. Padişah onu gönderdikten sonra daha fazla maaş verdiği tâbircisini çağırmış, ona da aynı rüyayı anlatmış. O da rüyâyı şöyle tâbir etmiş: Padişahım çok güzel bir rüya görmüşsünüz, siz yakınınızdaki bütün insanlardan daha çok yaşayacaksınız. Padişah meraklı dostlarına “Gördüğünüz gibi aynı şeyi söylediler ama söyleyiş tarzları ne kadar farklıydı değil mi? demiş.
Malik ibni Dinar’ın çok güzel hattı vardı. Kur’an-ı Kerim yazarak geçimini sağlardı. Bir gün evine hırsız girdi fakat çalacak bir şey bulamadı. Malik hırsıza:Dünyalık bulamadın, ahiretlik bir şey ister misin? diye sordu. Onun kabul etmesi üzerine abdest alıp iki rekat namaz kılmasını söyledi. Sonra birlikte mescide gittiler. Ona hırsızın kim olduğunu soranlara: Çalmaya geldi, biz onu çaldık! dedi.
O öyle cömert bir Allah’tır ki, Kendisine ümit bağlayan kulunu eli boş çevirmez. Lütfundan mahrum ettiğine de hiçbir kimse yardım edemez. O, Kendisine samimiyetle yönelenlerin duasını da asla reddetmez.
Lokman aleyhisselam’ın oğluna verdiği ögütte şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Yavrucuğum! Altın ve gümüş ateşte yanarak kirinden arınır; mü’min ise dert ve sıkıntı çekerek günahlarından arınır.
Cenab-ı Hak bir kulu sevince, onun ağlayıp inleyerek duâ ettiğini duymak için başına sıkıntı verir.
Ey okuyucu! Allah beni de seni de rızasına uygun işler yapmaya muvaffak kılsın! Şunu bilmelisin ki , Cenab-ı Hakk’ın yaptığı her iş adildir; bütün söyledikleri doğrudur, O’nun sözlerini kimsenin değiştirmesi mümkün değildir.
O, kullarını imtihan edip dener. Bu gerçeği şu ayet-i kerîmelerde dile getirmiştir:
Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur.
Peygamberlerin en büyük arzusu Allah’ın rızasını kazanmak, ahiret nimetlerini elde etmektir. Onlar dünya saltanatının değersiz olduğunu, dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri bulunmadığını iyi bilir. Nitekim Peygamber Efendimiz: Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi. buyurmuştur.
Resulullah Efendimiz’in, sahabilerinin yaptığını gördüğü bir davranışı veya duyduğu bir sözü yasaklaması veya o sözün ve davranışın yanlış olduğunu söylememesi, o sözü söylemekte ve o işi yapmakta herhangi bir sakınca bulunmadığını gösterir. Resulullah Efendimiz’in böyle şeyleri görüp onaylamasına takrîr denir.
Cenâb-ı Mevlâ, “herkesin dünyada iken yaptığı iyiliği karşısında hazır bulduğu kıyâmet gününde” (Âl-i İmrân 3/30) Şifâ-i Şerifi, hem bizim, hem de onun okunmasına hizmet edenler için, Kendi rızâsını kazanmaya, dünya ve âhiret saadetini elde etmeye vesîle kılsın. Şifâ-i Şerif sebebiyle bizleri, Peygamber Efendimiz’in yakın ashâb ve etbâının zümresine ilhâk eylesin. Bizleri, Peygamber aleyhisselâmın şefâatine nâil oldukları için, hesaba çekilmeden, Cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l-eymen’den içeri gireceklerle birlikte Cennet’ine koysun.
Cenâb-ı Hak, bu kitapta Kendi rızâsını kazanmak için yapılan gayretleri lütfedip kabul buyursun. Bu eseri başkalarının da takdirini kazanmak için güzel bir üslûpla yazmak düşüncesiyle, rızâsı dışında bir hedefim olmuşsa, lütfen kusurlarımı affeylesin. Kullarının arasından seçip vahyini kendisine emânet ettiği Resûl-i Ekrem’inin şan ve şerefinin yüceliğini belirtmek, faziletlerini ve kendine mahsus özelliklerini ortaya koymak için rahatı ve istirahatı bir yana bırakarak, birçok kitâbı okuyup incelemek ve onlar üzerinde uzun uzun düşünmek sûretiyle yaptığım bu çalışmanın hâtırına, riyâ ve gösteriş kabilinden kusurlarımı bağışlasın. Habîbinin yüce şerefini koruyup gözetmemize bakarak, bizi Cehennem ateşinden muhâfaza buyursun.
“Ashâbıma sövmeyiniz! Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, biriniz Allah rızâsı için Uhud dağı kadar altın verse, onlardan birinin verdiği iki avuç, hattâ yarım avuç sadakasına yetişmez.
Buhârî, Fezâilü ashâbi’n-nebî 5, nr. 3673; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 221-222, nr. 25402541
İmâm Mâlik şöyle demiştir:
“Bir kimse Peygamber Efendimiz’in ashâbından birine, meselâ Hz. Ebû Bekir’e ya da Ömer’e veya Osmân’a yahut Muâviye bin Ebî Süfyân’a yahut da Amr ibni Âs’a sövüp sayarsa, söz gelimi ‘Onlar doğru yoldan ayrılmışlar, inkârcı olarak ölmüşlerdir’ derse, öldürülür.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Asla ashabım aleyhinde konuşmayınız. Ashabım aleyhinde konuşmaktan şiddetle sakınınız. Benden sonra onlara kesinlikle laf dokundurmayınız. Onları seven, sırf bana olan sevgisi dolayısıyla onları sever. Onlara düşmanlık eden, bunu sırf bana düşmanlık beslediği için yapar. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edenin ise, çok geçmeden Allah belâsını verir.”
Tirmizî, Menâkıb 58, nr. 3862.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Kur’ân-ı Kerîm hakkında çekişmek (cidâl) küfürdür.”*
Hadîs-i şerîfteki “mirâ”’ kelimesi, “şüphe etmek” ve “çekişmek” diye açıklanmıştır.
*Ebû Dâvûd, Sünnet 4, nr. 4603; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 286, 300, 424, 475, 503, 528.
Ey okuyucu! İslâm âlimleri, şu kimselerin kâfir olduğunda görüş birliği etmiştir:
Kur’ân-ı Kerîm’i ya da Mushaf-ı şerîfi veya Kur’an’daki bir bilgiyi hafife alan,
Kur’an’a ve mushafa sövüp hakaret eden yahut da onu inkâr eden, Kur’an’ın bir harfini, bir âyetini inkâr eden, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilerin aslı olmadığını iddia ederek onları yalanlayan, Kur’an’da ve mushafta açıkça belirtilen bir hükmü, bir haberi yalanlayan, Kur’ân-ı Kerîm’in var olmadığını söylediği bir şeyin var olduğunu,
var olduğunu söylediği bir şeyin de yok olduğunu şuurlu bir şekilde ileri süren,
Kur’an’ın haber verdiği bir şeyde şüphe eden.
“Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi terketmesi, kişinin iyi Müslüman olduğunu gösterir.”
Tirmizî, Zühd 11, nr. 2317; İbni Mâce, Fiten 12, nr. 3976.
Hz. Âişe’nin haber verdiğine göre bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin huzûruna gelip oturdu ve:
“Yâ Resûlallah! Benim iki kölem var; bana yalan söylüyor, ihânet ediyor, emirlerime karşı geliyorlar; ben de onlara sövüp sayıyor, dayak atıyorum; onlarla benim durumum nedir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde onların sana olan ihânetleri, karşı gelmeleri, yalan söylemeleri ile senin onlara verdiğin cezâ hesap edilecek; eğer onlara verdiğin cezâ onların suçları kadarsa, karşılıklı olarak bir alıp vereceğiniz yoktur. Eğer senin onlara verdiğin cezâ onların suçunI dan daha az ise, senin onlardan alacağın var demektir, Şâyet onlara verdiğin cezâ hak ettiklerinden daha fazlaysa, o fazlalık kısas yoluyla senden alınacaktır” Bunun üzerine adam bir köşeye çekildi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona: “Sen ‘Kıyâmet gününde Biz adâlet terazilerini kuracağız’1 âyetini okumuyor musun?” buyurdu. O zaman adam:
“Vallahi Ya Resûlallah! Anlaşılan benim için de onlar için de hayırlı olan, kendilerinden ayrılmaktır. Şâhit olun ki, ben onların hepsini azat ediyorum.” dedi.2
1. Enbiyâ 21/47.
2. Tirmizî, Tefsîr 21/2, nr. 3165; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, VI, 280
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Cennet ya da Cehennem diye bir şey olmadığını söyleyen, öldükten sonra dirilmeye inanmayan veya insanların hesaba çekilmesi hâdisesini yahut kıyameti inkâr eden kimse de İslâm âlimlerinin görüş birliği ile kâfirdir; çünkü bu konuların varlığı Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerle bildirilmiş ve onlar inkâr edilmesine imkân bulunmayan (mütevâtir) bir yolla sağlam bir şekilde geldiğinde İslâm âlimleri görüş birliği etmiştir.
Allah Teâlâ “Bilmiyorsanız bilenlere sorun.”1 âyet-i kerîmesiyle; Resûlullah Efendimiz de “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” 2, “Cehâletin ilâcı sormaktır.”3 hadîs-i şerifleriyle bilinmesi farz ve zarurî olan bilgileri bilmek gerektiğine işaret buyurmuşlar ve “bilmiyorum” demenin mâzeret sayılamayacağını göstermişlerdir.
1. Nahl 16/43; Enbiyâ 21/7.
2. İbni Mâce, Mukaddime 17, nr. 224.
3. Ebû Dâvûd, Taharet 125, nr. 336.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanları kâfirlere benzemekten şiddetle sakındırdığı için, çocukların üşülünce tıraş edilmesini tavsiye eder, onlar gibi başın bir kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmayı doğru bulmazdı. Bir gün saçının bir kısmı tıraş edilmiş bir kısmı bırakılmış bir çocuk gördüğünde, yakınlarını böyle yapmaktan sakındırmış: “Ya hep tıraş edin ya hep bırakın!” buyurmuştu.
(Buhârî, Libâs 72, nr. 5920, 5921; Müslim, Libâs 113, nr. 2120; Ebû Dâvûd, Tereccül 14, nr. 4193-4195).
İslâmiyet’ten başka bir dine inananı kâfir saydığımız gibi, diğer dinlere inananları kâfir saymayanı veya bu konuda şüphesi ve tereddüdü bulunanı yahut onların dinlerinin de geçerli olduğunu ileri sürenleri de kâfir kabul ederiz.
Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’in son peygamber olduğunu şöyle ifâde buyurmuştur: “Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Elçisi’dir ve bütün peygamberlerin sonuncusudur.”1 Onun bütün insanlara peygamber olduğunu da şöyle belirtmiştir:
“Biz seni bütün insanlara elçi gönderdik.”1 2 “Biz seni bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyor.”3 Resûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Bir Peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi; ben ise bütün insanlara gönderildim.”4
1. Ahzâb 33/40.
2. Nisa 4/79.
3. Sebe’ 34/28.
4. Buhârî, Teyemmüm 1, nr. 335, Salât 56, nr. 438; Müslim, Mesâcid 3, nr. 521.
Erûsîler (Erûsiyyûn); Allah’ın birliğine inanan, Hz. İsa’nın Rab değil bir kul ve bir peygamber olduğunu kabul eden bir mezheptir. Bu mezhebin kurucusu Arius (280-336 milâdî), diğer Hıristiyanların aksine tevhîd inancına sahip olduğu için Bizans devleti ve kilise onunla uzun zaman uğraşmıştır. Arius, Cenâb-ı Hakk’ın kadîm, ezelî ve ebedî olduğunu, O’nun hiçbir ortağı bulunmadığını, Hz. îsâ’yı yoktan yarattığını, hiçbir zaman baba olmadığını ısrarla belirtmiştir (Ebü’l-Hasen en-Nedvî, Rahmet Peygamberi, s. 270-274).
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Ashâb-ı kirâmdan Zeyd ibni Hâlid el-Cühenî şöyle demiştir: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Hudeybiye’de geceleyin yağan yağmurdan sonra bize sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra yüzünü cemaate döndü ve onlara: “Azîz ve Celîl olan Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar da: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diye cevap verdiler. Allah’ın Elçisi sözüne şöyle devam etti: “Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: ‘Kullarımın bir kısmı bana îmân ederek, bir kısmı da beni inkâr ederek sabahı etti. ‘Allah’ın lütfü ve rahmeti sâyesinde bize yağmur yağdı’ diyenler bana îmân etti ve yağmurun yağmasında yıldızın bir etkisi bulunmadığını söyledi. Ancak ‘Falan ve falan yıldızın doğup batması sebebiyle üzerimize yağmur yağdı’ diyenler ise Bana îmân etmedi, yıldıza îmân etti.”
Buhârî, Ezan 156, nr. 846, Küsûf 28, nr. 1038, Megâzî 35, nr. 4147; Müslim, îmân 125, nr. 71.
“Elbette şeytan, içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.”
Mâide 5/91
“Hiçbir şey O’na benzemez. ” Şûra 42/11
Rivâyet edildiğine göre İmâm Mâlik şöyle demiştir: “İnançlarını İlâhî vahye göre değil de beşerî görüş ve arzularına göre oluşturan fırkaların (ehl-i ehvâ’nın) hepsi kâfirdir.”
“Mumin bir köle, özgür bir müşrikten hayırlıdır. Bu müşrik hoşunuza gitse bile.”
Bakara 2/221
Sabîğ ibni İsl, Temim kabilesine mensup biriydi. Hz. Ömer devrinde Medine’ye geldi ve Hâricîler gibi Kuran-ı Kerîm’in müteşâbih âyetleri ve benzeri konular üzerinde konuşmaya ve onları soruşturmaya başladı. Hz. Ömer bunu duydu ve onu huzûruna getirtti. Yanına da hurma ağacından kesilmiş dallar koydu ve ona “Sen kimsin?” diye sordu. O da “Ben Allah’ın kulu Sabîğ’im” diye cevap verdi. Hz. Ömer “Ben de Allah’ın kulu Ömer’im” dedi. Sonra ayağa kalktı, yanındaki hurma dalıyla adamın kafasına vurup yardı. Başının kanı
yüzüne doğru akana kadar vurmaya devam etti. Sabîğ: “Artık yeter ey müminlerin emiri! vallahi kafamdaki o düşünceler tamamen gitti”
Dârimî, Mukaddime 19, nr. 146; Müttakı el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, (Sekkâ), II, 334.
“Rey taraftarları”, diğer bir söyleyişle “ehl-i rey” veya “ashâbü’r-rey” denince, bununla hicrî ikinci (milâdî sekizinci) yüzyıldan itibâren Küfeli fıkıhçılar kastedilmiştir. Onlar, hakkında âyet ve hadis bulunmayan fıkhî konuları belli metodlar kullanarak çözdükleri için bu adla anılmışlardır. Ünlü Şâfiî âlîmi İmâm Nevevî, Horasanlı âlimlerin, “ehl-i rey” veya “ashâbü’r-rey” terimleriyle Hanefî mezhebi ulemâsını kasdettiklerini söylemiştir.
Namazın farz olmadığına inanan kimse, bütün mezheplere göre kâfir kabul edilir.
Kendine sövüldüğü zaman kızıp da, Allah’a sövüldüğü zaman kızmayan kimse her şeyden önce insan değildir.
Onun sadece adını anarken bile hürmette, ta’zimde, yüceltmede aslâ kusur etmemek gerektiğine göre, onun hâllerinden, sözlerinden bahsederken ne kadar saygılı olmak gerektiğini artık sen kıyâs et!
Güzel ve kusursuz bir ifâde, yerine göre sözü çirkinleştirir, yerine göre güzelleştirir. Gözden geçirilmiş, fazlalıklardan arındırılmış bir söz; basit bir şeyi çok değerli, önemli bir şeyi önemsiz hâle getirebilir. İşte bu sebeple Fahr-i Âlem Efendimiz “Öyle güzel söz vardır ki, insanı âdatâ büyüler.” buyurmuştur.1
1. Buhârî, Nikâh 47, nr. 5146, Tıb 51, nr.5767. Bu hadîs-i şerîfin tamamı için bk. III, 376.
Bir padişahın iki nedimi varmış, birine diğerinden fazla maaş verirmiş. Dostları bunun sebebini sorduklarında, Aralarındaki farkı siz de görün!” diyerek, önce daha az maaş verdiği nedimini çağırmış ve ona: “Bu gece bir rüyâ gördüm, ağzımdaki bütün dişler dökülmüştü, bunun anlamı nedir?” diye sormuş. Adam, “Padişahım çok üzüldüm, bütün yakınlarınız sizden önce ölecek, siz de onların acısına katlanacaksınız!” demiş. Padişah onu gönderdikten sonra daha fazla maaş verdiği tâbircisini çağırmış, ona
da aynı rüyâyı anlatmış. O da rüyâyı şöyle tâbir etmiş: “Padişahım çok güzel bir rüyâ görmüşsünüz, siz yakınımızdaki bütün insanlardan daha çok yaşayacaksınız” Padişah meraklı dostlarına “Gördüğünüz gibi aynı şeyi söylediler, ama söyleyiş tarzları ne kadar farklıydı değil mi?” demiş.
Selef âlimlerinin büyük çoğunluğundan, hattâ hepsinden nakledildiğine göre onlar dini yaşayıp uygulamakla ilgisi olmayan hadisleri halkın yanında söz konusu etmeyi uygun görmezlerdi. Öyleyse Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu tür hadisleri niçin söylemiştir diye sorulacak olursa, bunun cevabı şudur: Peygamber Efendimiz bu tür hadisleri Arapça’yı mükemmel surette bilip anlayan, bu dilin mecâzını, istiâresini, fesâhat ve belâgatını, icâzını çok iyi kavrayan Arapların yanında söylemiştir. Bu tür hadislerde onların anlamadığı bir kelime, bir ifâde yoktu. Daha sonraları Arap toplumu, Arap olmayan kavimlerle kaynaştığı için, Arapça’nın edebî inceliklerini bilmeyen, kinâyeli ve ta’rîzli ifâdeleri kavramayan, sadece açık bir şekilde söylenen sözleri anlayabilen bir nesil geldi. Onlar da müteşâbih hadisleri anlamadıkları için, kimi bunları tevil edip îmânını kurtardı, kimi de dış görünüşüne saplanıp kâfir oldu.
İmâm Mâlik, Allah ona rahmet eylesin, teşbihi andıran (te’vile ihtiyaç duyulan) ve anlaşılması zor olan hadislerin rivâyet edilmesini uygun görmemiş, “Böyle hadisleri rivâyet etmeye insanları yönelten sebep nedir?” diye sormuştur. Ona: “Böyle hadisleri tebe-i tâbiîn âlimlerinden İbni Aclân (v. 148/765) rivâyet ediyor.” dediklerinde de: “O fakih değildir.” demiştir.
“Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.”
Tirmizî, Zühd 13, nr. 2320; İbni Mâce, Zühd 3, nr. 4110
Resûlullah Efendimiz giyim kuşam konusunda mütevâzı olanlara şu müjdeyi vermiştir:
“Bir kimse, gücü yettiği hâlde alçak gönüllü davranarak şatafatlı ve gösterişli elbise giymeyi terkederse, Allah kıyâmet gününde o insanı mahlûkâtının en başında huzûruna çağırır ve onu îmân ehlinin giyeceği elbiselerden dilediğini giymekte serbest bırakır.”
Tirmizî, Sıfatui-kıyâme 39, nr. 2481
Okuyup yazmamış, bir hocadan faydalanmamış, mektep medrese
görmemiş bir kimsenin Kur’ân-ı Kerîm gibi benzerini kimsenin ortaya koyamayacağı bir kitâbı getirmesi son derecede şaşılacak ve ibret alınacak bir durumdur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in “ümmî” diye anılması onun için bir kusur değildir; çünkü okuyup yazmanın mânası bilgi sahibi olmaktır. Okuyup yazmak bir amaç değildir, okuyup yazmak insanı bilgiye götüren bir araçtır. Okuyup yazmanın kazandıracağı bilgi elde edildikten sonra araca gerek yoktur.
“Sen, bu Kur’an’dan evvel ne bir kitap okuyordun, ne de onu elinle yazıyordun! Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar şüpheye düşerdi.” (Ankebût 29/48)
Münker ve Nekîr, kabirde insanları: “Rabbin kim? Peygamberin kim? Hangi dindensin?” diye inancını öğrenmek üzere sorguya çekecek olan meleklerdir. Onların yüzü bütün meleklerin yüzü gibi güzeldir; fakat insanların karşısına onları imtihân etmek için değişik bir yüzle çıkmalarından dolayı, kendilerine, “tanınmayan kimse, kalplere korku salan” anlamında Münker ve Nekîr denilmiştir.
Mâlikî âlimi Ebû Muhammed ibni Ebî Zeyd el-Kayrevânî’nin (v. 389/999) en-Nevâdir adlı eserinde hadis hâfızı ve fakih İbni Ebî Meryem’in naklettiğine göre, bir kimse bir başkasını fakirliği dolayısıyla ayıpladı. O da “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bile koyun gütmüşken1 sen beni fakir olduğum için mi ayıplıyorsun?” dese, bu adamın durumu nedir diye İmâm Mâlik’e soruldu. O da şunu söyledi: “Bu adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi uygun olmayan bir yerde anarak ona üstü kapalı bir şekilde hakaret etmiştir; bu yüzden onun mutlaka terbiyesi verilmelidir. ”
Genellikle şâirler her sahada söz söyler; ölçüsüzce övgü ve yergiye dalar; bir gün övdüklerini ertesi gün yerer, yerdiklerini de överler. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz mânevi değerleri yücelten şiirleri tasvip etmiş, şâirleri İslâm karşıtları aleyhinde şiir söylemeye teşvik etmiş ve “insanın kendini zehirleyecek şeylerle midesini doldurmasını, rûhunu perişan edecek şiirlerle hâfızasını doldurmasına” tercih etmiştir. 2 Resûl-i Ekrem Efendimiz güzel şiiri beğendiğini de şöyle dile getirmiştir: “Öyle güzel söz vardır ki, insanı âdetâ büyüler; öyle güzel şiir vardır ki, hikmetin tâ kendisidir.”3
2.Buhârî, Edeb 92, nr. 6154, 6155; Müslim, Şiir 7-9, nr. 2257.
3. Buhârî, el-Edebü’l-müfred (Elbânî), s. 303-304, nr. 872.
Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâdan rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Pazara gelen köylüleri yolda karşılayıp mallarını satın almayın! Şehirli, köylü nâmınaonun malını satmasın! (Ona simsarlık yani komisyonculuk etmesin!).”
(Buhârî, Büyû‘ 68, 71, nr. 2158, 2163; Müslim, Büyû‘ 18, 19, nr. 1520, 1521).
Peygamber Efendimiz, hem üreticinin malını ihtiyaç sahiplerine arzetmesini ve böylece piyasanın oluşmasını uygun görmekte, üretici malını kendisi sattığı takdirde şehir ahalisi bu malı daha ucuza alabileceği düşüncesiyle toplumun hakkını korumakta, hem de simsarın köylünün malını ucuza kapatmasını önlemektedir.
Mâlikî fakihi Muhammed ibni Sahnûn (v. 256/870) şöyle demiştir:
“Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Allah’tan vahiy yoluyla alıp ortaya koyduğu kitabın bir harfinde şüphe eden kimse inatçı kâfirdir.”
Ben peygamberim diyen kimse şu âyet-i kerîmeyi de inkâr etmiş olur: “Muhammed bütün peygamberlerin sonuncusudur.”
Ahzâb 33/40
Bir kimsenin Resûl-i Ekrem’e hakaretten vazgeçmemesi, onun peygamberliğini yalanlaması, kendisinin açıkça kâfir olduğunu gösterir veya onunla alay etmiş ve onu yermiş olur. Bir şahsın Peygamber aleyhisselâm ile alay edip onu yerdiğini itiraf etmesi ve bundan dolayı tövbe etmemesi, yaptığı bu işi helâl gördüğünü ortaya koyar ki, bu da bir küfürdür; dolayısıyla o kimse de kesinlikle kâfirdir.
“Mü’min kul dünyanın çilesinden ve yorgunluğundan kurtulup Allah’ın rahmetine kavuşur. Günahkâr kuldan ise insanlar, şehirler, ağaçlar ve hayvanlar kurtulup rahata erer. ”
Buhârî, Rikâk 42, nr. 6512; Müslim, Cenâiz 61, nr. 950
Fazl ibni Abbâs, Mekke’nin fethinde bulundu. Huneyn Gazvesi’nde Müslümanlar bozguna uğradığı zaman, Peygamber Efendimiz’in yanından ayrılmayıp onu koruyanlardan biriydi. İki Cihan Güneşi Veda Haccı’nda onu Müzdelife’den Mina’ya kadar devesinin terkisinde götürdü. O günden sonra Fazl, nail olduğu bu meziyet sebebiyle “Ridfü Resûlillâh” lakabıyla anıldı. Fazl, yakışıklı bir delikanlıydı. Veda Haccı günü gözü bir kıza takıldı. Fahr-i Âlem Efendimiz birkaç defa eliyle onun yüzünü başka tarafa çevirdi ve ona: “Yeğenim, bu öyle bir gündür ki, bu günde gözüne, kulağına ve diline hâkim olanın günahlarını Allah bağışlar” buyurdu. Fazl, Efendimiz’in son hastalığında, Hz. Ali ile birlikte koluna girerek Resûl-i Ekrem’i mescide çıkardı; vefatı sırasında onun yanında bulundu ve cenazesi yıkanırken suyunu döktü. Kaydedildiğine göre Fazl, henüz yirmi iki yaşında iken, Hz. Ömer devrinde yapılan bir savaşta şehid düştü.
Hastalıklar ölümün habercisidir; hastalık ne kadar çok olursa, uyarısı da o nisbette fazla olur. Hastalığa yakalanan mü’min, sâlih ameller yaparak ve her türlü zevkten uzak durarak âhirete hazırlanır ve Rabbine kavuşmak için hazırlanmak gerektiğini bilir; elem ve sıkıntı yurdu olan dünyadan yüz çevirir; kalbini âhirete bağlar; üzerindeki Allah ve kul haklarının başına getireceği kötü sonuçları düşünerek onlardan kurtulmak ister ve her hak sahibine hakkını vermeye çalışır. Vefâtından sonra geride kalanlara ve işini üstlenecek olanlara yapacağı vasiyeti düşünür.
Allah Teâlâ’nın peygamberlerin bedenlerine âdetâ bir emâneti teslim ediyormuş gibi çeşitli hastalık ve sıkıntılar vermesinin, vefât edecekleri sırada onlara üstüste acı ve ıstıraplar çektirmesinin bir hikmeti de, bu sıkıntıların onların ruhî güçlerini zayıflatması, böylece ruhlarının bedenlerinden kolayca ayrılması, can çekişme hâlinin sıkıntısız olması içindir.
Hastalık çekmeden ansızın gelen ölümler ise böyle kolay değildir. Ölmek üzere olan kimsenin hâline bakınca ona ölümün sert mi, yumuşak mı, zor mu, kolay mı geldiği anlaşılır.
“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.”
Buhârî, Merdâl, nr. 5641; Müslim, Birr 49, nr. 2573.
Başa gelen sıkıntılara isyân etmeden, bağırıp çağırmadan ağlamak ve hüzünlenmek yasaklanmış değildir. Nitekim Fahr-i Âlem Efendimiz oğlu İbrahim vefât ettiği zaman söylediğimiz şekilde ağlamış, onun ağlamasını yadırgayan sahâbîsine de: “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir” buyurmuştur
Buhârî, Cenâiz 43, nr. 1303; Müslim, Fedâil 62, nr. 2315
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı Müslümanın günahlarını bağışlar. Sıkıntı çeken o Müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür. ”
Buhârî, Merdâ 2, 3, 13, 16, nr. 5647, 5648, 5660, 5667; Müslim, Birr 45, nr. 26
Lokman aleyhisselâmın oğluna verdiği öğütte şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Yavrucuğum! Altın ve gümüş ateşte yanarak kirinden arınır; Mü’min ise dert ve sıkıntı çekerek günahlarından arınır.”
Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Bahru’l-ulûm (Mataracî), I, 90, Bakara 2/124’ün tefsiri.
Ey okuyucu! Allah beni de seni de rızâsına uygun işler yapmaya muvaffak kılsın! Şunu bilmelisin ki, Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her iş âdildir; bütün söyledikleri doğrudur, O’nun sözlerini kimsenin değiştirmesi münkün değildir.
O, kullarını imtihân edip dener. Bu gerçeği şu âyet-i kerîmelerde dile getirmiştir:
“Onların ardından, yeryüzünde neler yapacağınızı görmek için sizi onların yerine geçirdik.”2
“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur.”3
“Biz, bu savaş günlerini bâzen galibiyet, bâzen de mağlubiyet şeklinde insanlar arasında evirip çeviririz. Allah inananlarla inanmayanları ortaya koymak ve içinizden şehitler çıkarmak için böyle yapar.”4
2. Yûnus 10/14.
3. Mülk 67/2.
4. Âl-i İmrân 3/140.
Müslümanların bir kimseyi tanıması ve onun kötülüğünden korunması gibi bir zorunluluk varsa, o şahsın aleyhinde konuşmak gıybet sayılmadığı gibi bâzen caiz olur. Muhaddislerin râvileri tenkid etmesi, şahitlik yapacak birinin şahitlik yapmaya ehil olup olmadığı hakkında bilgi veren kimsenin (müzekkînin) onun aleyhinde konuşması, yerine göre farz olur.
“Allah, gözlerin kötü niyetli bakışını da bilir, kalplerin sakladığını da ”
Mü’min 40/19
Allah’ın Elçisi evinde âilesinin hizmetin de idi. Elbisesini temizler, yamar, koyununu sağar, papucunu tamir eder, kendi işini kendisi yapar, su taşıdıkları devenin yemini verir, evi süpürür, devesini bağlar, hizmetçiyle birlikte yemek yer, onunla birlikte hamur yoğurur, satın aldığı şeyleri çarşıdan eve kendisi taşırdı.” (bk. I, 292)
Peygamber Efendimiz’in yapmayı düşündüğü hâlde vazgeçtiği şeylerden biri de, Kâ’be’yi Hz. İbrâhim’in yaptığı temeller üzerinde yeniden yükseltme arzusudur. Kureyşliler, Kabe’nin temellerini değiştirmeyi günah saydıkları ve böyle bir şey yapılmasından nefret ettikleri için, Peygamber aleyhisselâm onların hatırlarını saydı; İslâm’a ve Müslümanlara besledikleri eski nefretlerini tahrik etmemek düşüncesiyle bundan vazgeçti ve sahîh hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere Hz. Âişe’ye şöyle buyurdu: “Senin kavmin kâfirlikten daha yeni kurtulmamış olsaydı, elbette Kâbe’yi Hz. İbrâhim’in yaptığı temeller üzerinde yeniden inşâ etmek isterdim.”
Buhârî, Hac 42, nr. 1585; Müslim, Hac 398, nr. 1333
Fahr-i Âlem Efendimiz bazı dünya işlerini diğerinden daha hayırlı görse bile, ashabının gönlünü kazanmak, onlara değer verdiğini göstermek ve kendilerine ters düşmemek için onların uygun gördüğünü yapardı. Dinî konularda bile iki şıktan birini tercih etmekte serbest bırakıldığı zaman ümmetinin büyük çoğunluğunun arzusunu dikkate alırdı. Bunun en iyi örneklerinden biri, Uhud Gazvesi’inde Medine’de kalarak savunma yapmayı uygun gördüğü hâlde, ashâbı, Medine’nin dışına çıkarak savaşmayı istediği için onların arzusunu yerine getirmişti.
Birtakım bilgisiz kişileri eğitmek, günahkârı kötü fiilinden vazgeçirmek gibi amaçlarla muhâtaba karşı yumuşak ve nâzik davranarak gönül kazanma, ülfet ve muhabbeti sağlamaya yönelik Allah rızâsına uygun çalışmalara “müdârâ” denir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde: ‘Allah’a îmândan sonra en akıllıca davranış insanlara müdârâda bulunmaktır” buyurmuştur.[1] Bir başka hadîs-i şerifinde ise: “İnsanlara müdârâda bulunmak sadakadır” buyurmuştur.[2] Bu tür gayeler taşımayan, çıkar sağlamaya ve mevki kazanmaya yönelik olarak yapılan her tür hoş görünme, idâre etme davranışları (müdâhene) ise haram sayılmıştır.
1. İbni Ebî Şeybe, el-Musannef (Avvâme), VIII, 361, nr. 25937.
2. İbni Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), II, 216-217.
Resûlullah Efendimiz, dünyadan, hayatını devam ettirecek kadar faydalanmıştır. Onun yemesi, içmesi, uyuması vücûdunun sağlığını koruyacak, Rabbine ibâdet edecek, dinî görevlerini yapacak ve ümmetini yönetecek miktarda olmuştur. Kendisiyle halk arasında olup biten dünyevî işler ise ya onlara iyilik edip ihsanda bulunması, ya onlara tatlı dille yaklaşarak güzel şeyler anlatması veya dine soğuk duranların güler yüz göstererek gönüllerini alması yahut dinden nefret edenleri dine ilgi duyacak hâle getirmesi veyahut da kendisini kıskananların eziyetlerine katlanarak onları kazanmaya çalışması şeklindedir. Peygamber aleyhisselâmın insanlarla olan bu ilişkileri dünyevî işlermiş gibi görünse de, aslında âhirete yönelik sâlih amellerinin, ibâdet ve tâatlerinin devamından başka bir şey değildir.
‘Ben insanların kalplerinde olanı araştırıp ortaya çıkarmakla, karınlarını yarıp bakmakla emrolunmadım’
Buhârî, Megâzî 61, nr. 4351; Müslim, Zekât 144, nr. 1064
Ey okuyucu! Allah senin gönlünü ferahlatsın.
Ashâb-ı kirâmdan Ebû Bekre Nüfey’ ibni Hâris şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem Efendimiz: ‘Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?’ diye üç defa sordu. Biz de: ‘Evet ey Allah’ın Elçisi’ dedik. Resûl-i Ekrem: ‘Bunlar Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek’ buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: ‘İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmaktır’ buyurdu. Bu sözü durmadan tekrarladı. Daha fazla üzülmesini istemediğimiz için keşke sussa, diye arzu ettik.”
Buhârî, Şehâdât 10, nr. 2654, Edeb 6, nr. 5976; Müslim, îmân 143, nr. 87
Tâbiîn âlimi Hasan-ı Basrî (v. 110/728), Resûl-i Ekrem Efendimiz’in insanlardan çekinerek gönlündekini gizlemesiyle ilgili olarak Hz. Âişe radıyallahu anhâ’nın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Eğer Allah’ın Resûlü Kur’an’dan bir şey gizleyecek olsaydı, bu âyeti gizlerdi.”3 Çünkü Ahzâb sûresinin bu 37. âyetinde Resûl-i Ekrem hem uyarılmakta hem de kalbinde olanı insanlardan gizlediği kendisine haber verilmektedir.
3 Buhârî, Tevhîd 22, nr. 7420; Tirmizî, Tefsîr 33/9-16, nr. 3207-3214.
Allah Teâlâ, dünya hayatının câzibesine kendini kaptırmayı Peygamber Efendimize ve müminlere şöyle buyurmak sûretile yasaklamıştır:
“Onlardan bir kısmına verdiğimiz dünya nimetlerine sakın imrenerek bakma!”2
“Kendilerini sınamak için birtakım insanlara verdiğimiz dünya hayatının gösterişine gözünü dikme.”3
“Allah’ın, bir kısmınıza diğerinden daha fazla verdiği şeylere göz dikip imrenmeyin.”4
2. Hicr 15/88.
3. Tâhâ 20/131.
4. Nisa 4/32.
“Kardeşinle tartışma, onu incitecek şaka yapma ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme”
Tirmizî, Birr 58, nr. 1995
Ben şaka yaparım, ama sadece gerçeği söylerim. buyurmuştur.
Habîbullah Efendimiz ümmetini neşelendirmek, ashâb-ı kirâmın gönüllerini hoş etmek, muhabbetlerini artırmak, daha çok sevinmelerini sağlamak için onlara şaka yapardı.