İçeriğe geç

Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları Kitap Alıntıları – Ali Ayçil

Ali Ayçil kitaplarından Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları kitap alıntıları sizlerle…

Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları Kitap Alıntıları

Kendi hayatlarına bir kere bile göz gezdirme riskini göze almayan katmerleşmiş kuşağın, ‘başkalarına bir hayat tavsiye etmenin’ ne kadar lüzumsuz olduğunu anlaması, en azından bugün için zor görünüyor. Küçük bir kayığa, kocaman bir geminin yükünü yüklemeye benzeyen tavsiye yerine, o kayığın sularına inerek birkaç kürek çekmeye, ona eşlik etmeye ne vakti ne de takati var, mağrur büyükler aşiretinin. İşin aslı, hiçbir soruya verecekleri doğru dürüst cevap da yok. Onlar, üstlerine düşen vazifeyi, haddinden fazla yerine getirdiklerini düşünüyorlar. Bütün azametleri, bütün öfkeleri bunun için
Hayatın yüz vermediği insanların tarihinden bize kalan, kimsenin yazgısının dışına taşamayacağıdır. Her hayat, ancak kendi kader evini dolduracak kadardır. O evin ötesi başka hayatlara, başka kaderlere tahsis edilmiştir. Adımlarımız bir kere bile sınırı geçemeyecek, buna asla müsaade edilmeyecektir. Zaferler ve başarılar hak edenlerin değil, nasip edilenlerindir. İstesek de, izin verilmeyen bir kalbe giremyecek, kursağımıza pay edilmemiş bir yemişi çiğneyemeyeceğiz.
Gerçek bir tek acısına bile dokunamadığımız dünyanın, bütün acılarına merhem olmayı göze alacak kadar çocuktuk ve küçük bir baskıda paramparça olacak kadar naif.
“Beni çekip götürdüğün hiçbir yer sana ait değil! Uzak, senin yerin neresi?”
Evet, dünya belki çalılıklarla doludur, ama hayatta olmak zaten bunun için bir zafer değil midir?
Eğer yazmıyorsanız, dünyayla yazmaktan başka ortaklık kuramayanların, hiç yayınlanmamış hurufatlarının altında nasıl ezildiklerini nereden bileceksiniz.
Hayat kendisini insanların yüzünde sergiler. Ne edersek edelim yüzümüzü ondan kaçıramayız.
Kendi hayatlarına bir kere bile göz gezdirme riskini göze almayan katmerleşmiş kuşağın, başkalarına bir hayat tavsiye etmenin ne kadar lüzumsuz olduğunu anlaması, en azından bugün için zor görünüyor.
Zamanla şunu öğrendik:Biz mutsuz oldukça, hiçbir şey düzelmeyecek.
İnsanların ayrıntılara boğulmadığı günlerden kalma güzel bir cümle vardır:Göz gördü, gönül sevdi.
Meğerse annelerimizin de içinde, uzak diye bir yer kalmış dinledikleri masallardan
İçi ıssızlaşmış bir insana başkaları tarafından önerilebilecek bir hayat yoktur. Kendi kaybettiğimizi başkalarına aratmaktan vazgeçmedikçe, kendimizi kaybetmeye devam ederiz.
Dünyaya gelmekle dünyadan göçmek arasındaki her şey yalnızca bir ayrıntıdır
Kalbimizi defalarca daldırıp hayat için su çektiğimiz berrak bir göle benziyor anne.
Beklerken kavrıyoruz ki, bir hazzı var bekletmenin;bekleteni bile sabırsızlıktan tüketen garip bir haz bu.
Hayatta hiçbir rastlantı, aşk kadar pahalıya patlamamıştır
Sanıldığı gibi, insanı yıkan çektiği acılar değildir. İnsan, çektiklerini paylaşamadığı için kendi acısıyla söyleşmeye başladığında yıkılır.
Ancak üstünlüğümüzü kontrol etmek için irtibat kuruyoruz birbirimizle.
Hatası canlı olan, inattan çok nedamete; isyandan çok tövbeye yakın olandır.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kendi hayatlarına bir kere bile göz gezdirme riskini göze almayan katmerleşmiş kuşağın, başkalarına bir hayat tavsiye etmenin ne kadar lüzumsuz olduğunu anlaması, en azından bugün için zor görünüyor.
Bir tek yıldızı bile gözükmeyen göğün altında, göğsümüz nasıl isli, nasıl darmadağınık.
Ne yalan söyleyeyim, kimi zamanlar bize uzak bir yerdi dünya.
Mutlu, sorumsuz insanların arasına katılırsak, güneş vurmuş kar parçası gibi eriyeceğimizi düşünürdük. İçimizde, ancak mutsuzlukla tahkim edilen, ancak mutsuzlukla korunabilir bir yer vardı. O yer sayesinde sert ve diri durur, o yer sayesinde gözlerimizin dünyaya kamaşmasını engellerdik.
Gerçek bir tek acısına bile dokunamadığimiz dünyanın, bütün acılarına merhem olmayı göze alacak kadar çocuktuk; ve küçük bir baskıda paramparça olacak kadar naif .
Sürekli sallanıp duran dostluk eleğinin üzerinde zaten bir avuç insan kalmışken, yazgısı içimizden birini daha uzaklara savuruyor.
Kim bilir, belki de bağa bahçeye bunca düşkünlüğün altında, böylesine gizli bir arzu yatmaktadır. Uğurlayacak kimse kalmadığında , bir çiçek tarafından uğurlanmak.
Bütün insanlar ilk olmaktan ve sona kalmaktan korkuyorlardı.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Sonra içimizden kimileri, gittikçe bir Kafka romanın kahramanlarına dönüştüğümüzü fark ediverdiler.
Ancak birbirimizin kanını akıtarak anlayabiliyoruz
canlı olduğumuzu.
İnsan oluşumuzla en büyük aşinalığımız bu.
Sıcak kana dokununca diyoruz ki,
tamam, demek burası hala dünya!..
Hayatın yüz vermediği insanların tarihinden bize kalan, kimsenin yazgısının dışına taşamayacağıdır. Her hayat, ancak kendi kader evini dolduracak kadardır. O evin ötesi başka hayatlara, başka kaderlere tahsis edilmiştir. Adımlarımız bir kere bile sınırı geçemeyecek, buna asla müsaade edilmeyecektir. Zaferler ve başarılar hak edenlerin değil, nasip edilenlerindir.
Eğer yazmıyorsanız, dünyayla yazmaktan başa ortaklık kuramayanların, hiç yayınlanmamış hurufatlarının altında nasıl ezildiklerini nereden bileceksiniz!
Eskiden dünyada, görünüşte dağınık ama iç dünyaları derli toplu insanlar vardı. Oysa şimdikilerin dış görünüşleri derli toplu ama iç dünyaları dağınık.
Birisiydim ama ruh haritamda kendi yerimi bulmakta güçlük çekiyordum.
Nihayetinde ceviz sandıklar, kadına ait ve onun koruduğu koca bir mahremiyet ülkesi, tılsımlı bir ada, sahibi ile söyleşen sırlı bir arkadaştır. Para kasaları ise erkeğin her şeyi ifsat eden gücünün loş deposu, bozulmuş bir sahil, içinde kirli ellerin parmak izleri bulunan karanlık bir mağaradır. Hülasa biri ak, ötekisi karadır.
Adını zaman koyduğumuz usta, içimizde salınan günlerin ruhumuzda bıraktığı izleri alır ve bize hissettirmeden suratımıza işleyiverir.
Dünyaya gelmekle dünyadan göçmek arasındaki her şey yalnızca bir ayrıntıdır.
Sanıldığı gibi insanı yıkan çektiği acıları değildir.
Hayat pek çok sıradan durumun bir çanakta kaynaşmasından başka nedir ki?
Hayat kendisini insanların yüzünde sergiler.Ne edersek edelim yüzümüzü ondan kaçıramayız.Adını zaman koyduğumuz usta,içimizde salınan günlerin ruhumuzda bıraktığı izleri alır ve bize hissettirmeden suratımıza işleyiverir…
Bize yalnızca güzel olanın hikayesi anlatıldı. Bu yüzden ilkin insanları iyi ve kötü diye değil, güzel ve çirkin diye ayıklamasını öğrendik.
Babam nerede? sorusu, insan yavrusunun sorduğu en ağır, en alıngan sorulardan biridir. Çünkü annenin nerede olduğunu sormaz çocuk. O başından beri hep burada, yanı başındadır.
Hayat kendisini insanların yüzünde sergiler. Ne edersek edelim yüzümüzü ondan kaçıramayız. Adını zaman koyduğumuz usta, içimizde salınan günlerin ruhumuzda bıraktığı izleri alır ve bize hissettirmeden suratımıza işleyiverir.
Belki de, Nuh Tufanı’ndan beri hepimizin bilinçaltında, bir tufan endişesi saklı duruyor. Peki, ya geleceğin büyük tufanı günlere bölüştürüldüyse ;her gün o günün payına düşen tufanı yaşıyorsak
Kalbimizi defalarca daldırıp hayat için su çektiğimiz berrak bir göle benziyor anne.
“Efendim
Sen bir çölü yeşertiyordun;
biz ise nerede bir yeşerti görsek hemen çöle döndürüyoruz.”
“Efendim

Senin son sözlerini duymak için kulak kesilmiş o yüz bin insanın, su bile sızdırmayan saflarını tutacak omuz yok bizde.
Bizim omuzlarımız ne zaman yan yana gelse, bir mesafe hesabına tutuşuyoruz:
Hangimiz hangimizden kaç parmak daha uzun.
Ancak üstünlüğümüzü kontrol etmek için irtibat kuruyoruz birbirimizle.”

Ey kaderimizin sahibi

Artık içimiz bütün rüzgarlara açık.
Ne bir sınır, ne bir elek var dünyayla aramızda.
Bizi saklı tutan perdeyi yine biz yırttık; makasımız hâlâ keskin, ama iğne yok yanımızda.
Şimdi yakarıyoruz: Bizi dünyadan sen sakla!
Yani biz, bir bardağa dökülen suya bakınca, her seferinde: “Ey su, nasıl da berraksın” diyebilelim, hayretle.

“Nedir aşka düşmek?
Aşk için ölmek ne?”
“Dünyanın dönüşü başımızı döndürmüyor artık.
Çünkü dönüp bakmıyoruz akıp duran bulutlara.”
“İlkin insanları iyi ve kötü diye değil, güzel ve çirkin diye ayıklamasını öğrendik.”
Sanıldığı gibi, insanı yıkan çektiği acılar değildir. İnsan, çektiklerini paylaşamadığı için, kendi acısıyla söyleşmeye başladığında yıkılır.
“Yaşamak ve inanmak güzeldir…”
“Doğan her çocukta, alınan her nefeste, her buluşmada ve ayrılıkta ne kadar çok sır saklıdır.”
“Yukarıda güneş bütün zalimlikleri unutturacak kadar parlak, ay gecenin cinlerinin yarışamayacağı kadar rahvandır.”
“Kadınlar tarafından kandırılmakta eşi bulunmayan erkekler, kendilerini işe yaramaz egemenlikleriyle oyalaya dursunlar, perdenin arkasındaki kadınlar, hayatı canlarının istediği gibi şekillendirirler.”
Ataerkil toplumlarda “erkeğin her şeye egemen olduğu” görüşünü komik bir yalana dönüştürüyor üvey annenin varlığı.
“Anne dışında herkes kayıptır; annemizi burada, yanımızda tutan her ne ise ona sıkıca sarılmaktan başkaca çaremiz yok.”
“Babam nerede?” sorusu, insan yavrusunun sorduğu en ağır, en alıngan sorulardan biridir.
“Bir boş gezen değiliz; öyle olsa arada bir gökyüzünü ve durgun zamanı hatırlar, içleniriz.”
“Hafız! Sence çocuklar
Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi…”
“Gerçek bir tek acısına bile dokunamadığımız dünyanın, bütün acılarına merhem olmayı göze alacak kadar çocuktuk ve küçük bir baskıda paramparça olacak kadar naif.”
“Zaman nasıl da tenhalaştırdı hayatımızı.”
“Zamanla şunu öğrendik: Biz mutsuz oldukça, hiçbir şey düzelmeyecek.”
“Ne yalan söyleyeyim, kimi zamanlar bize uzak bir yerdi dünya.”
“İçimizde ancak mutsuzlukla tahkim edilen, ancak mutsuzlukla korunabilen bir yer var. O yer sayesinde sert ve diri durur, o yer sayesinde gözlerimizin dünyaya kamaşmasını engellerdik.”
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir