İçeriğe geç

Neyt Kitap Alıntıları – Binnur Nigiz

Binnur Nigiz kitaplarından Neyt kitap alıntıları sizlerle…

Neyt Kitap Alıntıları

Burnumun direğine düşen yıldırımın ismiydi özlem.
Yol ayrımına gelsek bile aynı yolu seçeriz seninle.
Çok fazla acı çeken insanlar, zamanla acıya dönüşüyor ve artık acının ta kendisi oluyorlardı.
“Güneşin doğurduğu karanlıksın sen,
Sönmeden geceler, ay silinmeden.
Bir bebeğin sana bağlandığı kordonu ışığımla kesmeden,
Ne olursun, çek artık gölgeni üzerinden.”
“Duran benim kalbimdi, atan kalbin ona ait olduğunu anladığımda her şey çoktan bitmişti.”
Tanrı hata yapmazdı. Tanrı hiçbir kulunu hatalı yaratmazdı. İnsan hatayı kendi var eder, sonra da bu hata yüzünden onu yaratan gücü suçlardı.
Tatlıyı çok severdi. Tatlı yediği zaman mutlu olurdu. İnsanı bu denli mutlu eden bir şeyin aynı zamanda onu öldürecek şey olması ne garip, değil mi? Oluyor işte. Bir şeyi çok sevdiğim zaman iki defa düşünüyorum bu yüzden. Ya o da beni öldürecek olan o şeyse?
İçimde ölmeyen bir kadını taşımak çok büyük vebalmiş, biliyor musun? Ben öldüm, onu öldüremedim.
Sağır bir insana, o çok sevdiğiniz şarkıyı dinletip aynı şeyleri hissetmesini beklemek gibiydi; beklemek.
Kalbimin içinde kan değil zehir taşıyormuş gibi hissediyorum. O zehir, beni yaşama bağlayan kandan daha kuvvetliydi ve bedenime sayısız ıstırap vermesine rağmen, ruhuma bir kalkan oluşturarak beni koruyordu.
Bazen yaşamak gerekir.
Zaman geldiğinde ölebilmen için
Birine aşık olduysan o kızın yüzünü avuçlarının arasına al ve ona şöyle söyle

Ali:’Eksiğim bak ben, sen de eksiltme beni.’

Daima hüzünlü hissettiren bir melodi gibisin. Sen konuşunca herkes sussun, her şey sussun, sadece senin sesin duyulsun istiyorum.
Birine ne kadar kırgın olduğumu anlatmak zorunda kaldığım zaman, hissettiğim kırgınlığın iki üç katı fazlasını hissederdim.
Zamanın tellalı saatmiş. Hiç çekinmezmiş insanın yüzüne geride bıraktıklarını, bir daha yaşayamayacaklarını, bir daha hissedemeyeceklerini vurmaktan.
dışarıda yağan yağmurun yirmi altıncı damlası pencereden aşağı kaydı.
bir makasın açık duran ağzı usulca kapandı.
Bitti babacığım artık acımıyor.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
bu vadiye seksen çeşit kelebeğin seksen birincisini getirmiştim.
şimdi seksen ikinci kelebek de burada.
kelimeleri benden kopardığı parçalar olarak yerleştirdiği bu sayfaya beni hapsetmiş, sessizce beni izliyordu.
kesilen kanatlarım köklerinden yeniden çıkmaya başladıkları için sırtım ağrıyordu.
anne babadan vazgeçse de çocuk babasından vazgeçemiyordu.
baba, anneden vazgeçse de çocuk anneden vazgeçemiyordu.
olan ne yarayı oraya bırakan darbeye ne zamanla kuruyup düşen yaraya olurdu aslında. olan her zaman orada mahkûm hayatı yaşayacak o ize oluyordu.
yara kapanır, iz kapanmazdı.
kemanın içinde saklanan hangi anı, hangi acıydı bilmiyorum ama o keman çalmaya başlayınca, melekler bile cenneti terk eder onu dinlemeye gelirlerdi.
keman sesinin geceye geçirdiği pençelerinin etrafında karanlığın fısıltıları akıyordu.
Birine ne kadar kırgın olduğumu anlatmak zorunda kaldığım zaman, hissettiğim kırgınlığın iki üç katı fazlasını hissederdim.
Duygular her zaman en ıssız sokağımızdır ve biz insanlar ıssız sokaklardan korksak bile ilk seçenek olarak onları görürüz.
Her şey buradaydı.
Gökyüzünün altındaydı.
Bir bebeğin ağlama sesi, bir kadının ölen babasının arkasından kopardığı çığlıklarla hıçkırık sesleri birbirine karıştı.
Yaşam, ölüme karıştı.
Kendi hayatını elinde kavanoz tutuyormuş gibi tutan küçük bir kız çocuğuna, o hayatın bir kavanoz da saklanmayacak kadar büyük ve değerli olduğunu öğreten bir adama nasıl dur denirdi ki?
Birini elini kana bulamadan öldürmek istediğin zaman, onu kendisini sevdiğine inandır ve sonra izle. Elini bile sürmene gerek kalmayacak.
Acı, tekrar çekileceği bilinse de üstüne koşulan bir ateş pervanesiydi, hızla dönüyordu ve sen ona kapıldığın anda parçalara ayrılmaya başlıyor en başından ateşin tadını alıyordun.
Babam o gece çok ağladı, duymadım sandı, duymadılar sandı. Kimse duymadı belki ama ben duymuştum.
Seni almadan hiçbir şeye gitmem, Türkan.
Vapurlardan biri iskeleye yaklaşmaya başladı.
Göğsümdeki saat durdu.
Birine ne kadar kırgın olduğumu anlatmak zorunda olduğum zaman, hissettiğim kırgınlığın iki üç katı fazlasını hissederdim. Anlatmak insanları daha da kırıyordu ya da sadece ben fazla kırılgandım.
‘Bu şarkının benim için tatlı-acı hatıraları vardır, aşkın ne olduğunu ben bu şarkıyla öğrendim, saadeti bu şarkıyla tattım. Bir şey daha öğrendim. Bu şarkıyla. Her şeye sahip olmak isteyen, elindekini de kaybediyor.’
Mutfak tezgâhına dökülmüş şeker tozlarını sırtlanan karıncaları parmaklarıyle ezerek öldürdükten sonra şeker kavanozunu kıran adam. Şekeri o gün mü çıkardın hayatından?
Yollara dağılmış ekmek kırıklarını yuvalarına taşıyan karıncalar ve karınca yuvalarına basıp öylece geçip giden insanların olduğu bir dünyaya karınca değil de insan olarak gelmiştik.
Rüzgâr sırtlandığı zamanı yavaş yavaş şu ana doğru taşırken, hemen ilerideki bankta oturan kadının koyu renk gözleri yere düşmüş ölü kavak yapraklarındaydı.
Artık ne cennet cennetti ne de uğruna kırılan aynanın diğer yarısından Tanrı’yı izleyen, Tanrı’nın yansıması olan şeytan, şeytandı.
Çocukların yüreği hiç çirkin olmaz.
Bir hâkim bile babasına kırılmış bir kızın kalemini kıramaz.
Ruhu değişen bir insanın düşünceleri de onu terk eden eski ruhuyla birlikte zihninden uzaklaşıyor, yepyeni bir ruh ve yepyeni düşünceler o insanın benliğine zihnindeki boşalan kütüphaneye işliyordu.
İnsan değişmeye önce bedeninden değil, ruhundan başlarsa o insan gerçekten değişiyordu.
Acı içinde yaşarken değil, dışarı atıldığında insanı darmaduman ediyordu. Çünkü acı, içerideyken yaktığı yangını, dışarı taşıdığı an artık yanan yalnızca kalp olmuyordu.
İnsan içinde taşıdığı acı kadar vardı.
İnsanlar roman sayfaları gibiydi. Bazen bir insanın öleceğini düşünür, buna inanırdınız ve o insan, kendi romanının son sayfasında bile nefes almaya devam ederdi. Bazen bir insanın yaşayacağına emin olurdunuz, son sayfayı çevirdiğiniz an, o insanın cenazesindeki yabancılardan biri olurdunuz.
Bazı kelimeler vardı, dümdüz, öylesine, belirsiz ve yontulmamıştı ama öyle bir saplanıyordu ki insanın zihnine, yüreğinden önce düşüncelerini kanatmaya başlıyordu.
Birisini sevmek o kişinin yapacağı tüm kötülükleri kabullenmek demekti ve kabullenilen tüm kötülüklerin içinde kendi ölüm fermanının altında da imzan parlardı
Gösterilmemiş bir acının ne kadar büyük olduğunu tahmin etmek belki ahmaklık olacaktı ama tanıdığınız bir insanın suskunluğunun oluşturduğu harfleri öğrendiğinizde, aslında konuşmasının hiçbir anlamı olmadığını, Sustuğunda da yeterince çığlık çığlığa haykırdığını görebiliyordunuz.
O kadar çirkin yüreklerle karşılaşmışsın ki, benim yüreğimi bile güzel görüyorsun. Sen kendine, kendi yüreğinle tanışma fırsatı vermemişsin ki hiç, Asi.
Şu şekilde bakma bana, dünyaya küsmüş küçük bir kız çocuğu gibi bakıyorsun.
Geçmiş, diye düşündü içinden. Neden bir türlü geçmiyordu?
Yanımda kal. Gölgem üzerine düşmesin, gölgem seni örtmesin; sen gölgem ol. Aynadan önce baktığım ol. Kendimden önce gördüğüm ol. Ama ben olma. Buna sen bile katlanamazsın. Buna sen bile göğüs geremezsin.
İçinde bulunduğumuz ortam o kadar çirkin ki, güzel yüreğini alıp senden bile saklamak istiyorum.
O kadar çirkin yüreklerle karşılaşmışsın ki, benim yüreğimi bile güzel görüyorsun. Sen kendine, kendi yüreğinle tanışma fırsatı vermemişsin ki hiç, Asi.
Ben yanında değilken bile en çok yanında olanım.
Bazen yaşamak gerekir.
Zamanı geldiğinde ölebilmen için
Çünkü otobüsler hiç durmaz, yollar hep aşılmak içindir.
O, ona güvenen hiçbir kulunun güvenini boşa çıkarmaz. Eğer istediğini vermiyorsa, bekle, belki de sana daha iyisini vereceği için o kapıyı açmamıştır. Birini senden aldı diye ona kızma, koskoca düzeni değiştiremez ama acısını verdiği her şeyin sabrını da verir. Kimseye taşıyabileceğinden fazla yük vermez, kime ne yaşatıyorsa, ona olan güvencindendir. Düşünsene, yeri ve göğü var eden yücelikteki yaratıcı sana güveniyor, sen bunun da altından kalkarsın diyor sana, inanıyor, başaracağını biliyor. Kim kime bu kadar güvenir ki, Asi? Yoktan var eden, var ettiğine güveniyor, o sana bu denli güveniyorken sen ona neden güvenmeyesin, küçücüğüm? Ona sığınmaktan da ona güvenmekten de inanmaktan da vazgeçme.
Yaptıklarımdan kaçmak, yapacaklarıma engel olmayacaktı; oysa yaptıklarımla savaşmak, ileride yapacaklarımı yapmamam konusunda bana hayati nitelikte dersler veriyordu.
Acı, saklandığı yerden ‘Korkak!’ diye bağırırdı insanlara. Oysa asıl korkak, saklandığı yerden bize korkak olduğumuzu bağıran o acı değil miydi?
Bir hakim bile babasına kırılmış bir kızın kalemini kıramaz.
Göğsümdeki güze rağmen yüzüm sanki ilkbahardı.
Her kötülüğün içinde öldürülmüş bir iyilik saklanıyordu; buna kendimi inandırmıştım.
Güneş yüzünde doğdu, ardından tekrar yüzünde battı, yüzü geceye kucak açtı ve karanlık, çehresine çöktü.
Artık karaya vurmuş bir gemiydi, güvertesi yanmıştı; güvertesi kalbiydi.
Zamanın tellalı saatmiş, diye fısıldadı Yaşar amca içli bir nefesin hemen arkasından kelimeleri sesinin etrafına örterek. Hiç çekinmezmiş insanın yüzüne geride bıraktıklarını, bir daha yaşayamayacaklarını, bir daha hissedemeyeceklerini vurmaktan.
1970 yılıydı, mevsimlerden ilkbahardı ama kadın bu baharın gördüğü son bahar olmasını o kadar istemişti ki. Beceremedi. Ne içindeki sevgiyi bitirebildi ne de o sevgi uğruna vazgeçtiği hayatını. Adam için ölmek istedi, adamı yaşamak istediği zamanlar yaşayamadığı gibi, adam için ölmeyi de beceremedi.
Sen benim sırtımı yasladığım tek dağsın, Merve. Sen yıkıl, ben altında kalayım, sesim çıkmaz. Ama yıkılmaman için her şeyi yapacağım ve bu altında kalmamak için değil, seni dimdik görmek için olacak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir