İçeriğe geç

Zorba Kitap Alıntıları – Nikos Kazancakis

Nikos Kazancakis kitaplarından Zorba kitap alıntıları sizlerle…

Zorba Kitap Alıntıları

Mutluydum; biliyordum bunu. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız.
Geçmiş şeyler, unutulmuş şeyler demektir.
Sen bir şey anlıyor musun patron? diye sordu. Ben kaçırdım. Her şeyin bir ruhu var, odunların da, taşların da, içtiğimiz şarabın da, bastığımız toprağın da Hepsinin, hepsinin patron
Ölüm, bazen hayatımızın içine, baş döndüren bir koku gibi akar; hele ıssız bir yerde olup, ay ışığı ve derin bir sessizlik varken, insanın vücudu yine yıkanmış, hafifçecikken ve ruhun karşısına aşırı engeller çıkmazken, yani uykuda. O vakit, bir an için hayatla ölüm arasındaki yarım duvar saydamlaşır, insan onun arkasında, toprakların altında neler olduğunu görür.
Ah! Dünyaya sığamayan bir ruhtan ne kaldı! Bir başkasının dağınık, yarım yamalak birkaç dizesi, tam bir dörtlük bile değil. Dünya üzerinde gidip geliyor, sevdiklerimin çevresinde dolaşıyorum, ama kalpleri kapandı onların. Nereden gireyim? Nasıl dirileyim? Sahibinin kapalı evi çevresindeki köpek gibi dolanıyorum. Ah, sizin sıcak, canlı vücutlarınız tarafından, boğulmuş gibi yakalanmaksızın, özgürce yaşayabilseydim!
Ruhunu sıkı tut dostum, Dağılmasın!
Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum.
Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep, ya hiç! Ama sende beyin var, ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!
Belki de seninle gelirim; ben özgürüm.
Hayır özgür değilsin, senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar!
İnsan ruhu katı bronzdan, çelikten olmalıydı havadan değil!
Deniz kıyısında hızlı hızlı yürüyor, ben de görünmeyen düşmanla konuşarak bağırıyordum:
Ruhuma girmeyeceksin, sana kapıyı açmıyorum, ocağımı söndürmeyecek, beni yıkamayacaksın!
Her işimiz ters gittiği zaman, ruhumuzun karşı koyuşu ve değeri olup olmadığını denememiz ne mutlu şeydir! İnsan; görünmez, sonsuz kuvveti olan bir düşmanın –buna bazıları Tanrı, bazıları da Şeytan der– bizi yıkmak için saldırdığını, fakat bizim ayakta durduğumuzu sanır. Böylece de, içten her yenişimde, dıştan yenilmiş olsak bile, gerçek insan, söylenmeyen bir gurur ve sevinç duyar; dış mutsuzluk, daha yüksek, daha güç bir mutluluk halini alır.
Derler ki, talih Tanrı’nın körüdür; nereye gittiğini bilmez, yolculara çarpar; kime çarparsa ona da talihli derler. Şeytan alsın böyle talihi; biz istemeyiz onu patron!
Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!
İnsanlar üç türlüdür: Kendi deyişleriyle hayatlarını yaşamayı amaç sayanlar, yani yemeyi, öpmeyi, zengin olmayı, onur kazanmayı Sonra, kendi hayatlarını değil, bütün insanların bir olduğunu anlarlar ve insanları ellerinden geldiği kadar aydınlatmak, sevmek ve onlara iyilik etmek için savaşırlar. Bir de, bütün evrenin hayatını yaşamayı amaç edinenler var; her şey, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar; hepimiz bir bütünüz; biz hepimiz aynı korkunç savaşın içindekileriz. Hangi savaş mı? Maddeyi ruha dönüştürme savaşı!..
Artık dünküleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni.
Her acı, yüreğimi ikiye böler patron,
Ama o kırk yaralı yürek hemen kaynar ve yara görünmez; kaynamış yaralarla doluyum ben; onun için dayanıyorum.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bir köşede yırtık, yan basılmış, kırmızı küçük püskülü ile bir terlik duruyordu. Büyük bir bağlılıkla hanımının ayak biçimini hâlâ koruyordu; bu hınzır terlik, insan ruhlarından daha acılı olup, o sevgili ve çok çekmiş ayağı hâlâ unutamamıştı.
Bana öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Kutsal Korku’nun ötesinde ne vardır? İnsanın aklı oraya kadar gidemiyor.
İkimiz de yorgunduk ama, uyumak istemiyorduk. Bugünün zehrini yitirmek istemiyorduk. Uyku, sanki tehlike ânında bize, kaçma anlamında bir şey olarak görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk.
Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.
Geçmiş demek, unutulmuş demektir.
İnsan bu demektir, acı duyduğu zaman, gerçek iri gözyaşları döken, sevinirken de sevincini, ince, metafizik eleklerden geçirerek onu boşuna harcamayan, sıcakkanlı ve sağlam kemikli insan!
Yıldızların yer değiştirişini görmek mi istiyorsun, onlarla birlikte dönmen gerek
Peki sen neden yazıp da, bize dünyanın bütün sırlarını anlatmıyorsun Zorba?
Neden mi? Çünkü ben, senin dediğin o bütün sırları yaşıyordum ve yazmaya vaktim yok da ondan. Bazen dünya, bazen kadın, bazen şarap, bazen santur Onun için, şu saçmalar yumurtlayan kalemi ele alacak zamanım yok. Böylece de dünya, kağıt farelerinin ellerine kaldı; sırları yaşayanların vakti yok; vakti olanlar ise sırları yaşayamıyorlar. Anladın mı?
İnsan ruhu katı bronzdan, çelikten olmalıydı, havadan değil!
Dinle oğlum: Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!
Öyleyse, nedir okuduğun o külüstür kâğıtlar? Neden okuyorsun? Bunu söylemiyorlarsa, neyi söylüyorlar?
Senin bu sorduklarını yanıtlayamayan insanın üzüntüsünü söylüyorlar Zorba! dedim
İkimiz de yorgunduk ama, uyumak istemiyorduk. Bugünün zehrini yitirmek istemiyorduk. Uyku, sanki tehlike ânında bize, kaçma anlamında bir şey olarak görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk.
Her işimiz ters gittiği zaman, ruhumuzun karşı koyuşu ve değeri olup olmadığını denememiz ne mutlu şeydir! İnsan; görünmez, sonsuz kuvveti olan bir düşmanın – buna bazıları Tanrı bazıları da Şeytan der – bizi yıkmak için saldırdığını, fakat bizim ayakta durduğumuzu sanır. Böylece de, içten her yenişimde, dıştan yenilmiş olsak bile, gerçek insan, söylenmeyen bir gurur ve sevinç duyar; dışı umutsuzluk, daha yüksek, daha güç bir mutluluk halini alır.
Derler ki, talih Tanrı’nın körüdür; nereye gittiğini bilmez, yolculara çarpar; kime çarparsa ona da talihli derler. Şeytan alsın böyle talihi; biz istemeyiz onu patron!
İnsanlar üç türlüdür : kendi deyişleriyle hayatlarını yaşamayı amaç sayanlar, yani yemeyi, öpmeyi, zengin olmayı, onur kazanmayı Sonra, kendi hayatlarını değil, bütün insanların bir olduğunu anlarlar ve insanları ellerinden geldiği kadar aydınlatmak, sevmek ve onlara iyilik etmek için savaşırlar. Bir de, bütün evrenin hayatını yaşamayı amaç edinenler var; her şey insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar; hepimiz bir bütünüz; biz hepimiz aynı korkunç savaşın içindekileriz. Hangi savaş mı ? Maddeyi ruha dönüştürme savaşı !..
Gerçek kadın, erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır
Bir köşede yırtık, yan basılmış, kırmızı küçük püskülü ile bir terlik duruyordu. Büyük bir bağlılıkla hanımının ayak biçimini hala koruyordu; bu hınzır terlik, insan ruhlarından daha acılı olup, o sevgili ve çok geçmiş ayağı hala unutamamıştı.
Beden çözülüp dağılınca ruh diyebileceğimiz bir şey kalacak mı geriye? Yoksa ölümsüzlük baharına duyduğumuz o sönmeyen özlemimiz mi gerçek olan? Hangisi doğru? Ölümsüz oluşumuz mu, yoksa o kısacık yaşamımız boyunca ölümsüz birtakım şeylerin buyruğunda kalışımız mı?
Biz ki, yıllarca bu ruhötesi hava seferleriyle alay etmiştik ve ot yiyenleri, ruhçuları, sofileri ve ektoplazmacıları aynı çukurun içine atardık.
İnsanın erişebileceği en yüksek şeyin ne düşünce ne erdem ne iyilik ne de zafer olduğunu içimde duyuyordum. Ama bu daha yüce, daha kahramanca ve daha umutsuzca bir şeydi: Kutsal korku. Kutsal Korku’nun ötesinde ne vardır? İnsanın aklı oraya kadar gidemiyor.
Bir parça toprak, acıkan, gülen ve sarılan bir parça toprak. Ağlayan bir çamur Peki, ya şimdi? Hangi şeytan bizi dünyaya getiriyor ve hangi şeytan alıyor böyle?
Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.
Karşılık vermedim. İlah doğuran Kutsal Doğu, yüksek dağlar, Promethus’un kayaya saplanmış çığlığı O yıllarda aynı kayalara saplanmış ırkımız bağırıyordu. Tehlikedeydi; kendisini kurtarması için oğullarından birini çağırıyordu. Ve ben, hiç etliye sütlüye karışmadan, bu çekilen acılar bir düşmüş ve hayat da, sürükleyici bir tragedyaymış da, insanın bir aşamaya varıp eyleme katılması sanki büyük bir kabalık ve bönlükmüş gibi, dinliyordum.
Ve işte bugün, ta derinden anladım: yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.
Ruhum da ağaç gibi çiçek açıyordu; insan, ruh ile bedenin aynı maddeden yapılmış olduğunu sezmekteydi.
İnsan ne zaman insan olacak be? Pantolonlar, kolalı yakalar, şapkalar giyiyoruz, ama hâlâ katırız, kurduz, tilkiyiz, domuzuz. Bizde Tanrı’nın sureti varmış! Kimde? Bizde mi? Tüh suratımıza!
Bu dünyada iyi olan ne varsa, hepsi Şeytan’ın icadıdır, güzel kadın, ilkbahar, şarap Bunlar şeytan icat etti; Tanrı da keşişleri, oruçları, adaçayını, çirkin kadınları yarattı. Yok olasıcalar!
Tanrı’yı her maskenin arkasında ayırt edebilene ne mutlu! O, bazen bir bardak serin sudur, bazen dizlerimizde oynayan bir oğul, bazen çapkın bir kadın, bazen de küçük bir sabah gezintisi.
Ruh, ayrılıp gidiyor, ama, bir deniz kabuğu kadar karmaşık ve yavaş yavaş oluşan bir büyük konut bırakıyordu.
Çok özlem duyduğum oluyor ama, kulak asma; dünya için özlem çekmiyorum, onun içine sıçayım; ben gökyüzüne özlem çekmekteyim.
Ruhun da bir canlı olduğu düşünülebilirdi; akciğerleri ve burun delikleri olan bir canlı; tozdan ve havasızlıktan boğulmuş, oksijene gereksinimi olan bir canlı.
Aklını yalnız bir tek şeye verirsen mucizeler yaratırsın!
“Deniz, kadın, şarap, bol iş! İşe, şaraba aşka burunüstü düşmeli, Tanrı ile Şeytan’dan korkmamalısın!”
“Sen bana bakma; benim özel Tanrım ve özel şeytanım vardır.”
Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır. Haydi öyleyse, öğreten öğretmen Gel!
İnsanın sevdiği insanlardan geç ayrılması zehirdir! İnsanın, bıçakla keser gibi, kendisi için doğal bir iklim olan ıssızlıkta yine yapayalnız kalması daha iyi.
İnsan bu demektir. Acı duyduğu zaman, gerçek iri gözyaşları döken, sevinirken de sevincini, ince, metafizik eleklerden geçirerek onu boşuna harcamayan, sıcakkanlı ve sağlam kemikli insan!
Neydi bu dünyanın anlamı? Şaşkındım. Amaç neydi? Erişebilmek için ne yapabilirdik?
İnsanın yüreği, kesinlikle içi kanla dolu, üstü kapalı bir çukurdur ve açıldığı zaman hep, çevremizde toplanıp havayı karartan, avutulması olanaksız bütün susamış gölgeler, içip canlanmak için ona koşarlar. Yüreğimizin kanını içmek için koşarlar, çünkü başka bir canlanma yolu olmadığını bilirler.
Güzelliğe lanet olsun dedim, dedim, çünkü güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez.
Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir.Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu?
Dünyayı bügünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma!
Konfiçyüs der ki: ‘Pek çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır.’
Sevgi ölümü yener!
Ruhunu sıkı tut dostum,
Dağılmasın!
İnsanın ruhu katı bronzdan, çelikten olmalıydı, havadan değil!
Kastro’da öğrendiğim bir maniyi okuyacağım sana; bunu öğrendiğimden beri, hayatım değişti.
Biraz düşündü.
Hayır, değişmedi, dedi. Yalnızca haklı olduğumu anlıyorum.
Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! Tanrı, baş şeytandan çok, yarım şeytandan iğrenir!
İnsan ne zaman insan olacak be? Pantolonlar, kolalı yakalar, şapkalar giyiyoruz, ama hala katırız, kurduz tilkiyiz, domuzuz. Bizde Tanrı’nın sureti varmış! Kimde? Bizde mi? Tüh suratımıza!
Tanrı’yı her maskenin arkasında ayırt edebilene ne mutlu!
Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız.
Bu dünyada iyi olan ne varsa hepsi Şeytan’ın icadıdır. Güzel kadın, ilkbahar şarap Bunları Şeytan icat etti; Tanrı da keşişleri, oruçları, adaçayını, çirkin kadınları yarattı. Yok olasıcalar!
Maddeyi ruha çeviren ölümsüz güç Tanrı’dır ; her insanın içinde bu ilahi yumaktan bir parça vardır ; bunun için de ekmeğin , suyun ve etin biçimini değiştirip onu düşünce ve hareket haline sokuyor. Bu yüzden hakkı var Zorba’nın. Bana yediklerini ne yaptığını söyle , senin ne oldugunu söyleyim , diyordu.
Ruhun da bir canlı olduğu düşünülebilirdi; akciğerleri ve burun delikleri olan bir canlı; tozdan ve havasızlıktan boğulmuş, oksijene gereksinimi olan bir canlı.
Aklını yalnız bir tek şeye verirsen mucizeler yaratırsın!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir