Hugh Howey kitaplarından Kum kitap alıntıları sizlerle…
Kum Kitap Alıntıları
“Emirleri verenler asla hak ettiklerini bulmazlar. Lordlar kulelerinde, haydutlar çadırlarında keyif çatarken başkaları kendilerini havaya uçurur.”
Başkalarından övgü bekleyenler ,mutluluklarını başka kişilerin eline bırakmış zavallılardır.
“Uykudan uyanan biri gibi canlandı. Canlı ama farklıydı. Düşünebilen, duyabilen, algılayabilen boş bir kabuktu.”
“Artık umut yoktu. Tanrılara verilen sözler de. Olan tek şey bitkinlik ve ümitsizlikti. Öfke ve korku.”
“Tıpkı topraktan su ve petrol çıkarılması gibi insanoğlundan da gece gündüz sefalet çıkarılırdı. İstemeden dünyaya gelmenin bedeli bu şekilde alınırdı.”
“İdealleştirilmiş bir geçmişe tutunmak bir nevi zehirdi. Nostalji denen o piç kurusu, insanlara daha iyi bir yer ve zaman bulunduğunu, tek yapmaları gerekenin oraya varmak olduğunu düşündürürdü.”
“Derinlere gömülü pek çok paslı kalp vardı. Onları dışarı çıkarıp yağlamanın, zımparalamanın, bir daha asla olamayacakları bir şeye dönüştürmeye çalışmanın nesi sağlıklıydı?”
“Onca kişinin gidip de asla geri dönmemesinin bir sebebi olmalıydı. O sebep güzel bir yaşamın cazibesiydi.”
“Babanız çoktan ölüp gitti ve siz bunun böyle olmamasını diledikçe kendinizi hiç yoktan yere üzmeye devam edeceksiniz.”
“Hey gidi hey… Hayatın hızla geçmesini, zamanın acele edip akmasını ve bir an önce büyümeyi dilediği günler daha dün gibi aklındaydı. Şimdiyse tek istediği zamanın durmasıydı. Vaziyet daha da boka sarmadan önce durması.”
Hayatın hızla geçmesini, zamanın acele edip akmasını ve bir an önce büyümeyi dilediği günler daha dün gibi aklındaydı. Şimdiyse tek istediği zamanın durmasıydı.
Erkekler sadece konuşmazlar,aynı zamanda böbürlenirler. Kiralık sevgiden bile.
İyilik görmenin yolu iyilik yapmaktan geçer
“Bazı şeyler eskiden güzeldi;
Ait oldukları zamanda ”
Ait oldukları zamanda ”
Tüm yaşamın derin kum gibi olduğunu öğrenmişti. Doğumdan ölüme kadar birbiri ardına gelen bir dizi şiddetli daralma, bahtsız insanları yarım ciğer dolusu nefes alacak kadar serbest bıraktıktan sonra tekrar sımsıkı kavrayan yağlı bir yumruktu.
Her zerreye karşı bir zerre.
Adil bir takas.
Adil bir takas.
Hayat kaprisli,zalim ve tamamıyla tesadüfiydi.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
İdealleştirilmiş bir geçmişe tutunmak bir nevi zehirdi.Nostalji denen o piç kurusu,insanlara daha iyi bir yer ve zaman bulunduğunu,tek yapmaları gerekenin oraya varmak olduğunu düşündürürdü.
Sevgi hak edilir, çaba gerektirir, el üstünde tutulurdu.
insanoğlundan da gece gündüz sefalet çıkarılırdı. İstemeden dünyaya gelmenin bedeli bu şekilde alınırdı.
İdealleştirilmiş bir geçmişe tutunmak bir nevi zehirdi.
Ve çocuklar her şeyi duyarlar. Onlar birer yankı odasıdırlar. Ve ebeveynlerinden öğrendiklerini faziletli her şeyden daha bir şevkle okula götürürler. Bir babanın atıp tutmaları, bir akrana eziyet etmenin yolu haline gelir.
”Siz oğlanlara neden bu isimleri koyduğumu hiç düşündün mü?”
Conner durdu ve tekrar annesine döndü. Cevap vermedi. Annelerinin onlara isim koyduğu gerçeğine hiç kafa yormamıştı. Sonuçta adları buydu işte.
“Palmer, Conner ve Rob,” dedi kadın. “Siz küçük hırsızları babanızdan esinlenerek adlandırdım.”*
* Palmer sözcüğü kabaca “yankesici”, Conner “dolandırıcı”, Rob ise “soyguncu” olarak tercüme edilebilir.
Conner durdu ve tekrar annesine döndü. Cevap vermedi. Annelerinin onlara isim koyduğu gerçeğine hiç kafa yormamıştı. Sonuçta adları buydu işte.
“Palmer, Conner ve Rob,” dedi kadın. “Siz küçük hırsızları babanızdan esinlenerek adlandırdım.”*
* Palmer sözcüğü kabaca “yankesici”, Conner “dolandırıcı”, Rob ise “soyguncu” olarak tercüme edilebilir.
Yaşamın sefaleti için kumu değil de insanları suçlamak kolaydı. Kuma bağırıp çağırarak bir yere varamazdın. İnsanlarsa en azından tepki vererek sana bağırırlardı. Bir teyit. Aynı anda hem eziyet görüp hem hiçe sayılmak çok daha beterdi.
Bir güzellik uykusuna ihtiyaç duyduğumda gözlerimi kırparım, olur biter.
Ve çocuklar herşeyi duyarlar. Onlar birer yankı odasıdır.
Sevgi hak edilir, çaba gerektirir, el üstünde tutulurdu.
Beden ancak tehlikeyle burun buruna geldikten sonra korkuyu öğrenirdi.
Sonlar hem kaçınılmaz hem de beklenmedikti. O faciamsı sonlardan her birinin doğası zamanla büyürdü. Hiçkimse kendi ömründe bir sonun geleceğini düşünmezdi.
Dalış lambasını kapatmasıyla çadırı, yanan bir alevin daha ilkel ve düzensiz aydınlığı doldurdu. Bu, çocukluğun ve nostaljinin ışığıydı. Kısa ömürlü bir ışık.
Canlarımız çöl toprağındaki ter gibi. Tırtıklı sırtı aşarak göğe cikariz ve yağmurların yağıp sellerin bastığı semaya düşeriz.
Kimse bizim için gelmeyecek.
Kimse bizi kurtarmayacak.
Bu, bizim hayatımız.
Kimse bizi kurtarmayacak.
Bu, bizim hayatımız.
İyi, dedi. Bu yetişkinlerin HAKLISIN yerine ettikleri laftı.
Çevresindeki şeylerin nasıl çalıştığını, birbirlerine nasıl uyum sağladığını genellikle çabucak anlardı ve bunları büyüklerine açıklamaktan uzun zaman önce caymıştı. Sezgilerinden her bahsettiğinde yetişkinler tuhaf yüz ifadeleri takınırlar, sanki ona inanamazlardı. Veya ondan korkarlardı. Veyahut ikisi birden.
Düşünülemeyecek kadar ağır bir bedele sahip doğrular mevcuttu. Beden ancak tehlikeyle burun buruna geldikten sonra korkuyu öğrenirdi.
Her insanın kalbine yön veren basit kurallar yerli yerindeydi. Bunlar hiç değişmeyen kurallardı.
Değişim yorucu ve zahmetliydi ama aynı zamanda bir yaşam biçimiydi.
Kelimeler rüzgardaki kum zerreleri gibi can yakıcıydı.
Ve çocuklar her şeyi duyarlar. Onlar birer yankı odasıdırlar.
yavaş bir yükselişin de bir o kadar sert bir düşüşle son bulabileceğini bilirdi.
Nereye bakarsa baksın hayatın insanları sıktığını, onları bir çileden diğerine sürüklediğini, zalim avuçlarını talihsiz boyunlarından bir türlü ayırmadığını görürdü.
Bazı anlar topraktaki kocaman yarıklara benzer, bir oğlanın atlayışı kadar belirleyici olurdu. Hayat çağlara ayrılırdı. Bir an buradayken bir sonrakinde kendini ötede bulurdun.
Hakikat tıpkı buz tabakaları gibi kaybolmuştu.
Böylece tıpkı topraktan su ve petrol çıkarılması gibi insanoğlundan da gece gündüz sefalet çıkarılırdı. İstemeden dünyaya gelmenin bedeli bu şekilde alınırdı.
Göğsündeki basıncı azaltmazsan nefes alamazsın.
İnsanın sıradanlıkla çevriliyken böyle tedirgin olabilmesi garipti.
İdealleştirilmiş bir geçmişe tutunmak bir nevi zehirdi.
Derinlere gömülü pek çok hasarlı kalp vardı. Onları dışarı çıkarıp yağlamanın, zımparalamanın, bir daha asla olamayacak bir şeye dönüştürmeye çalışmanın nesi sağlıklıydı?
Hayatın hızlı geçmesini, zamanın acele edip akmasını ve bir an önce büyümeyi dilediği günler daha dün gibi aklındaydı. Şimdiyse tek istediği hayatın durmasıydı. Eğer hayat hareket etmeyi bırakırsa belki kafasını toplayabilirdi.
Yaşamın sefaleti için kumu değil de insanları suçlamak kolaydı.
Kesin bir şey varsa o da başka bir yerin farklı olduğuydu. Bu bir gerçekti. Hem de cezbedici bir gerçek.
Onu dinleyen, söylediklerini umursayan biri çıkmayacaktı.
Ve dünya tüm ağırlığıyla kırık göğsüne çöktü.
bir dalgıcı hareket ettiren şey ayak çırpmak değil düşünmekti.
Ablası ona soğukkanlılığın gösterişten daha cesurca, daha profesyonelce göründüğünü söylemişti.
Para her türlü günahı aklardı.
“Kimse bizim için gelmeyecek. Kimse bizi kurtarmayacak. Bu, bizim hayatımız.”
Derine dalmanın en güzel tarafı da buydu: kalabalıklardan uzak durmak, bulduklarını bir talancının aşırmasından endişelenmemek, geride bırakılmış çöp yığınlarının paldır küldür eşeleyen serserilerle ve yüzey korsanlarıyla uğraşmamak.
“Kimse bizim için gelmeyecek. Kimse bizi kurtarmayacak. Bu, bizim hayatımız.”
İdealleştirilmiş bir geçmişe tutunmak bir nevi zehirdi .Nostalji denen o piç kurusu insanlara daha iyi bir yer ve zaman bulunduğunu,tek yapmaları gereken oraya varmak olduğunu düşündürdü.
Söylediğimiz bize benzemez her zaman.
İkimiz de yalan söylüyorduk ve ikimiz de ötekinin yalan söylediğini biliyordu.
Gençken güneşin batışı, kenar mahalleler ve mutsuzluk hoşuma giderdi; şimdi ise kentin sabahlarını ve dinginliğini seviyorum.
Dünün insanı, bugünün insanı değildir.
Yüz yaşına gelince insanoğlu aşktan ve dostluktan elini eteğini çekebilir. Kötülükler ve istençdışı ölüm onun gözünü korkutmaz. Herhangi bir sanatla, felsefeyle, matematikle uğraşır ya da tek başına satraç oynar. İstediği zaman kendisini öldürür. Yaşamının efendisi olan insan ölümünün de efendisidir.
Önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır.
Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğer zaman sonsuzsa, biz zamanın herhangi bir noktasındayız.
İnsan, ölülerle konuşurken, ölü olduğunu unutuyor.
Varolmak fotoğraflanmaktır.
“Kimse bizim için gelmeyecek. Kimse bizi kurtarmayacak. Bu, bizim hayatımız.”