Eva Weaver kitaplarından Kuklacı Çocuk kitap alıntıları sizlerle…
Kuklacı Çocuk Kitap Alıntıları
Bu yeni dünyaya gelince, insanın kendisini asla geçmişinden, anılarından ya da üstünde yürümeyi öğrendiği dünyadan koparamadığını fark ettim.
Çok kötü bir olay yaşadığınızda, ruhunuzun bir parçasını kaybettiğinizi söylerler. Ruhunuzun parçası gider, uzaklara sürüklenir.
Ellie böyleydi işte: ya hep ya hiç gibi davranırdı. Mutluysa alev benzeri parıltılar saçar, çoşkusuyla etrafındaki herkesi aydınlatırdı.
Krochmalna sokağına varınca gazete kağıdının altından kuru dal gibi uzanan cılız bir kol gördüm. Midem alt üst oldu ve var gücümle koşmaya başladım. Bu insanlara ne olacaktı? Birileri mezarlarının üstüne birer avuç toprak atıp güzel sözler söyleyecek miydi? Yoksa diğer cesetlerle birlikte Bir çukura atılacaklar, üstleri tebeşir ile kaplanacak ve kimse isimlerini hatırlamayacak mıydı?
Fakat Mara, örgüsünü almadan evden çıkmamaya başladı ve başını kaldırmadan, top top yünler kullanan bir örgücü olup çıktı. Örgülerine her şeyini katıyordu: yalnızlığını ve öfkesini, yanıtlanmamış sorularını. Ördüğü desenler ne kadar zor olursa o kadar iyiydi. Hüznünü yutması için karmaşık, yıldız Norveç desenleri; asabiyete karşı bembeyaz moher; suçluluk ve utanç hissini bastırmak için tarak genişliğinde şişlerle örülmüş bir ceket
Eskiden kendilerini dürüst olarak nitelendirenlerden bazıları, acımasız birer leşçil hayvana dönmüştü. Midelerine giren kramplarla çılgına dönmüşlerdi. Bazıları da içlerinde var olduğunu bilmedikleri iyilikler keşfetmişlerdi.
Bizler de kamplardaki insanları ölene dek çalıştırdık, dedi Max. Ne ekersen onu biçersin, öyle derler.
Kağıt hamurundan yapılmış o bedeninde fazla bir şey hissetmeyebilirsin ama bildiğin gibi benim için umut, çaresizlikten daha tehlikelidir. Beni bu kahrolası soğukta asla iyileşmeyen irinli yaralardan daha çok yiyip bitirir. Artık umut etmeyi, eve dönmeyi arzulamayı kesmem gerek. Bizi bu cehennem deliğinden asla bırakmayabilirler. Bir hayalete, eskiden olduğum kişinin gölgesine dönüştüm.
Tuhaftı ama korkunun gerçekten bir tadı vardı: Kan gibi keskin, demirimsi ve acı bir tattı. Artık ne yesem, o tadı alıyordum.
Getto sokaklarında bazı dükkanlar hâlâ açıktı ve karaborsa canlanmıştı. Paranız varsa hâlâ her şeyi satın alabiliyordunuz. Şekerci dükkanı bile vardı ve bizimle alay eder gibiydi. Birer iskelet kadar cılız dilenciler, fırınların ve manavların önüne çömelmiş, narin kollarını öne uzatıp dilenirken, dükkanların vitrinlerinde bembeyaz ekmekler hatta kekler sergileniyordu. Bize güzelim şehrimize ne olmuştu? İnsanlar gözlerimizin önünde açlıktan ölüyorlardı; yaşayan cesetler duvarlara yaslanmış dururken ya da yere yığılmışken, yanlarından geçenler kaderlerini görmezden geliyorlardı.
Yine de asla bir yabancının gülümsemesine kanma.
O karanlığın ismini de öğrendi : ‘soykırım’. Bu sözcük ağzında acı ve pis bir tat bırakıyordu. İnsanların birbirine yapabildiği dehşet verici bir şeydi.
Artık insanların ne düşündüğü umrumda değil. Zaten kimse beni anlamıyor.
Bir an için, sadece kendisinin duyabildiği bir müzikte kayboldu.
Uyan da etrafına bak. Hepimiz değişiyoruz, her şey değişti
Savaşa çağrı! Erkek ve kız kardeşlerimiz! Koyunlar gibi katledilmeyecegiz. Katillerin merhametinde yaşamaktansa ,özgür insanlar olarak savaşta ölmek daha iyi. isyan edin! son nefesinizi verene dek savaşın!
Kalabalıkların arasında kaybolmayı, kimsenin beni fark etmemesini istiyordum, ama yalnızlık içimi açlık gibi kemiriyordu.
Melek kısmından emin değildim ama bana Talmud’da sevdiğim bir dizeyi hatırlattın:’ Her ot sapının, eğilip ona , Büyü büyü! diye fısıldayan bir meleği vardır.’ Hepimizin birbirimize ihtiyacı var, Kalim. Hepimizin umuda ihtiyacı var
Gettodaki öyküleri de işin içine katıp kalplerine hitap etmenin bir yolunu mu bulacaktım? Bunları düşününce, yüksek sesle gülmeden edemedim. Hangi kalpten söz ediyorduk? Bizi gettoya tıktıklarından beri gördüğüm her şey bana ‘Alman’ sözcüğünün ‘kalp’ sözcüğüyle bir arada olamayacağını gösteriyordu. Orada oluşlarının yarattığı dehşet hissi her gün bizi sarıp sarmalıyordu. Tesadüfi mermiler gibi gaddarlıkları bir anda hayatımıza mal olabilirdi.
Gettoda hakim olan tek renk griydi hem de her tonu ; kül grisi, yağmur grisi, sıkıcı gri, kemik grisi Seçenekler bunlardı.Parlak renkler gözler için bir ziyafet gibiydi ama bu ziyafet Yahudiler için geçerli değildi. Temiz sokaklar ve insanlardan çok, duvarın iki yanında, yakınımda var olan renkler , içimin sizlamasina neden oluyordu.
Ah evet! O küçük tiyatroyu duymuştum. Biliyor musun Mika ; tüm bu müzisyenler oyuncular ve şarkıcılar, korkunç bir dönemden geçmemize rağmen hâlâ yüreklerimize dokunabiliyorlar . Sık sık şair Leopold Staff’ in ‘ Artık hiçbir şey kalmadığında şiir ekmekten daha gereklidir ‘ dizelerini düşünürüm. Sürekli açlık hissettiğimiz için bunu hatırlamanın güç olduğunu biliyorum. Yine de müziğin ve kuklaların gücünü hafife alma.
Krochmalna sokağına varınca, gazete kağıdının altından kuru dal gibi uzanan cılız bir kol gördüm. Midem alt üst oldu ve var gücümle koşmaya başladım. Bu insanlara ne olacaktı? Birileri mezarlarının üstüne birer avuç toprak atıp güzel sözler söyleyecek miydi? Yoksa diğer cesetlerle birlikte bir çukura atılacaklar, üstleri tebeşirle kaplanacak ve kimse isimlerini hatırlanmayacak mıydı?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Umut, iyi yiyecekler kadar nadir bulunan bir şey haline geldi
Sanırım hiçbir şey tamamıyla yok olmuyor. Ne kadar korkunç ama bir yandan da muhteşem değil mi?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kamp onları, bir kemik ve kas yığınına dönüştürmüştü; gözleri çökmüş, etleri eriyip gitmişti. İçlerini kemiren feci açlıktan ve dinmeyen soğuk, bazen adamların en kötü, bazen de en iyi yönlerini ortaya çıkarıyordu: Bazı mahkumlar ellerindeki son ekmek parçasını diğerleriyle paylaşırken, bazıları gece olunca arkadaşlarının gizlediği yiyecekleri çalıyordu. Eskiden kendilerini dürüst olarak nitelendirenlerden bazıları, acımasız birer leşçil hayvana dönmüştü. Midelerine giren kramplarla çılgına dönmüşlerdi. Bazıları da içlerinde var olduğunu bilmedikleri iyilikler keşfetmişlerdi.
Bizler de kamplardaki insanları ölene dek çalıştırdık, dedi Max. Ne ekersen onu biçersin, öyle derler.
Kağıt hamurundan yapılmış o bedeninde fazla bir şey hissetmeyebilirsin ama bildiğin gibi benim için umut, çaresizlikten daha tehlikelidir. Beni bu kahrolası soğukta asla iyileşmeyen irinli yaralardan daha çok yiyip bitirir. Artık umut etmeyi, eve dönmeyi arzulamayı kesmem gerek. Bizi bu cehennem deliğinden asla bırakmayabilirler. Bir hayalete, eskiden olduğum kişinin gölgesine dönüştüm.
Umut, iyi yiyecekler kadar nadir bulunan bir şey haline geldi ve
Tuhaftı ama korkunun gerçekten bir tadı vardı: Kan gibi keskin, demirimsi ve acı bir tattı. Artık ne yesem, o tadı alıyordum.
Orada farklı bir dünya vardı: Unuttuğum ve bizi unutmuş bir dünya. Nasıl olabilirdi? İnsanlar keyifle yürüyor çoktan unuttuğum, fazlasıyla düzgün ve yeni giysilerle salınıyorlardı.
Bu İnsanlar hayatlarına ve işlerine her zamanki gibi devam ederken bizler, hayatta kalmayı zar zor başarıyorsun. Arkadaşlarım beni düşünüyorlar mıydı? Göğsüm yanıyordu, güçlükle nefes alıp veriyordum.
Nathan, dikiş makinesini de yanında getirmişti ve geceler boyunca yan sokaktaki küçücük odasında çalışıyor; paltolara, gömleklere ve pantolonlara, insnaların en değerli şeylerini, hayatlarının hatıralarını gizleyebilecekleri gizli cepler dikiyordu.
Haftalar boyunca, evden mümkün olduğunca az çıktım. Palto ikinci evim, mağaram, sessiz dostum gibiydi. Bu sırada dış dünya giderek daha çaresiz ve düşmanca bir ortama dönşünüyordu.
Yine de asla bir yabancının gülümsemesine kanma.
O karanlığın isimini de öğrendi : Soykırım
Ölüm Azrail değildir dedi. Ölüm kuzey rüzgârı, her şeyi diri diri gömecek karla dolu bulutlardır. İnsanın ciğerini yakan, kemiklerini kıran, yaşama sevincini çalan soğuktur.
Ama bu buzlu, ıssız bölgede mahkumlar, almanların yaptığı gibi becerikli bir şekilde öldürmüyordu. Burada yapılan; adeta en güçlü olanın hayatta kalacağı, diğerlerinin çürüme ya da donarak ölmeye terk edileceği devasa bir deneydi.
Bu yeni dünyaya gelince insanın kendisini asla geçmişinden, anılarından ya da üstünde yürümeyi öğrendiği dünyadan koparamadığını fark ettim. Damarlarımızda akan kan gibi anılarımızda da içimizde yaşıyor; hepimizin ruhuna birer hiyeroglif gibi kazanıyordu.
Tüm Yahudileri minicik bir alana koy, hapset ve uzun bir süre orada bırakıp ateşten, tifodan, açlıktan ve soğukdan ölmelerini sağlayıp güçsüzleri devredışı bırak. Yahudileri gözlerden ve akıllardan uzak tut, Gettonun dışındaki halkın onları zamanla unutmasını sağla. Sonra da ortaya çıkan hastalıklar için Yahudiler suçla, gettoya gir ve onları başka bir yere aktar. Doğuya felan değil, ölüler diyarına. Hem de bunu kimsenin karışmayacağından emin olarak yap.
Artık hayatımızın bedeli buydu: üç somun ekmek ve bir kavanoz çilek reçeli
Gettoyu kırıp geçiren tifo salgını varken, binlerce insan açlıktan ve ilaç yokluğundan ölürken, sıçanlar dünyaya, Yahudilerin ne kadar iyi yaşadığını gösterdiler. Belki de dünya onlara inanmıştır
Yahudilerin muhteşem hayatlarını belgelemek üzere sahneler kuruyorlardır. Buda dünyayı kandırmak için kullandıkları başka bir pis yalandı. Silah zoruyla insanları kristal bardakları ve su dolu sürahilerin bulunduğu masalara oturturlar, almanların getirdiği yemekleri afiyetle yiyorlarmış gibi yaptırırlardı. Aslında kimse bir lokmadan fazla yemezdi ve film çekimi biter bitmez yiyecektir kaldırılırdı.
Dışarıda hayatını tehlikeye atan, kuklalarla değil silahlarla Savaşan insanlar var. Asıl fark yaratan onlar.
Artık hiçbirşey kalmadığında şiir ekmekten daha gerekli
Kalbim Krasinaki Parkındaki göller gibi donmasın diye ruhumu ısıtan oydu
Bir kalbin ağırlığı ne kadar?
Gerçekten de sesim, güvenilmez bir araçtı. Hainlere en kalın Ve kötü, soytarıya ise en tiz sesi vermek beni çok eğlendiriyordu.
Annem dışarıya gizlice izlediğiniz için uçakları çekeceğinizden endişe ediyor, uçaklara bakarsan bombaların üstümüze yağmayacağını düşünüyordum.
Gülmenin bir parçasını ısırıp yiyemezsin değil mi?
Ölülerin ayakkabıya ihtiyacı yoktu, ama kimsenin diğer dünyaya yalın ayak gitmemesi gerekirdi
Almanlar yasaları oluşturdular sonra da bizi, asılacağımız ipleri yaratmaya zorladılar.
Ziyaretlerimizden birinde Kalim bize, eskiden keman çaldığını anlattı. Kemanı, annesi ve erkek kardeşiyle birlikte Leszno’da yaşadıkları sırada, iki somun ekmek için satılmıştı.
‘Artık hiçbir şey kalmadığında şiir, ekmekten daha gereklidir ‘
Ellie böyleydi işte : Ya hep ya hiç gibi davranırdı. Mutluysa alev benzeri parıltılar saçar, coşkusuyla etrafındaki herkesi aydınlatırdı.
O dönemde annem, kendisine bir bahçe hazırladı. Gettonun her yerinde küçük bahçeler görünmeye başlamıştı. Aslında bunlara, ‘cesaret bahçeleri’ demek gerekirdi çünkü insanların, her şeye rağmen çiçekler, çaresizliğe karşı sebzeler yetiştirdiği yerlerdi.
Utancın ne olduğunu, insana ne korkunç şeyler yaptığını çok sonra anlayabildim.
Gözlerini kırpmadan bizi öldürüyorlardı.
Hepimiz aynı biyolojik özelliklere sahip değil miydik? Kan pompalayan bir kalbimiz, ciğerlerimiz ve kırmızı renkli ılık kanımız yok muydu?
Hepimiz aynı biyolojik özelliklere sahip değil miydik? Kan pompalayan bir kalbimiz, ciğerlerimiz ve kırmızı renkli ılık kanımız yok muydu?
Tuhaftı ama korkunun gerçekten bir tadı vardı: Kan gibi keskin, demirimsi ve acı bir tattı.
‘Her ot sapının eğilip ona, ‘Büyü büyü!’ diye fısıldayan bir meleği vardır.’ Hepimizin birbirimize ihtiyacı var Kalim. Hepimizin umuda ihtiyacı var.
‘Artık hiçbir şey kalmadığında şiir, ekmekten daha gereklidir ‘
Hayatın en zor dönemlerinde bile umutları yeşerten olaylar olur. Bazen umut; prens, kız, şapşal görünümlü ve dişlerinin çoğu dökülmüş timsah kumlasıyla oyunlar sergileyen kuklacı bir çocuk olarak gelir..
Tuhaftı, ama korkunun gerçekten de bir tadı vardı: kan gibi keskin, demirimsi ve acı bir tattı. Artık ne yesem tadı korku gibi geliyordu.
Biliyor musun, mika, tüm bu müzisyenler, oyuncular ve şarkıcılar bu kadar korkunç bir zaman da hâlâ yüreklerimize dokunabiliyor. Sık sık şair lopold Staff’ın dediğini düşünüyorum Ekmekten çok, ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda şiir gereklidir.
Parlak afişlerinde bizi haşerat gibi gösterirken, sanatçılarımızı dinliyorlar, müzisyenlerimizin ve eğlence yerlerimizin onları eğlendirmesine izin veriyorlar, ertesi gün gözlerini kırpmadan bizi öldürüyorlardı.
Kayıp birer ruh gibiydik ve bu yüzden birbirimize tutunmuştuk
Hangi kalpten söz ediyorduk?
Hepimiz değişiyoruz, her şey değişti.!
“Kuklalar arkadaşlarımızdı ve onları, ellerimizle idare etmemize rağmen kendilerine ait bir hayatları vardı.”
Damarlarımızda akan kan gibi anılarımız da içimizde yaşıyor; hepimizin ruhuna birer hiyeroglif gibi kazınıyordu.
Yeni dünyaya gelince insanın kendisini asla geçmişinden, anılarından ya da üstünde yürümeyi öğrendiği dünyadan koparamadığını fark ettim. Damarlarımızda akan kan gibi anılarımız da içimizde yaşıyor ;hepimizin ruhuna birer hiyeroglif gibi kazınıyordu.
Çok kötü bir olay yaşadığınızda ruhunuzun bir parçasını kaybettiğinizi söylerler. Ruhunuzun parçası gider, uzaklara sürüklenir.
Çok kötü bir olay yaşadığınızda,ruhunuzun bir parçasını kaybettiğinizi söylerler. Ruhunuzun parçası gider,uzaklara sürüklenir.