İçeriğe geç

Adı Dilimin Ucunda Kitap Alıntıları – Pascal Quignard

Pascal Quignard kitaplarından Adı Dilimin Ucunda kitap alıntıları sizlerle…

Adı Dilimin Ucunda Kitap Alıntıları

Çölde el yordamıyla kök arıyoruz, bu hep böyle. Hep böyle zafiyet gösteriyoruz. Suyun hendeklere varması gibi, hep böyle geceye, suskunluğa kavuşuyoruz.
Her seferinde, her fırsat bir boş zaman gibi şimdi, kusura boğuyor beni.
Ama ihtiyacın kendisini idare edemem
artık, saatlerin şafaktaki düzenini ayarlayamam. Şimdi kırmak istiyorum aynayı. Şimdi günü istiyorum ve şimdi onun çehresini.
Her düş olanaksızdır; olanaklı düş var mıdır sanki
Yazmak, yitirilen sesi duymaktır. Muammanın sözcüğünü bulmak için, yanıtı hazırlamak için zaman bulmaktır.
Kadınlar niçin Anne olur? Kadınlar niçin çocuk yapar? Anneler kuşaklar zincirinde ölümü ötelere savuşturmak için çocuk yapar. Yanan ocağın ortasına yaklaştırdıkları anda parmaklarını yakan nöbeti başkalarına devrederler.
Dilin ucundaki ad, dilin kucaklayamadığı şeye duyduğu özlemdir.
Akılda tutmak, dönüşü umutla beklenen şeyin saklanması için yitmesi gereken tüm o kalıntıların unutuluşunu düzenlemeye dayanan işlemdir.
Unutma, bellek yitimi değildir. Unutma, geçmişteki gövdenin ruha geri dönüşüne hayır demektir. Unutma, dağılabilen bir şeyin silinişiyle karşı karşıya gelmez asla: Dayanılmaz olanın gömülmesine meydan okur.
Ne diye susuyorum. Adı Dilimin Ucunda başlıklı bu masaldadır benim sırrım.
Suskunluğa tutkuyla bağlanmış o çocuktum ben. Yaşamını, annesinin hatırlamayınca hatırına getirdiği bir adı bulma çabasına bağlayan o çocuktum.
Bir sözcüğü arıyor olurdu annem. Her şey bir anda donakalır, dünya duruverirdi birden. Dalıp gider, uzaklaşır, ışıldayan bakışı bir yerlere odaklanır, dilinin ucundaki sözcüğü bulmaya çalışırdı.
Her şey karanlığa gömüldü. Konuşurken üflediğim şu mum gibi söndü her şey.
Her kim ki konuşur, ışığı söndürmüş olur.
Aşk sözcüğünü nasıl hatırlamaz insan?
, etrafında olup bitenlere aldırmadan yitirdiği adı arıyordu.
Her şeyini seviyorum senin. Ses tonuna varasıya seviyorum. Senin için ses tonun nedir ki? Hiç. Oysa benim canıma can katıyor, dedi.
Rahatım huzurum kalmadı. Onu düşündükçe kasıklarım tutuşuyor. Gözlerimde yaşlar birikiyor. Akdikenler gibi sıskacık kaldım. Adı hiç aklımdan çıkmıyor.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Nerede cehennem? Her nefsin son nefesini verdiği derinlerdeki o kasvetli kıyı nerede? Bir genç kadının dalından koparıp uzattığı elmada yer etmişse eğer, cehennem nerede? Her şeyin lânetlendiği yer nere?
Her kim ki konuşur, ışığı söndürmüş olur.
Nerede cehennem? Her nefsin son nefesini verdiği derinlerdeki o kasvetli kıyı nerede? Bu genç kadının dalından koparıp uzattığı elmada yer etmişse eğer, cehennem nerede? Her şeyin lanetlendiği yer nere?
Söz beyhudedir, hayat onsuz da sürer.
Her kimin yazgısı değildir ki dil zafiyeti, suskunluk herkesin son yüzü değil midir?
bir heykel gibiydi kadınım
kadınların yüzüyüm ben ve onu asla tanımayacaksın.
bak bana !
insanlar arasında hayvansı doğamızı yadsıyarak uzun süre yaşayamayız
Sözcükleri çağların ötesinden alıp getirirdi.

Bir büyü­cüydü annem.

Dies Domini declarabit. O gün herkesin yapıtı gözler önüne serilecek; çünkü gün ateşte yükselmeli:
“Ignis probabit. Hangi ateşte tanımlanır Kıyamet Günü? Kıyamet Günü’nün anlamı şöyle verilir: Neque meipsum judico. (Kendi kendimi yargılayamam.)
Sentio legem ; ama içimde bir yasa var, hissediyorum. Kıyamet Günü’nü içimde hissediyorum, ve yargının kendisini, yargının amansızlığnı, içimde uyandırdığı saygıyı. O günün şafağı için yazıyorum. Bir tek Kıyamet Günü’ne inanan yapıtlardaki sanatı seviyorum.

Dies irae. Kıyamet Günü’ndeki aydınlanmaya inanıyorum. Gazap gününe. Beş para etmezlerin hak edenlerden ayrı tutulacağı, düzenbazlarla açık yü­reklilerin ayırt edileceği mutlak mahkemeye inanı­yorum.

Dies ultionis. İntikam Günü’ne inanıyorum. Aydınlanma gününe. Kötünün kötüye döneceği; haksızlıkların öcünün alınacağı; hınçların ortaya döküleceği; entrikaların açığa çıkarılacağı; hakaretlerin intikamla temizleneceği o güne.

Tanrı der ki: İntikam bana hastır! İyinin de kötünün de karşılığım ben veririm! Mihi vindicta! Ego retribuam! Dicit Dominus.

Her şey geçer gider.
Lingua cessabunt. Scientia destruetur. (Diller mi? Susacaklar? Bilim mi? Yok olup gidecek. )
“ Cum essem parvulus, loguebar ut parvulus, sapiebam ut parvulus, coqitabam ut parvulus. Quando autem factus sum vir, evacuavi quae erant parvuli. Videmus nunc per speculum in aenigmate: tunc autem facie ad faciem.

Tarsuslu Pavlus, Korintoslulara yazdığı birinci mektupta şöyle der: Çocukken çocuk gibi konuşur, çocuk gibi düşünür, çocuk gibi akıl yürütürdüm. Büyü­yünce çocuktan kalanları yok ettim. Şimdi bir aynada ve muamma içinde görüyoruz kendimizi: Yüz yüze gelme vakti.

“Ordinatur, contenat, rumpat.
Üç kızlar, der Isıdoro de Sevilla. Biri ipliği büker, ikincisi örer, üçüncüsü keser.
Üç peri var, çünkü üç ölümcül buyruk var. Ve üç fata* var, üç zaman var çünkü.
* Roma dininde yazgıyı (Fatum) ve ölümü simgeleyen üç tanrıça Parkalar (ya da Moiralar), Tria Fata (Yazgının Üç Tanrıçası) diye de anılırdı, (ç. n.)
Geçmiş, iğden bırakılan ipliktir. Şimdiki zaman parmaklardaki iplik. Gelecekse örekede kalan yün.
Niçin hepsi de kadın? Çünkü erkekler kadın do­ ğurmaz. Çünkü kadınları da erkekleri de kadınlar doğurur. Tanrıça niçin kadın yüzlü? Çünkü ilk yüz onunkisi. Üç kadından ikisi her zaman için ölümsüzdür. Üç kadından ikisi hep Annedir.
Aristoteles, insanda saçlarla boyun arasında kalan kısma prosopon , yani kendini-başkalarının-bakışına-sunan dendiğini söyler. Çünkü insan, dik duran tek hayvandır, diye devam eder Aristoteles, yüzünü dönüp bakan, sesini yüzünden çıkaran, bir çehresi olan tek hayvan.
Ölüm, insanlara mutluluk ânında değilse ne vakit gösterir yüzü­nü; bir de yakınmalarda, başka bir deyişle, şans eseri hazza işaret etmeyen göstergelerde, yaşama yorgunluğu ve düşünce boşluğunda konaklayabilir. Arzu da, yakınma da aynı şeyi söyler: Doyuma ulaş­mak istiyorum, ölmek istiyorum.
Ölüm nerede gösterir yüzünü, mutlulukta değilse eğer, insanlarda mı?
Unutma, bellek yitimi değildir. Unutma, geçmişteki gövdenin ruha geri dönüşüne hayır demektir. Unutma, dağılabilen bir şeyin silini­şiyle karşı karşıya gelmez asla: Dayanılmaz olanın gömülmesine meydan okur. Akılda tutmak, dönüşü umutla beklenen şeyin saklanması için yitmesi gereken tüm o kalıntıların unutuluşunu düzenlemeye dayanan işlemdir. Geri dönüş böylece kıtlığı ve feragati getirir. Bellek, öncelikle unutulacaklar arasında yapılan bir seçimdir, sonrasındaysa, temelindeki unutuşun etkisinden korunacakları biriktirmektir, hepsi bu. Ezber denen de başka nedir ki? Çocuğun eliyle sayfayı kapamasının nedeni de budur, aklına getirmesi gerekenleri örtmek ister. Unutma, silen ve sınıflandıran, karanlıklardan çıkaran ve gömen, unutulmuşu ve akılda tutulanı sonsuzadek birleştiren o saldırgan ilk edimdir.
İçimizdeki bu gölgelerdir geçmişten kopup gelen; gerçeklikten nasibini almamıştır hiçbiri. Dilin ucunda duran bir sözcüğün yarattığı mesafede, bunları uyandıracak gücümüz yoktur. Aceleci davranan ve bedenin uçurumunda, gırtlağın uçurumunda tekrar tekrar ele geçirilen birer gölgedirler. Ya da içimizden dışarı sızan bir buğu diyelim, etrafımızı saran havaya saldığımız ve orada dağılıp giden bir sözcüğün hafif kütlesi.
Bir sözcük yitip gidebiliyorsa, anlamı şudur: Dil değiliz biz. Dil yetisini edinmişsek eğer, anlamı şudur: Bizi terk edip gidebilir. Bu ayrılığa maruz kalmamızın anlamıysa, dile ait ne varsa dilimizin ucundan çekilebileceğidir. Bunun anlamı da ahıra ya da cengele ya da çocukluk öncesine ya da ölüme geri dönebileceğimizdir.
Bilinen ve çıkarılamayan sözcüğün getirdiği sıkıntı, içimizde bir yerlerde unutulmuş insanlığın saldırganlaştığı bir deneyimdir. Düşüncelerimizin rastlantısal yanının, kimliğimizin kırılgan doğasının, belleğimizin istemdışı cevheri ve tamamı dille işlenmiş dokusunun parmaklarıyla birbirlerine dokun­dukları bir deneyim. Sınırlarımızla sonumuzun ilk kez birbirine karıştığı bir deneyim. İnsan diline özel bir eza. Bir kez kazanılmış olanın karşısında duyulan eza. Dilin ucundaki ad, dilin biz insanlar için bir refleks olmadığını hatırlatır. Gözleri nasıl görüyorsa öyle konuşan hayvanlar olmadığımızı.
Tıpkı Medusa’yla göz göze gelip taşlaşanlar gibi, çıkaramadığı sözcükle karşı karşıya kalanlar da bir heykel görünümü alırlar.
Tıpkı Orpheus gibi, aşkının hemen orada, arkasında olduğunu, onun peşinden gelip cehennem basamaklarını tırmandığını görmek ve bundan emin olmak için bir an dönüp arkasına bakarken bir heyecanın alevlenişini bir hatıranın aldatıcı yüzüyle taş­laştıran Orpheus gibi, yitik adı ararken harcadığımız o deruni emek, beklediği kavuşma ânını dondurur
Okyanus beldelerin, rüzgâr da okyanusun efendisidir. Okyanusun efendileri de bu toprakların efendisi olmuştur. Rüzgârın efendisidir denizciler.
Nerede cehennem? Her nefsin son nefesini verdi­ği derinlerdeki o kasvetli kıyı nerede? Bir genç kadı­nın dalından koparıp uzattığı elmada yer etmişse eğer, cehennem nerede? Her şeyin lânetlendiği yer nere?
Aristoteles der ki, Söz beyhudedir, hayat onsuz da sürer.
Yazmak, yitirilen sesi duymaktır.
Yaşayabilmek için yazdım.
Yazdım çünkü susarak konuşmanın
tek yolu buydu.
Bilinç, akıl ve yaşayan dil, sonsuz özen isteyen, dur­maksızın can veren çalılardır, içimizde bir parçacık toprak bulamazlar çünkü. Çölde el yordamıyla kök arıyoruz, bu hep böyle. Hep böyle zafiyet gösteriyo­ruz. Suyun hendeklere varması gibi, hep böyle gece­ye, suskunluğa kavuşuyoruz.
Nasıl ki Dünya galaksilerin merkezinde değilse, nasıl ki gezegenler, yıldızların delikleri ve ışıltıları dünyaya bağlı değilse, insan da dilin efendisi değildir.
Dilin yitip gittiğini fark ettiğim anda, suskunluğun ortasındaki hakiki sözcükleri -ölümün ortasındaki adalar misali- hayal etmeyi öğrendim, onları dillendireni arzuyla titreten ya da durduk yer­de sesini kısan ve gözyaşlarına boğan sözcükleri.
Çocukken çocuk gibi konuşur, ço­cuk gibi düşünür, çocuk gibi akıl yürütürdüm. Büyü­yünce çocuktan kalanları yok ettim. Şimdi bir ayna­da ve muamma içinde görüyoruz kendimizi: Yüzyüze gelme vakti.
Yazmak, yitirilen sesi duymaktır. Muammanın sözcüğünü bulmak için, yanıtı hazırlamak için za­man bulmaktır. Yitirilen dilde dili bir daha aramak­tır. Yalan ya da Ersatz’la gerçeğin kavranmaz donuk­luğu arasındaki mesafeyi, nesnelerdeki parçalanma­ya yargılı olan ve bireyler ayırt edilirken işin içine gi­ren -aynada görülen yüz- dilin kesintili yapısıyla, annedeki kesintisizlik, nehir, anne idrarının atılması
-yüz yüze kalınan yüz- arasındaki mesafeyi dur­maksızın yeniden katetmektir.
Yazmak, yitirilenin zamanını kullanmak, yitirilenin dönüşüne katılmaktır. Dolayı­sıyla heyecanın hatırayı canlandıracak zamanı; hatı­ranın geri dönecek zamanı, sözcüğün geri getirilme­ye zamanı, kökenlerin yeniden şaşkınlığa düşürecek zamanı vardır; yüz bir çehre edinir.
Dilin uçundayken kalemin ucuna geçivermiş her sözcük için geri dönüş zamamnı bul­mak: budur yazmak.
Yitik biçimi yakalamaya çalışan annem, her şeyi açıklayacak olan o eski kelama kavuşmak için didi­nen annem, sözcüğünü bulmaya çalışan annem, ken­di görünümüne dönüşürdü, sanki o arayış, yüz hat­larını dondurarak, bakışını sabitleştirerek, yüzüne
maskesini dayarmış gibi – yaşamdır diyemesek bile, ona her yönden benzeyen bir maske.
Bir andır dondurulan görüntü ; donup kaldığı sıradaki trıovere*, dilin iflasıyla askıya alman zaman­dır. Filmin fotoğrafa dönüştüğü an. Aristoteles, in­sanda saçlarla boyun arasında kalan kısma prosopon , yani kendini-başkalarmın-bakışma-sunan
dendiğini söyler. Çünkü insan, dik duran tek hay­vandır, diye devam eder Aristoteles, yüzünü dönüp bakan, sesini yüzünden çıkaran, bir çehresi olan tek hayvan.
Dille hakikat arasında kalan gözyaşının tükenme­si olanaksızdır, der Budistler. Ganj nehridir gözyaşı.
Ateşe değil -Yanıyorum! – ateşin alev aldığı oca­ğa yaklaşmaktır. Şiirdir bu haz. Bulunan addır şiir. Dille tekvücut olmak, şiirdir. Kesin bir şiir tanımı elde etmek için belki de en uygunu, en basitinden şunu söylemektir: Şiir dilin ucundaki adın tam tersidir.
1899’da, Sigmund Freud, beklenmedik bir anda,düş üstüne bir kitapta düşünceyi dize getiren ve di­lin tamamını utanca boğan şu cümleyi yazdı: Das Denken ist doch nicht anderes als der Ersatz des halluzinatorischen Wunsches. (Düşünce, sannli arzu­nun taklidinden başka şey değildir.) Bir açıdan bakıl­dığında, her düşünce kökeninde yalancıdır. Öte yan­dan, her sözcük yalancıdır. Ersatz , Freud’un kul­landığı sözcük. Düş ve düş’ünce dilimizin oyuncaklı sözcükleri. Eskilerde hayal ve hiyel denirdi. Dü­şünce ister istemez kurmacaya gelip dayanır, var ol­mayanı yadsımaya yargılıdır. İnsan düşüncesini
oluşturan iki gereç yokluk -gerçekten sapma- ve yadsımadır – yokluktan sapma.
Dilin ucundaki ad, dilin kucaklayamadığı şeye duyduğu özlemdir.
Unutma yaradılıştan gelir. Çocukluğa özgü bellek yitimidir. Bu kopuşun zorluğunu ikiye katlamak için başlangıçtaki bellek yitiminin kendisi de ikiye kat­lanmıştır. İki bellek yitimi vardır içimizde: Yaradılış ve çocukluk. Bambaşka bir şeyle meşgulken ortaya başka bir iş çıkaran ve bunun sonucundan habersiz­ce bizi dünyaya getiren iki bedenin çiftleşmesine bağ­lı olduğundan, bellek yitimi kökenimizi oluşturur.
Dilimizin ucuna gelmek istemeyen sözcükler bu noktada yokluklarıyla orantısız bir güç edinirler. Sapkınlığa açılan yollara sapmışken bir bilgiyi önce­lerler. Başa çıkamayacağımız bir heyecanı ya da kor­kuyu yüceltirler, çünkü yokluklarını hissedelim diye unutulmuşlardır; ve içimizdeki dil yetisinden önce, hatırlanmaları için olası tek bağı oluşturarak, dilin bir kirişi olarak içimizde yer etmeden, cevherimize kazınmadan önce yaşandıkları için yokluklarını da­ha çok hissedelim diye unutulmuşlardır. Varolmakta kusur eden, bir kez doğmuş olan, eksikliği hissedilen kazanılmış sözcüğün buhranında gizlenen buhranı getirirler.
Birer hatadan ibaret tuhaf zorbalık­
ların kölesi olmuş yaşamlarımız.
Bir sözcük yitip gidebiliyorsa, anlamı şudur: Dil değiliz biz. Dil yetisini edinmişsek eğer, anlamı şu­dur: Bizi terk edip gidebilir. Bu ayrılığa maruz kal­mamızın anlamıysa, dile ait ne varsa dilimizin ucun­dan çekilebileceğidir. Bunun anlamı da ahıra ya da cengele ya da çocukluk öncesine ya da ölüme geri dönebileceğimizdir.
Dilin ucundaki ad, dilin biz insanlar için bir ref­leks olmadığını hatırlatır. Gözleri nasıl görüyorsa öy­le konuşan hayvanlar olmadığımızı.
Bilinen ve çıkarılamayan sözcüğün getirdiği sı­kıntı, içimizde bir yerlerde unutulmuş insanlığın sal­dırganlaştığı bir deneyimdir. Düşüncelerimizin rast­lantısal yanının, kimliğimizin kırılgan doğasının, belleğimizin istemdışı cevheri ve tamamı dille işlen­miş dokusunun parmaklarıyla birbirlerine dokun­dukları bir deneyim.
Tıpkı Medusa’yla göz göze gelip taşlaşanlar gibi, çıkaramadığı sözcükle karşı karşıya kalanlar da bir heykel görünümü alırlar.
Tıpkı Orpheus gibi, aşkının hemen orada, arka­sında olduğunu, onun peşinden gelip cehennem ba­samaklarını tırmandığını görmek ve bundan emin olmak için bir an dönüp arkasına bakarken bir heye­canın alevlenişini bir hatıranın aldatıcı yüzüyle taş­laştıran Orpheus gibi, yitik adı ararken harcadığımız o deruni emek, beklediği kavuşma ânını dondurur. Umutla bekleneni köstekler.
Her şeyini seviyorum senin. Ses tonuna varasıya seviyorum. Senin için ses tonun nedir ki? Hiç. Oysa benim canıma can katıyor, dedi.
Nerede cehennem? Her nefsin son nefesini verdi­ği derinlerdeki o kasvetli kıyı nerede? Bir genç kadı­nın dalından koparıp uzattığı elmada yer etmişse eğer, cehennem nerede? Her şeyin lânetlendiği yer
nere?
Yazan el, yokluğu hissedilen dili kurcalayan bir eldir daha çok, hala yaşayan dili el yordamıyla arayan, kasılan, sinirlenen, dile parmaklarının ucuyla yalvaran eldir.
Dilin ucundaki ad, dilin kucaklayamadığı şeye duyduğu özlemdir.
Her düş olanaksızdır, olanaklı düş var mıdır sanki..
Senin için ses tonun nedir ki? Hiç..
Oysa benim canıma can katıyor.
Unutma, bellek yitimi değildir. Unutma, geçmişteki gövdenin ruha geri dönüşüne hayır demektir.
Dilin ucundaki ad, dilin kucaklayamadığı şeye duyduğu özlemdir.
Çehresiz kafalar, ölülerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir