İçeriğe geç

Emanet Kitap Alıntıları – Fatma Erdek

Fatma Erdek kitaplarından Emanet kitap alıntıları sizlerle…

Emanet Kitap Alıntıları

Sen de aşkı gözünde çok büyütme, genç adam. Sanıldığı kadar ilahi ya da fantastik bir yani yoktur. Öyle olsa, mitolojide çıplak, tombul bir çocuğun elindeki ok olarak sembolize edilir miydi ? Evet; aşk bir maraz ama komplike değil. Basit, dümdüz ve hızlı bir şeydir.
Doğum ve ölüm arasında kaç yıl geçerse geçsin, bir gün batımı kadar kısaydı.
Bir renk karmaşasıydı hayat. Acının siyahı, mutluluğun beyazı, hüznün sarısı, sevginin yeşili, umudun mavisi Ve insan duyguları gökkuşağına benziyordu. En soğuk ve en sıcak renkler birbirine yaslanıyor, birbirinden besleniyordu.
Sessiz ve sözsüz konuşulur mu ? Elbette Bir çift göz, bedenin olduğu gibi, duyguların da sözcüsü olur. Kimi kırgın bir çiçek, kimi şefkatin yumuşacık kabuğu Kimi hiddetle, kimi göller gibi durulur Kimi savrulur aşkla, kimi yorulur İşittikleri yanıltır insanı fakat gözler aldatmaz.
Hayat, yaptığımız hatalardan ve işlediğimiz günahlardan ibaret uzun bir yolculuktu.
Aşklar türlü türlü olurdu. İnsan defalarca aşık olurdu. Ömür neler neler görürdü. Fakat hepsi gelip geçer, sadece İLK AŞK, bir yara gibi Kanardı insanın Yüreğinde.
Mutlu değilsen, sahip olduklarının bir anlamı yok..
“Susmak kabullenmekti çoğu zaman .”
Susmak, kabullenmek demekti çoğu zaman.
Sessiz ve sözsüz konuşulur mu? Elbette Bir çift göz,  bedenin olduğu gibi, duyguların da sözcüsü olur. Kimi zaman nefreti haykırır,  kimi zaman sevgiyi fısıldar Kimi kırgın bir çiçek,  kimi şefkatin yumuşacık kabuğu Kimi kabarır hiddetle, kimi göller gibi durulur Kimi savrulur aşkla, kimi yorulur İşittikleri yanıltır insanı fakat gözler aldatmaz.
Oysa sevdanın milliyeti,  cinsiyeti,  memleketi yoktu. Gönül,  sevdiğine yakın olmak istiyordu her yerde.
O nerede olursa olsun hep benimdi, Cihan. Benim içimdeydi, benim gölgemdi, kıblemdi.
Kendimi, asla dışarıya çıkamayacağım bir zindanda bulmuştum.
Artık onu eskiden olduğu kadar sık düşünmüyor olsam da, kalbimdeki yerini özenle koruyordum. Onun yerine kimseyi sevememiştim. Hiçbir kadına, ona baktığım bir hevesle ve heyecanla bakmamıştım. Onu özlüyordum, sılayı özler gibi Olgunlaştıkça, onun sadece hayatımın değil, bedenimin de bir parçası olduğunu anlamıştım. Elim gibi, kolum gibi Gözüm, kulağım gibi Bu yüzdendir, yokluğunu bu denli hissedişim. Eksilmiştim.
Mevsim’i şeffaf bir ten gibi üzerime gitmiştim. Nefesim gibi içime çekmiştim. Kalbimi, ruhumu, hissimi emrine vermiştim. Ben, ben olmaktan çıkmıştım. Bir erkek, bir kadını ne kadar sevebilir? Canı kadar mı? Bir insan için en kıymetli nedir? Can mı? Ben Mevsim’i canımdan çok sevmiştim.
Hayat, yaptığımız hatalardan ve işlediğimiz günahlardan ibaret uzun bir yolculuktu.
Gurbet, uzaklarda olmak değil, kalabalıklarda yalnızlıktı.
Acımı içime, ruhumu dört duvar arasına sığdıramıyordum. Bedenimden dışarıya taşmaya hazır bir kasırga vardı.
Aşk da çoğu zaman komiktir, Cihan. İnsana olmadık işler yaptırır, şaşırtır, aptallaştırır. Biliyor musun, ben aşktan çok sevginin gücüne inanırım.

Kadınlar tam tersini düşünür sanıyordum.

Belki Ama ben, aşk sevgiye evrilmeyi ve yaşamayı başarabilmişse, işte ona gerçek aşk derim. Diğeri gelip geçici bir vurgun, bir kalp çarpıntısıdır.

İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Kalp kırmak, küçümsemek, insanlara sınıf ölçüleri biçmek onub bildiği tek dildir.
Kalbim bir kuşun kanadında gökyüzüne doğru yükseliyordu sanki.
Öyle ya Kendisi de onca kırgınlığına rağmen gelmişti. Böyle zamanlarda kimse kimseye yasaklar koyamazdı. Yaşarken edinilen yeminlerin, ölümün eşiğinde hükmü kalmazdı. İnsanın daha önce hiç bilmediği sorulardan oluşan bir sınavdı bu.
Geçmişi geri getirmenin mümkünü yoktu elbette. Herkes günahlarının bedelini eninde sonunda ödeyecekti. İnsanoğlunun kiminde vicdanının sesi adaletin kılıcı olurdu.
Bazı gerçekler vardır ki, savunması yoktu. İnsan, bazı durumlarda hem haklı hem de suçlu olabiliyordu.
Onu herkesten, her şeyden çok seviyordum. Kalbimin, bedenimin neresinde olduğunu o öğretmişti bana. Göğsümün sol tarafında sımsıcak bir ateş yakmıştı. Onun o güzel yüzünü göremediğim her an harlanan ve ömrümün sonuna kadar yanacak olan bir ateşti.
Onca yolu geldikten sonra, kaçıp gitmenin, aynı şehirde başka bir binada saklanmanın anlamı yoktu. Kalbindeki ses, o huzursuz, rahat vermeyen ses Onu orada olmaya zorlayan o çığlık İçinde gizlenen başka bir Cihan O eksik, yarım, kırık kalp
Ben sana, sen bana hasret
Hatırladığı kadarıyla o konaktaki en somut his, duygusuzluktu. Kimse kimsenin halini hatırını sormazdı. Kimse kimsenin mutluluğuna ya da mutsuzluğuna bakmazdı. Kalplerindeki soğukluk, donuk yüz ifadeleriyle dışa vururdu. Belki de bu yüzden hep soğuk bir yerde hissetmişti kendini.
Anlamıştı ki, sonsuz vedalara, hırçın tavırlar, aceleci ve kırıcı sözler yeterli olmuyordu. Ağır ağır, acıyarak, acıtarak ve kanatarak açmak gerekiyordu yarayı.
Onunla yaşadığı yıllar bir film şeridi gibi geçiyordu zihninden. Ona, gördüğü ilk gün aşık olmuştu. Yorulmadan, azalmadan, her gün biraz daha çoğalarak, sonsuza dek yanacak bir ateş gibi sarmıştı yüreğini. Üstelik hiç karşılık beklemeden
Başkalarının yanındayken duygularını kalbinin duvarları arasına kilitler, yalnız kaldıklarında o kilitleri açardı.
Aşkım tam olarak ne olduğunu ya da neye benzediğini bilmiyordu. Olsa olsa, acılı dizelere cilalı kelimeler dokumak için durmaksızın tekrarlanan, gerçekte var olmayan bir masaldı..
Gurbet, uzaklarda olmak değil, kalabalıklardaki yalnızlıktı
Susmak, kabullenmek demekti çoğu zaman.
Yazık ki,bizim oralarda ölmek kolay ama sevmek zordu.
Oysa bizim oralarda kaderler bile birbirine benziyordu. Beyi, ağası, kahyası, köylüsü, yanaşması Herkes, o zalim namlunun karşısında gözlerini kapatmış bir şekilde, sıranın kenfisine gelmesjni bekliyordu. Öyle ki, törenin uğramadığı ocak, vurmadığı alın yoktu.
Hayat dedikleri de bundan farklı değildi.  Doğum ve ölüm arasında kaç yıl geçerse geçsin, bir gün batımı kadar kısaydı.
Dokunmuş, kullanılmış ve yıpranmış bir giysiydi geçmis. Öyle bir çırpıda, dağılmadan, kopmadan sökülmüyordu.
Benim pişmanlıklarım, yaptıklarımdan daha çok yapamadıklarıma, keşke biraz daha yürekli ve birkaç yaş daha büyük olsaydım o zamanlar.
Susmak, kabullenmek demekti çoğu zaman.
Oysa bizim oralarda kaderler bile birbirine benziyordu. Beyi, ağası, kâhyası,köylüsü, yanaşması
Herkes, o zalim namlunun karşısında gözlerini kapatmış bir şekilde, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Öyle ki, törenin uğramadığı ocak, vuramadığı alın yoktu
Aşk, insanı hem yıkan hem de ayakta tutan şeydi.
Fakat güzelliğin terazisi, tartısı bakan gözdeydi. O gözden kalbe giden sözdeydi. Bir gülüş, bir koku, bir ses ve özdeydi
Mutlu değilsen, sahip olduklarının bir anlamı yok
Zaman, emek, sabır gerekiyordu. Üstelik incelmiş bağlardan, yeniden sağlam düğümler yapmak zordu
İnsanın kalbinin sesine direnmeye çalışması kadar zor bir şey yokmuş .
Gurbet, uzaklarda olmak değil, kalabalıklardaki yalnızlıktı..
Bir renk karmaşasıydı hayat. Acının siyahı, mutluluğun beyazı, hüznün sarısı, sevginin yeşili, umudun mavisi… Ve insan duyguları gökkuşağına benziyordu. En soğuk ve en sıcak renkler birbirine yaslanıyor, birbirinden besleniyordu.
“Kaçtıklarımız aynı zamanda özlediklerimiz oluyor sanırım. Bu kimi için birileri oluyor, kimi için bir yerler Sonuçta bir şekilde geriye dönülüyor işte.”
Kim daha suçlu, kim daha haklı kavgasına girdiklerinde, varabilecekleri tek menzil yeni bir ayrılıktı.
Hayat, yaptığımız hatalardan ve işlediğimiz günahlardan ibaret uzun bir yolculuktu.
Gurbet, uzaklarda olmak değil, kalabalıklardaki yalnızlıktı. En çok da, onun içindeki ıssızlıktı.
Mevsim ne bahardı artık, ne yaz, ne de kiş
Bir avuç küldü sadece. Öylesine renksiz, öylesine solgundu.
İçinde fırtınalar kopan bir adam, yakınında kimseyi istemez.
Etrafı düşünmek yerine, kalbin sesini dinlemek doğruydu belki.
Belki her olasılığı ince ince formüllerle çözmek gerekmiyordu. Belki göründüğünden daha basit ve daha kolaydı hayat.
Her yangın, ufacık, zararsız denilen kıvılcımlardan doğuyordu.
Yaşımdan kaç mevsim geçerse geçsin, kalbimin mevsimi hiç değişmedi.
“Öyle seviyorum ki ” dedim ve kalbimi gösterdim. “Şurası patlayacak gibi, Nizam.”
Ağlamak iyiydi. Belki içindeki yaraya iyi gelirdi. Fakat birkaç damla yaşla temizlenmeyecek kadar da derindi.
Zaman hiç ilerlemiyor gibiydi. O sahne, bir fotoğraf karesine hapsolmuş ve donmuştu.
Kimin kimi teselli ettiği belli değildi artık. Kendini güçlü hisseden diğerinin elinden tutuyor, düştüğü çukurdan çekiyor ve destek oluyordu.
Dilinin kıyısında iki sözcük saklamıştı. Elveda ya da merhaba
Hangisi?
Sadece bu vardı zihninde, sadece bunu düşünüyordu.
Doğum ve ölüm arasında kaç yıl geçerse geçsin, bir gün batımı kadar kısaydı.
Gönül, sevdiğine yakın olmak istiyordu her yerde.
Hayat, yaptığımız hatalardan ve işlediğimiz günahlardan ibaret uzun bir yolculuktu.
Sessiz ve sözsüz konuşulur mu? Elbette Bir çift göz, bedenin olduğu gibi, duyguların da sözcüsü olur. Kimi zaman nefreti haykırır, kimi zaman sevgiyi fısıldar Kimi kırgın bir çiçek, kimi şefkatin yumuşacık kabuğu Kimi kabarır hiddetle, kimi göller gibi durulur Kimi savrulur aşkla, kimi yorulur İşittikeri yanıltır insanı fakat gözler aldatmaz.
Ne yazık ki aşkın, hakkı hukuku yoktu. Adaleti, şirazesi, terazisi yoktu. Kimi kibrit çöpü kadar kısa yanıp sönerken, kimi bir ömür sürüyordu. Birbirine benzemiyordu hiçbiri. Kimi büyük tutkular ve delice arzularla sarsıyordu insanı Kızıl bir ateşin damgasını vuruyordu değdiği yere. Kimi kalbe huzur estiren, uyumlu, olgun bir melteme benziyordu. Yorgun ömrün son huzur durağı oluyordu.
Mutlu değilsen, sahip olduklarının bir anlamı yok.
Korkuyu kilit altına alıp, cesaretin peşine takılmak gibiydi
Sevgi ile nefretin nasıl bu kadar iç içe geçtiğini anlamıyordu. Oysa yanıtı kolaydı. Bir renk karmaşasıydı hayat. Acının siyahı, mutluluğun beyazı, hüznün sarısı, sevginin yeşili, umudun mavisi Ve insan duyguları gökkuşağına benziyordu. En soğuk ve en sıcak renkler birbirine yaslanıyor, birbirinden besleniyor.
Kaçtıklarımız aynı zamanda özlediklerimiz oluyor sanırım. Bu kimi için birileri oluyor, kimi için bir yerler Sonuçta bir şekilde geriye dönülüyor işte.
Oysa sevdanın milliyeti, cinsiyeti, memleketi yoktu. Gönül, sevdiğine yakın olmak istiyordu her yerde.
Her kıvılcım, filizleneceği, büyüyeceği ve kök salacağı bir aşkı hak ediyordu. Bitecekse de böyle bitmeliydi. Çünkü biliyordu ki, aşk yaşanmadan ölmüyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir