Mahfi Eğilmez kitaplarından Değişim Sürecinde Türkiye kitap alıntıları sizlerle…
Değişim Sürecinde Türkiye Kitap Alıntıları
Esnaf Burjuvazisi
Esnaf, kendi düşüncesinde olan, aslında kendinden olan insanların kurduğu parti olan AKP’yi iktidara getirdiğinde bu iktidara farklı kesimlerden de önemli ölçüde destek geldi. Bu desteği verenler arasında önceki iktidarların verdikleri sözleri tutamamasından bıkmış olanlar, ekonomik sıkıntılar içinde boğulan memur ve işçi gibi aslında esnafla tam olarak ortaklık yapamayacak olan kesimlerin desteği de var. Bunlara ek olarak Türkiye’de sanayi ve ticaret burjuvazisinin hiçbir zaman tam olarak oluşmamış olması da et kili oldu. Türkiye’de sanayi ve ticaret burjuvazisi son derece sınırlı bir nüfustan oluşuyor. Burjuva olarak nitelendirilebilecek insanla rin ve ailelerin çoğu bir kuşak önce esnaf konumunda olan aileler. O nedenle bu aileler tam olarak burjuva konumuna yükselebilmiş değiller. Burjuva olmak öyle kolay bir iş değildir. Görünüşte burjuva gibi görünse de insanın gerçek anlamda burjuva olması zor dur. Zengin ailelerin bir bölümü burjuva değerlerine özeniyorlar, lüks evlerde oturuyor, lüks otomobillere biniyor, kışın yurtdışında kayak tatiline gidiyorlar, çocuklarını yurtdışında okutuyorlar ama yalnız başlarına kaldıklarında arabesk müzik dinliyorlar. Dolayısıyla bu insanların AKP’yi desteklemesi çok da zor olmadı.
AKP, ilk kez iktidara geldiğinde çoğunlukla esnaf iktidarı söz konusuydu. Zaman ilerledikçe burjuva gibi görünen ama aslın da esnaf burjuvası olanlarla sonradan zengin olarak esnaf burjuvası konumuna geçenler iktidarı ele geçirdiler. Bunlardan bazıları siyasete girerek, bazıları siyaset dışı kalarak iktidar oldular. Böy lece zaman içinde esnaf, iktidarı esnaf burjuvazisine kaptırdı. İlk dönemde yönetimde olan kişilerden bazıları iktidarın devamında değişmediği için de esnaf hâlâ kendisini iktidarda sanmak gibi bir optik kırılma yaşamaya devam ediyor.
Türkiye, küresel krizde en yüksek faizi veren ekonomilerden birisi oldugu için sıcak parayı kolayca çekti ve bu dönem boyunca önem li bir diş finansman sıkıntısı yaşamadı. Bu noktada asıl konuşulması gereken konu reel faizdir. Reel faiz, nominal yani görünür deki faizden enflasyon etkisi düşüldükten sonra kalan faizdir.
Dönem boyunca Türkiye’de enflasyon da yüksek olduğu için yerli yatırımcı faizden pek kazançlı çıkmadı. Buna karşılık yabancı yatıırımcıyı Türkiye’deki enflasyon değil kendi ülkesindeki enflas yon ilgilendirdiği, oralardaki enflasyon da yüzde 1-1,5 dolayın da olduğu için buradan elde ettiği reel faiz oldukça yüksek dü zeylerde oldu. Faizi düşürmek, hatta sıfırlamak söylemlerini gün demden hiç eksik etmeyen bir siyasal iktidar, küresel kriz süresin ce ekonomiyi, yerli yatırımcıya düşük, yabancıya yüksek reel fa iz vererek yönetti.
Daha önce de değindiğimiz gibi Türkiye, küresel krizden ABD veya Avrupa ülkeleri kadar etkilenmedi. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin küresel krize yol açan mali sektör zayıflığını 2001 yılındaki krizde yaşamış ve atlatmış olmasıdır. Türkiye, 1980’lerde girdiği arz yönlü ekonomi yaklaşımının yol açtığı 2001 krizinden sonra IMF destekli bir programla bankacılık ve kamu mali disiplini alanındaki birçok düzenlemeyi oldukça ileri sayılacak bir düzeyde tamamladı. Bu düzenlemeler sonucunda birkaç yıl içinde bankacılık kesimi son derecede güçlü bir yapıya kavuştu, bütçe açıkları ve kamu borç yükü de hızla azalmaya başladı. Krizin çıkış yılı olarak kabul edilen 2008 yılında büyüme oranının yüzde 0,8’e düşmüş olmasına ve krizin asıl etki yılı olan 2009’da yüzde 4,7 oranında küçülme yaşamış olmasına karşılık bankacılık kesiminin sağlamlığı ve kamu mali disiplininin yerleşmiş olması sayesinde küresel krizi ağır darbeler almadan atlatmayı başardı.
Türkiye, küreselleşmeye en hızlı giren gelişme yolundaki ekonomilerden birisi oldu. Bunun temel adımlar arasında 1980’ler de başlayan serbestleşme hareketleri, konvertibiliteye geçiş, piya sa düzeninin yaygınlaştırılması gibi adımlar önemli yer tutuyor. Türkiye, öteden beri aralarında olmayı hedeflediği Batı dünyasına, ekonomi alanındaki bu adımları 2001 krizi sonrasındaki iktidar değişimiyle askerin geri çekilmesi ve sivil güçlerin egemen olması hamlesiyle tamamlayacağı izlenimini verdi. Batı dünyasıı, Türkiye’deki bu girişimleri demokrasinin pekiştirilmesi olarak gördü ve destekledi. 2004 yılında Avrupa Birliği, o zamana kadar ayak sürüdüğü ilişkileri hızlandırma kararı alarak Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatma kararını onayladı. Ne var ki zaman ilerledikçe Türkiye’deki hareketin demokrasiyle o kadar da ilgisi olmadığı, askerin gücünün zayıflatılmasının din destekli bir ahbap çavuş kapitalizmini ve ahbap çavuş demokrasisini pekiştirmek için altyapı oluşturmaya yönelik olduğu yolunda Batı’da kuşkular uyanmaya başladı. Bu kuşkuların artmasıyla birlikte Avrupa Birliği, Türkiye’nin üyeliği meselesini geciktirmeye yöneldi. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye, iki yüzyıldan beri aralarına girmeye çalıştığı Avrupalı ülkelerle tarihinin en kötü ilişki döne mine girmiş görünüyor.
Özetle söylemek gerekirse bugünkü görünümüyle Türkiye, küreselleşmeyle aynı yönde hızlı başlamış göründüğü koşuda farklı bir yola sapmış bir atlet görünümü sergiliyor.
Ahbap Çavuş Kapitalizmi
Kapitalizmin temelini oluşturan serbest piyasa ekonomisinin özelliklerini taşıyor görünen ama aslında siyasal iktidara yakınlıkları olanlara farklı ve özel uygulamalar yapan ekonomik sisteme ahbap çavuş kapitalizmi (ya da eş dost kapitalizmi) adı veriliyor. Ahbap çavuş kapitalizminde işadamları işlerini, siyasal iktidar ve bürokratlarla olan yakın ilişkilerine dayanarak kural dışı uygulamalardan, ayrıcalıklardan yararlanarak yürütüyorlar.
Siyasal iktidarın ve onun talimatı altında bürokrasinin verdiği izinler, ihaleler, teşvikler ve destekler, ahbap çavuş kapitalizminin başlıca alanını oluşturuyor.
Ahbap çavuş kapitalizmi, bu tür işlerin arada bir yapıldığı bir düzenin değil bu tür işlerin sistemleştirildiği ve kurallara uygun olarak yapılması gerekenlerin yerini aldığı sistemin adı. Yasal olmayan ya da kurallara aykırı işler bir veya birkaç alanda bir veya birkaç kez tekrarlanıyorsa buna ahbap çavuş kapitalizmi yerine yolsuzluk demek daha doğru olur. Eğer bu tür ilişkiler süreklilik göstermeye başlamışsa, siyasal iktidarla veya onun görevlileriyle çıkar ilişkisine girilmeden ihale alınamıyorsa ya da kamu ihaleleriini almak için siyasal iktidarın yakınında olmak gerekiyorsa ya ni olay sistemleştirilmişse o zaman ahbap çavuş kapitalizmi yerleşmiş demektir.
2000’lere girerken dünyanın ekonomik görünümü oldukça çarpıcıdır. Toplam 184 ülkenin 28 tanesi gelişmiş ülke konumundadır. Bu 28 ülkede yaşayan nüfus dünya nüfusunun yüzde 15,5’i olmasına karşın bu ülkelerin dünya gelirinden aldığı pay yüzde 57,4’tür. Bu ülkeler dünya ihracatının yüzde 63,7’sini yapmakta dırlar. Buna karşılık 156 gelişmekte olan ülke dünya nüfusunun yüzde 84,5’ini barındırmakta ve toplam gelirin yüzde 42,6’sını al makta, ihracatın da yüzde 36,3’ünü yapabilmektedir.
ABD, dünya nüfusundaki yüzde 4,6’lık payına karşılık dün ya gelirinin yüzde 21,9’unu elde etmektedir. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin toplam nüfustaki yüzde 21,1’lik payına karşı lik ABD’nin aldığı gelir payının yarısından biraz fazlasını (yüzde 11,2) alabilmektedir.
Bu genel görünüm içinde Türkiye’nin toplam nüfustaki pa yı yüzde 1,1 ve toplam gelirdeki payı yüzde 1,3’tür. Nüfus ve geli ri birbiriyle tutarlı görünen Türkiye’nin ihracattaki payı ise bu iki göstergeyle tutarlı olmaktan uzak bir oran olan yüzde 0,6’da kal mış görünmektedir.
1870’te dünyada ortalama kişi başına gelir 800 dolar iken 1950’de bu miktar 2.100 dolara çıktı. 80 yıldaki artış 2,6 misli olmuştu. Kişi başına küresel ortalama gelir 2016 yılında 10.500 do lara ulaştı. Son 65 yıldaki artış 5 misline ulaşmıştı. Geliri giderek daha çok arttıran şey paranın para, hatta başkasının parasını yaratması ve kredilerin inanılmaz biçimde büyümesi oldu.
Kredilerdeki bu büyüme reel dünya ile sanal dünyanın birbirinden kopmasının da önünü açtı. Para böylesine kolayca çoğaltılmazken hisse senetleri, tahviller vb. reel dünyanın bir yansımasından ibaretti. Belki biraz abartılı bir yansımaydı bu ama abartının da bir ölçüsü vardı. Paranın önce karşılıksız kalması, sonra dalgalı kur, konvertibilite ve sermaye hareketlerinin serbest kalması üçlemesi eşliğinde sınırsız seyahat özgürlüğüne ve birbirine dönüşebilmeye kavuşması abartıyı da sınırsız hale getirdi.
Bu sihirli büyümenin gelip çarptığı duvar 2008 küresel krizidir. 2008 krizi, üçü beş gösteren, olmayan parayla olmayan varlıkları satın almayı özendiren, ahlaksızlıktan cesaret bulmuş açgözlülüge inmiş bir tokat gibi etki yaptı.
Küresel kriz sonrasında dünyanın önünde
Neoliberalizm ile gevşetilen kurallar, başlangıçta yaratıcılığı ve büyümeyi teşvik edecek gibi görünürken giderek, daha fazla kazanmak için ahlak dışı yollara sapmayı teşvik eden bir ortamın doğmasına yol açtı. Kurallar gevşetilince ahlak dışı yollara sap mak konusunda (ahbap çavuş kapitalizmi) gelişmekte olan ekonomilerle gelişmiş ekonomiler arasında büyük farklar olmadığı ortaya çıktı.Sonuç olarak neoliberalizmin vaat ettiği cennet, cehenneme dönüştü ve kapitalist sistem 2008’de tarihin ilk küresel krizine girdi. Neoliberalizm öncesindeki krizlerde kapitalizm böylesine bir küresellik içinde olmadığı için krizler küresel nitelik kazanmıyordu. Sistemin çökmesiyle birlikte neoliberalizmin doğru bir çözüm olmadığı gerçeği de anlaşılmış oldu. Bu denemeden geriye kalan ise kural dışılığı para kazanma modeline dönüştürmüş etik olmayan bir ekonomik yapı oldu.
Türkiye, kapitalizmin bu ikinci büyük kriziyle karşılaştığında henüz Cumhuriyet’in ilk yıllarında emekleme halindeydi. Üzerine yüklenmiş büyük bir Osmanlı borcunun sorumluluğu vardı. Bir yandan da Lozan Antlaşması’yla kaldırılan kapitülasyonların karşılığında uygulamayı taahhüt ettiği serbest ticaret ve özel sektör ağırlıklı liberal siyaset uygulamalarının baskısı altındaydı. Bağımsızlığı elde etmiş olsa da henüz bağımsız ekonomi politikaları uygulayabilecek güçte değildi. Uygulamayı taahhüt etti ği serbest ticaret (ithalatı kısıtlamama) yaklaşımının taahhüt süresi 1929 yılında bitiyordu. Sürenin sona ermesi ve 1929 Büyük Depresyonu’nun yarattığı ortam Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ticarette müdahaleci bir politikayı uygulamaya sokmasıyla sonuç landı. Türkiye, bu durumdan yararlanarak önce serbest dış ticareti bırakıp ithalatını denetim altına aldı. 1930 yılında Türk Parasını Koruma Mevzuatı’nı yürürlüğe koyarak kambiyo denetimi ne geçti ve dış ticaretini düzene soktu. İlerleyen yıllarda devletçi politikaları gündeme getirdi, sanayileşme için planlar yaptı ve bu alanda oldukça ilerleme sağladı. Bu gelişmeler, o zamana kadar ciddi açıklar veren dış ticaretin dengelenmesini ve açıkların kapanmasını sağladı. Türkiye Cumhuriyeti böylece dış borçlanma yapmadan ekonomi çarklarını çevirebilir konuma geçti.
Büyük Depresyon’un birçok nedeni var. Bunların en önemlileri şöyle sıralanabilir: (1) ABD’de üretimin az sayıda holdingin elinde toplanmış olması ciddi sorunlar yaratıyordu. Bunlardan birkaç tanesinin bunalıma girmesi genel bir krize yol açabilecek bir ortam hazırlamıştı. (2) Bankalarla ilgili bugünkü gibi kapsamlı kurallar, denetim mekanizmaları ve mevduat sigortası sistemi yoktu. Bu kural eksiklikleri bu kurumların çoğu kez ilke sizce hareket etmesine yol açıyordu. (3) Ekonomi politikası bu gün klasik ekonomi politikası olarak adlandırılan ve ekonomi ye devlet müdahalesi yapılmaması esasına dayanan yöntemle yü rütülüyor, ekonomideki bozulmaya karşın altın standardına ve para basmamaya dayalı politika sürdürülüyordu. Adeta Adam Smith’in görünmez elinin gelip ekonomiyi kurtarması bekleni yordu.
Sermaye hareketlerinin serbestliği, dijital teknolojinin de gelişmesiyle birlikte, paranın kısacık sürelerde bütün dünyada tur atabilmesine olanak sağladı. Eskiden bir yerde sorun çıktığında paranın oradan çıkması izinlere tabiyken şimdi anında bir dijital işlemle çıkıp başka yere gidebiliyor. Bu konularda belirli limitler içinde otomatik olarak emir veren finansal algoritma programları çalışıyor. Bu esneklik, sermayenin korkaklığını aşmasını sağladı. Öyle olunca da bir yer de bir kriz çıktığında son saniyeye kadar beklemek mümkün olabiliyor. Eskiden böyle bir şey olduğunda herkes oradan çıkmaya uğraşıp paniği büyütürken şimdi bilgisayar programlarında risk aralıklarında sistem son saniyeye kadar bekletilebiliyor. O arada panik
yatışmış, her şey normale dönmeye başlamışsa çıkışlar erteleniyor. Dolayısıyla eskiden bir an önce çıkıp gitme paniklerinin yerini artık ‘sakin biçimde biraz daha bekleme davranışı’ aldı.
İkinci neden; küresel krizle birlikte ve özellikle de son bir iki yılda pek çok siyasal, sosyal, jeopolitik ve ekonomik sorunun peş peşe ve bazen bir arada yaşanmış olmasıdır. Bu tür yoğunluk ve sıklıklar diğer olaylarda olduğu gibi bu olaylarda da bir anlam da kanıksama etkisi yaratıyor. İnsan korku tüneline ilk girdiğinde birçok farklı sesten ve hareketten korkabilir. Aynı tünele peş peşe birden fazla defa girilse sonraki her girişte korku dozu azalır, bir süre sonra hiçbir etki korkutucu olmamaya hatta komik gelmeye başlar. Küresel krizden bu yana geçen sürede aşağı yukarı bu örneğe benzer bir kanıksama durumu ortaya çıktı.
Üçüncü neden; küresel sistemdeki likidite fazlalığıdır. Fed ve İngiltere Merkez Bankası’yla başlayıp Avrupa Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası’yla devam eden niceliksel gevşeme operasyonları küresel sistemde büyük bir likidite fazlalığı yarattı.
Türk dış politikasında asıl paradigma değişikliği 2000’lerden itibaren oluştu ve Türkiye, ABD’nin teşvikiyle Ortadoğu ağırlıklı bir bölgesel liderliğe soyundu. Bu yaklaşım Türkiye’nin bölgedeki konumunun da durumunun da ‘altın kural’ olarak adlandırılmış bulunan politikanın da tamamen değişmesine yani tam bir paradigma değişikliğine yol açtı. Türkiye, yavaş yavaş ‘yurtta barış dünyada barış’ ilkesinden kopmaya başlıyordu.
Değişiklikten yana olanlar eski modeli savunanların paradigma felcine yakalanmış olduğunu söylüyorlar. Eski modeli savunanlar ise böyle bir paradigma değişikliğinin sistemi felce götürebileceği uyarısını yapıyorlar ve Suriyeli göçmenlerin gelip Türkiye’ye yerleşmesinde olduğu gibi olumsuz sonuçların ortaya çıkmaya başladığını öne sürüyorlar. Kimin haklı olduğunu hemen söylemek kolay değil ama bu aşamada dönüp geriye baktığımızda altın kuralın dışına çıkılmasına yol açan paradigma değişikliğinin Türkiye açısından ciddi sorunlar yarattığı şeklindeki görüş daha doğru görünüyor.
Osmanlının yasağı üç gün sürermiş
En büyük erdem,insanın kendisine zorla kabul ettirilenlere başkaldırabilmesidir.
Bir toplum,geçmişte çekilen acıları hatırlamaz,yapılan hataları değerlendirmezse aynı acıları çekmeye mahkumdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar,gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalır
Yapısal reformların en somut adımları Cumhuriyet’in ilk 15 yıllımda saklı. Başka yerlere bakmaya,yabancılara sorup öğrenmeye gerek yok. Çünkü yabancılar yapısal reformları büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki bu atılımlardan öğrendi.
Filanca kanunun falanca maddesini değiştirilmesiyle yapısal reform yapılmış olmaz.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Ordusuna hükmedemeyen,silahlarını teslim etmiş,gemileri limanlardan çıkamayan,telsiz-telefon haberleşmesini bile denetimsiz yapamayan bir devlete artık devlet demek mümkün değildir.
Küresel sistem, kapitalizmin bir ekonomik ve sosyal sistem olarak dünyaya yayılmasıyla ortaya çıkmıştır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
İktisatçı, hava tahmincisine çok benzer. Tahminleri pek tutmaz ama olay bittikten sonra olayın niçin öyle olduğunu çok iyi açıklar.
En büyük erdem, insanın kendisine zorla kabul ettirilenlere başkaldırabilmesidir.
Osmanlı Devletinde ilk kapitülasyon 1. Murad tarafından Raguse Cumhuriyetine verilmiştir.
İlk kriz ‘Uzun Depresyon’ adıyla anılan ve 1873’te başlayıp 1896’ya kadar uzanan, hatta bir çok yorumcuya göre Birinci Dünya Savaşına giden neden olacak kadar uzun süren krizdir.
Türkiye, kendi kendine sorunlar yaratıp bütün enerjisini kendi yarattığı sorunları çözmekle harcayan insanların çok sayıda olduğu bir toplum görüntüsü çiziyor.
Biat kültüründen çıkılamadığı, başkaldıran, sorgulayan, araştıran, bulan, eleştiren kuşaklar yetiştirilmediği sürece ara sıra geçici refah artışları yaşanabilir, tesadüfen iyi yetişmiş bilim insanları, sanatçılar, yazarlar yetiştirilebilir ve yine tesadüfen bazı buluşlar yapılabilir ama bunları çoğaltmak mümkün olamaz.
Sistemin harcadığı kişilerle ilgili yüzlerce örnek verilebilir. 4 tanesini sayalım: III. Murat, Takiyüddin’in kurduğu gözlemevini çeşitli dedikodulara inanarak bir gecede yıktırmıştır. IV. Murat, kendi yaptığı balmumu kanatlarla Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçan Hezarfen Ahmet Çelebi’yi ‘tehlikeli’ bularak sürgüne yollamıştır. Türkiye, dünya çapındaki şairi Nazım Hikmet’i ‘komünist olduğu için’ hapislerde süründürmüştür. Yetiştirdiği sayılı Klasik Batı Müziği bestecilerinden Fazıl Say’ı, ‘Ömer Hayyam’a ait olduğu sanılan bir rubaiyi sanal ortamda tekrarladığı için’ bir kalemde silmiştir. Ne var ki Say, dünya çapında bir sanatçı olduğu için Türkiye’de yönetimin onu silmesi fazla bir şey ifade etmemiştir. Bu saydıklarımın hepsi komik, komik olduğu kadar da trajik gerçekler. Hepsi de biat kültürünün ürünü.
En büyük erdem, insanın kendisine zorla kabul ettirilenlere başkaldırabilmesidir. Her şeyi kabul eden insan bilime, sanata, ilerlemeye, demokrasiye, insanlığa katkıda bulunamaz.
Bugün İslam dünyasının en büyük sorunu ifade özgürlüğü sorunudur. Hristiyan dünyası reform yaşarken İslam dünyasında böyle bir reform yalnızca Türkiye’de, Atatürk devrimleriyle ortaya çıktı. O da ne yazık ki bu coğrafyada fazla yayılamadı ve tam anlamıyla oturamadı. O nedenle bu coğrafyada ifade özgürlüğü gelişemedi, dolayısıyla bilimsel ilerleme gerçekleşemedi.
İnsanlar düşünme yetenekleri olmadığı için değil, o yetenekleri yasaklarla, korkularla engellendiği için düşündüklerini açıklayamaz aşamaya gelirler. Küçücük yaşlarda bu dünyanın boş olduğu, asıl olanın öteki dünya olduğu yaklaşımıyla yetiştirilmeye başlayan insanların bu dünya için bir şeyler yapmaya, bir buluş ortaya çıkarmaya çalışması tesadüfler dışında mümkün olamaz.
Her şey ifade özgürlüğüyle başlar. Düşündüklerinizi ifade etmenize izin verilmiyorsa düşünceyi ilerletme imkanınız da yok demektir.
Ortaçağ bu açıdan insanlık tarihinin en karanlık dönemidir. İlkçağdan bile karanlıktır. Çünkü din, ifade etmeyi yasaklamış dolayısıyla düşünmeyi engellemiş ve bilimin önüne set çekmiştir. Aslında bilimin önüne set çekmek istemiş midir bilinmez ama ifade özgürlüğüne ve dolayısıyla düşünceye getirdiği kısıtlamalar, bilimin de gelişmesini engellemiştir.
En başarılı çocuklar hoşgörü ve özgürlüğün en yaygın olduğu Ege ve Marmara’dan ve Fen Liseleri, Sosyal Bilimler Liseleri ile Anadolu Fen Liseleri’nden çıkıyor. Demek ki model olarak bu bölgeleri ve bu okulları esas alıp sistemi ona göre biçimlendirmemiz gerekiyor.
Buna karşılık bu en parlak öğrencileri bir kenara bırakırsak ortalama bir insanın eğitimiyle ilgili sorunlar geçmişe göre artmış görünüyor. Kırsal kesimden kente yönelen büyük göçün getirdiği kırsal kültürün ve kentte hissedilen dışlanmışlık duygusunun etkisiyle göç edenler çocuklarını daha çok imam hatip liselerine gönderiyorlar. Aslında son dönemdeki duruma bakıldığında en büyük talebin fen liselerine yönelmesine karşılık yönetim, imam hatip lisesi açmayı tercih ediyor. Buralarda verilen eğitim, din konularını ele almanın yanı sıra çevre baskısını da yansıttığı için bilimsel ve analitik olmaktan çok, dinsel bir ağırlık taşıyor. Bu eğilim giderek diğer okullara da yayılıyor. Ezbere dayalı, analitik yorumlardan uzak, ‘niçin ya da ‘nasıl’ diye sormasını bilmeyen bir kuşağın gelmesi Türkiye’nin en önemli değişkenlerinden birisini oluşturuyor.
Yirminci yüzyılda bu kez Yeni Malthusçuluk diye bir yaklaşım çıktı ortaya. Gelişme yolundaki ekonomilerdeki hızlı nüfus artışının ekonomik kalkınmayı engelleyen en önemli meselelerden birisi olarak karșımıza çıktığını öne süren bu görüş, bu hızlı nüfus artışını doğum kontrolü ile önlemek gerektiğini öne sürdü. İlginç olan șey, doğum kontrolünün açlık tehlikesi nedeniyle değil daha çok, doğacak çocukların geleceği endişesiyle yapılmasıydı. Bu yaklaşım ve çağrı mesela Türkiye’de etkili oldu. Çocuklarına yeterli ve nitelikli eğitim verecek durumda olmadığını düşünen aileler çocuk sayısını sınırlamak için doğum kontrolüne başvurdular. İşin daha ilginci, doğum kontrolünü yapan ailelerin durumunun, çocuk sayısını sınırlamayan ailelere göre çok daha iyi olmasıydı. Hali vakti yerinde olmayan aileler meseleyi kadere bağlayarak birden çok çocuk yaparken, durumu göreceli olarak daha iyi olan aileler, çok çocuğa yeterli ve nitelikli bir eğitim olanağı sağlayamayacaklarını düşünerek doğum kontrolüne başvurdular. Bunun sonucunda çocuklarını yeteri kadar iyi yetiştiremeyecek ailelerin daha çok çocuğu oldu. Ve doğal olarak düşük eğitim düzeyindeki nüfus arttı.
Demokrat Parti iktidarına son veren 1960 askeri darbesi ilginç bir darbedir. Kimilerine göre devrimci bir atılım, kimilerine göre halkın yönetimine indirilmiş bir tokattır. 1960 darbesi gerçekte Demokrat Parti’nin, Marshall yardımıyla başlayan Amerikan hegemonyasına girmiş ekonomi çerçevesine karşı asker-sivil aydınların yaptığı bir darbedir. Ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sol yönetimlere kapıyı açmış tek darbedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ilerici, en özgürlükçü anayasası bu dönemde yapılmış olan 1961 Anayasası’dır.
Birçok yorumcu, yüzyıllar boyu Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde kurduğu mali egemenliğin temel aracı olan kapitülasyonlardan Lozan Antlaşması’yla kurtulan Türkiye’nin Marshall Planı uygulamasıyla yeniden Batı’nın mali egemenliği altına girdiğini iddia eder. Çünkü Türkiye, Marshall yardımıyla birlikte birçok alandaki girişimlerini bırakmak, bazı malların üretiminden vazgeçmek, Köy Enstitüleri’ni kapatmak ve onların yerine imam hatip okullarını açmak gibi hamlelere girdi ve Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yaptığı birçok atılımdan vazgeçti.
Mustafa Kemal, Nutuk’ta Osmanlı borçları meselesini şu ifadelerle anlatıyor: “Osmanlı hükümdarları ve yakınları , debdebe ve gösteriş içinde yaşayabilmek için ülke ve ulusun bütün servet ve kaynaklarını kuruttuktan başka, ulusun her türlü çıkarlarını peşkeş çekerek, devletin onur ve şerefini feda ederek birçok dış borçlanmalar yapmışlardı. O kadar ki, devlet bu dış borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünyanın gözünde iflas etmiş sayılmıştı.”
Bir toplumun inanç, gelenek, alışkanlık gibi konulardaki ortaklaşa yaklaşımlarına sosyokültürel yapı deniyor.
Eğer yolsuzluk olayla sınırlı kalmayıp yayılır ve sisteme egemen hale gelirse o zaman sistem kapitalizm olmaktan çıkıp ahbap çavuş kapitalizmine dönüşüyor. Birisinde yolsuzlukların sistemi bozması söz konusu iken ötekinde (ahbap çavuş kapitalizminde) yolsuzlukların sistem haline getirilmesi söz konusu oluyor. Ahbap çavuş kapitalizminin önlenmesinin bir tek yolu var: Hukuku üstün kılmak. Bir ülkede yargı bağımsızsa yani hesap sorulabilirlik tartışılmaz bir noktaya gelmişse o ülkede ahbap çavuş kapitalizmi yaygınlık kazanamaz. Belki tek tük olaylarla ortaya çıkar ama sistemleşemez. Hukukun yalnızca bireylere karşı değil devlete karşı da üstün kılındığı ve hesap sorduğu, siyasetçinin hiçbir istisnaya tabi olmadan yargı karşısına çıkarılabildiği yerlerde denetimler doğru yapılır, önlemler alınır ve ahbap çavuş kapitalizmi yerleşemez.
Türkiye ahbap çavuş kapitalizminin tam ortasında yer alan ülkelerden birisi. İş dünyasıyla, medyasıyla, sendikasıyla, üniversitesiyle, bürokrasisiyle, bağımsız olması gereken kurumlarıyla siyasal iktidarla bütünleşme zorunluluğu içinde görünüyor. Aksi takdirde iş yapma ya da yaşama şansı yok denecek kadar az.
2014 yılında Manisa’nın Soma ilçesinde kömür madeninde yaşanan ve 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan facia, ahbap çavuş kapitalizminin tipik bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Siyasal iktidarla ve kamu görevlileriyle iç içe olduğu için yeterince denetlenmeyen ve birçok eksikliğine karşın çalıştırılmaya devam edilen bir maden ocağı işletmesi sonuçta bir facianın ortaya çıkmasına yol açtı. Olaydan önce hiç sesi çıkmayan sendika, olaydan sonra bile sesini çıkaramadı.
Kapitalizmin temelini oluşturan serbest piyasa ekonomisinin özelliklerini taşıyor görünen ama aslında siyasal iktidara yakınlıkları olanlara farklı ve özel uygulamalar yapan ekonomik sisteme ahbap çavuş kapitalizmi (ya da eş dost kapitalizmi) adı veriliyor. Ahbap çavuş kapitalizminde işadamları işlerini, siyasal iktidar ve bürokratlarla olan yakın ilişkilerine dayanarak kural dışı uygulamalardan, ayrıcalıklardan yararlanarak yürütüyorlar.
Siyasal iktidarın ve onun talimatı altında bürokrasinin verdiği izinler, ihaleler, teşvikler ve destekler, ahbap çavuş kapitalizminin başlıca alanını oluşturuyor.
Ahbap çavuş kapitalizmi, bu tür işlerin arada bir yapıldığı bir düzenin değil bu tür İşlerin sistemleştirildiği ve kurallara uygun olarak yapılması gerekenlerin yerini aldığı sistemin adı. Yasal olmayan ya da kurallara aykırı işler bir veya birkaç alanda bir veya birkaç kez tekrarlanıyorsa buna ahbap çavuş kapitalizmi yerine yolsuzluk demek daha doğru olur. Eğer bu tür ilişkiler süreklilik göstermeye başlamışsa, siyasal iktidarla veya onun görevlileriyle çıkar ilişkisine girilmeden ihale alınamıyorsa ya da kamu ihalelerini almak için siyasal iktidarın yakınında olmak gerekiyorsa yani olay sistemleştirilmişse o zaman ahbap çavuş kapitalizmi yerleşmiş demektir.
Ahbap çavuş kapitalizmi iki şekilde ortaya çıkıyor: (1) Siyasal iktidar sahipleri ya da bürokratlar, bazı işleri yapmak için işadamlarıyla çıkar işbirliğine girebilirler. (2) Siyasal iktidar sahipleri, kazancı paylaşabilecekleri işadamlarına ihaleleri, işleri verdirip kendisine bağlı şirketleri desteklerler. İlki olaya özgü olduğu için sistemik bir risk oluşturmayabilir ama ikincisi sistemi ele geçirmeye yönelik olduğu için sistemik risk oluşturabilir. İkincisi, bazı hallerde ilkinin sistemin tümüne yayılmasıyla ortaya çıkıyor. Başlangıçta bu ilişkiler bir iki konuda ve bir iki işte ortaya çıkarken giderek yaygınlaşıyor ve her konuda yeraltı tarifeleri ve yeraltı ilişkileri gelişmeye başlıyor. Sonunda sisteme girebilmek için siyaset- kamu görevlisi-yandaş işadamı üçgeninin içine girmek gerekiyor. Bu üçgenin dışında kalanlar ya küçük işlere razı oluyor ya da sisteme girmenin yolunu arıyor.
Bugün büyük bir buluş gibi takdim edilen yap-işlet-devret projelerini Osmanlı yönetimi bundan 150 yıl
önce demiryollarını, tramvay yollarıinı yaptırmak için kullanmıştı. Gelirlerin erken tahsilini saglayan modelleri devreye sokmuştu. Ama bunların hiçbiri imparatorluğun mali bağımsızlığını geri almasına yetmedigi gibi bağımsızlığın iyiden iyiye kaybında rol oynamıştı.
Ahbap çavuş kapitalizminin önlenmesinin bir tek yolu var: Hukuku üstün kılmak. Bir ülkede yargı bağımsızsa yani hesap sorulabilirlik tartışılmaz bir noktaya gelmişse o ülkede ahbap çavuş kapitalizmi yaygınlık kazanamaz.( ) Hukukun yalnızca bireylere karşı değil devlete karşı da üstün kılındığı ve hesap sorulduğu, siyasetçinin hiçbir istisnaya tabi olmadan yargı karşısına çıkabildiği yerlerde denetimler doğru yapılır, önlemler alınır ve ahbap çavuş kapitalizmi yerleşemez.
Sonunda sisteme girebilmek için siyaset-kamu görevlisi-yandaş işadamı üçgeninin içine girmek gerekiyor. Bu üçgenin dışında kalanlar ya küçük işlere razı oluyor ya da sisteme girmenin yolunu arıyor.
Yasal olmayan ya da kurallara aykırı işler bir veya birkaç alanda bir veya birkaç kez tekrarlanıyorsa buna ahbap çavuş kapitalizmi yerine yolsuzluk demek daha doğru olur. Eğer bu tür ilişkiler süreklilik göstermeye başlamışsa, siyasal iktidarla veya onun görevlileriyle çıkar ilişkisine girilmeden ihale alınamıyorsa ya da kamu ihalelerini almak için siyasal iktidarın yakınında olmak gerekiyorsa yani olay sistemleştirilmişse o zaman ahbap çavuş kapitalizmi yerlemiş demektir.
Kapitalizmin temelini oluşturan serbest piyasa ekonomisinin özelliklerini taşıyor görünen ama aslında siyasal iktidara yakınlıkları olanlara farklı ve özel uygulamalar yapan ekonomik sisteme ahbap çavuş kapitalizmi (ya da eş dost kapitalizmi) adı veriliyor.
Günümüz dünyasında hareket serbestliği olmayan tek üretim aracı emektir.
Sputnik 1’in uzaya çıkışıyla ateşlenen soğuk savaş, yalnızca ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan bir uluslararası rekabet değildir. Bu, aynı zamanda kapitalizm ile sosyalizm arasında başlayan, hangi sistemin daha başarılı olacağını kanıtlama savaşıydı.
Adeta Adam Smith’in görünmez elinin gelip ekonomiyi kurtarması bekleniyordu.
Fatih Sultan Mehmet’in bilgisi, görgüsü, dünya görüşüyle son dönem padişahlarının bilgisi, görgüsü ve dünya görüşü arasında dağlar kadar fark vardı.
Avrupa’da sanayi devrimine giden yol ve sanayi devrimi sonucunda sanayi ve ticaret burjuvazisine dönüşen esnaf, Osmanlı İmparatorluğu’nda böyle bir dönüşüm yaşayamadı. Çünkü bu dönüşümün olabilmesi için Avrupa devletlerinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun da aydınlanma çağına girmesi, eğitim sistemini değiştirmesi, keşiflere ve icatlara açık bir topluma dönüşmesi gerekiyordu. Bunların hiçbiri olmadı. Olmamasının birçok nedeni var kuşkusuz ama temel neden, imparatorluğun bilimden uzak kalmasıdır. Yüzyıllar önce medreselerde okuttuğu bilimlerin çoğunun yerine din dersleri koyan Osmanlı İmparatorluğu, bilimle ilgisini kaybetti. Bu yapı imparatorluğun sanayi devrimine girememesinin temel nedenlerinden birisidir.
Tablo, günümüzün en önemli sanayi ülkelerindeki verilere dayanarak, sanayi devrimi ve onunla birlikte egemen olan kapitalist sistemin dünyanın ekonomik gelişmesine yaptığı katkıyı ortaya koyuyor. 1850 yılını kabaca ikinci sanayi devriminin başlangıcı olarak alırsak Milat’tan itibaren 1850 yıldaki gelişmenin sonraki 160 yılda katlanarak arttığını görebiliyoruz. Bununla birlikte asıl sıçrama son 65 yılda yaşanmış görünüyor. 1970’lerde başlayan otomasyon ve onu izleyen dijital devrimin, sanayi kapitalizmini çok daha hızlı bir büyümeye itmiş olduğu anlaşılıyor.
Özetle sanayi devrimi ve kapitalizm işbirliğinin dünya ekonomik gelişmesini son derece hızlandırdığını söyleyebiliriz. Ne var ki sanayi kapitalizminin bu hızlı gelişiminin çevre koşullarını ve sosyal yaşamı bozucu etkiler yarattığını göz ardı etmek mümkün değildir.
Siyasetçilerin karar alırken, insanların oy verirken baktıkları konular, bugün artık geçmişteki konulardan farklılaşmış durumda. Geçmişte insanlar toplumsal meselelerle çok daha fazla ilgiliyken bugün meselelere daha çok kendi çıkarları açısından bakıyorlar.
Atatürk’ün yaptığı reformlar, mesela kadın erkek eşitliğine ilişkin ilk adımlar bir paradigma değişimiydi. Bunun toplum tarafından benimsenmesi ve kadınların gerçekte erkeklerle eşit konuma yükselmeye başlaması ise dönüşümü ifade ediyor. Yasaların dinsel temelli olduğu şeriat hukuku sisteminden yasaların yaşam temelli olduğu hukuk sistemine geçilmesine ilişkin adımlar atıldığında yasaların bu yeni düzene göre değiştirilmesi paradigma değişimiydi. Buna karşılık bu yeni hukuk sisteminin toplumca benimsenmesi ve mahkemelerle uygulanmaya başlaması ise dönüşümdü.
En büyük erdem, insanın kendisine zorla kabul ettirilenlere başkaldırabilmesidir.
Zengin ailelerin bir bölümü burjuva değerlerine özeniyorlar, lüks evlerde oturuyor, lüks otomobillere biniyor, kışın yurtdışında kayak tatiline gidiyorlar, çocuklarını yurtdışında okutuyorlar ama yalnız başlarına kaldıklarında arabesk müzik dinliyorlar.
Dinsel devlet yönetimi konusunda aynı düşünceyi savunuyor gibi görünen tarikatlar iş iktidar meselesine gelince kavgaya giriyorlar.
❝ Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendirmezse aynı acıları çekmeye mahkumdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar. ❞
“Bir anlamda düşünce katılığına tutulmak yeni bir durumu düşünememe ya da reddetme sonucunu yaratabilir.”
“ Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendirmezse aynı acıları çekmeye mahkumdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalır. “
Her şey ifade özgürlüğü ile başlar. Düşündüklerinizi ifade etmenize izin verilmiyorsa düşünceyi ilerletme imkanınız da yok demektir.
Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendiremezse aynı acıları çekmeye mahkûmdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar.
Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendiremezse aynı acıları çekmeye mahkûmdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından girdiği kurtuluş savaşından yeni çıkmış Türkiye’de insanlar yorgun, bitkin, fakir ve dünyadan soyutlanmışlardı. Bütün bu yorgunluk, bitkinlik, fakirlik ve yalnızlığa karşın Cumhuriyet’i kuranlar onurlu, gururlu ve umutluydular.
Bütün tarih boyunca ABD imparatorluğundan daha terörist bir devlet görülmemiştir. Yanke imparatorluğu çökecektir ve bu çöküş bu yüzyıl içinde olacaktır. Venezuella Devlet Başkanı Chavez/ 2009, Rusya.
Ahbap çavuş kapitalizminin önlenmesinin bir tek yolu var; hukuku üstün kılmak. Hukukun yalnızca bireylere karşı değil devlete karşı da üstün kılındığı ve hesap sorduğu, siyasetçinin hiçbir istisnaya tabi olmadan yargı karşısına çıkarılabildiği yerlerde denetimler doğru yapılır, önlemler alınır ve ahbap çavuş kapitalizmi yerleşemez.
Ahbap çavuş kapitalizminde işadamları işlerini, siyasal iktidar ve bürokratlarla olan yakın ilişkilerine dayanarak kural dışı uygulamalardan, ayrıcalıklardan yararlanarak yürütüyorlar.
Savaşın getirdiği bütün olumsuzluklara karşın bu dönemde Köy Enstitüleri’nin kurulması önemli bir girişimdi.
Küreselleşme dört aşamada gelişti: (1)Küreselleşme ilk olarak savaşlarda ortaya çıktı. Eskiden bölgesel olan savaşlar Birinci Dünya Savaşı ve özellikle İkinci Dünya Savaşıyla birlikte küreselleşti. (2) İkinci aşamada ekonomi küreselleşti. Sermaye hareketlerinin bütün dünyada serbest bırakılması kapitalizmi küresel bir sistem halime getirdi. (3) Kapitalizmin küresel sistemin uygulama modeli halime gelmesiyle birlikte kültür alanında da bir küreselleşme yaşanmaya başladı. Kapitalizmin doğup büyüdüğü yer olan Batı’nın modası, yaşamı yorumlayışı, yiyecekleri, içecekleri, müzikleri bütün dünyaya egemen oldu. (4) En sonunda da krizler küreselleşti. Sermaye hareketlerinin bu kadar serbest kalması finansal zaafların bir ülkeden ötekine kolayca bulaşmasına yol açtı. Bu gelişmeler; eskinin yerel, bölgesel krizlerini küresel düzeye taşıdı.
Türkiye, ahbap çavuş kapitalizminin tam ortasında yer alan ülkelerden birisi. İş dünyasıyla, medyasıyla, sendikasıyla, üniversitesiyle, bürokrasisiyle, bağımsız olması gereken kurumlarıyla siyasal iktidarla bütünleşme zorunluluğu içinde görünüyor. Aksi takdirde iş yapma ya da yaşama şansı yok denecek kadar az.
Düşündüklerinizi ifade etmenize izin verilmiyorsa, düşünceyi ilerletme imkanınız da yok demektir
Gerçek yaşamda karşılaşılan olayları basite indirgeyerek, sınıflandırarak ve geneleştirerek anlatmak için kullanılır.
Ne kadar iyi basitleştirilmiş, ne kadar iyi sınıflandırma yapmış ve ne kadar esaslı genelleştirme olursa olsun ulaştığı sonuçlar gerçek yaşama uymuyorsa o teori işe yaramaz.
Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, hataları değerlendirmezse aynı acıları çekmeye mahkumdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar.
Piyasanın yaşamdan ayrışmasının yalnızca finansal piyasalarda değil ekonomide, sosyal yaşamda, siyasette ve dış siyasette önemli etkiler yarattığı açık bir biçimde görülebiliyor. Siyasetçilerin karar alırken, insanların oy verirken baktıkları konular, bugün artık geçmişteki konulardan farklılaşmış durumda. Geçmişte insanlar toplumsal meselelere çok daha fazla ilgiliyken bugün meselelere kendi çıkarları açısından bakıyorlar.
Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendiremezse aynı acıları çekmeye mahkumdur.
Yapısal reform mutlak monarşiyi cumhuriyete dönüştürebilmektir, laikliğin ilke olarak kabul edilmesidir, eğitimin dinsel temelden bilimsel yapıya dönüştürülmesidir, dünyada pek az ülkede varken kadınlara erkeklerle eşit haklar verebilmektir.
Türkiye, ahbap çavuş kapitalizminin tam ortasında yer alan ülkelerden birisi.
Atatürk ün yaptığı reformlar, mesela kadın erkek eşitliğine ilişkin adımlar bir paradigma değişimiydi. Bunun toplum tarafından benimsenmesi ve kadınların gerçekten erkeklerle eşit konuma yükselmeye başlaması ise dönüşümü ifade ediyor.