İçeriğe geç

Yaşam Yolu 1 Kitap Alıntıları – Anton S. Makarenko

Anton S. Makarenko kitaplarından Yaşam Yolu 1 kitap alıntıları sizlerle…

Yaşam Yolu 1 Kitap Alıntıları

İçimde yanan nefret, güçsüzlüğün doğurduğu bir duyguydu, çünkü bugün gördüklerimi daha çok göreceğimi adım gibi biliyordum.
Ben konuşurken büyük bir ilgi okunmuyordu yüzünde, ama sözlerimi yanıtlarken, gözlerinde utangaç bir ışık parladı.
Yok, gerçekten haklıyım ama! diye söze başladı. Dünya yazınında kişisel mutluluğu betimleyen tek bir yapıt adı söyleyebilir misin bana? Söyleyemezsin, bunu sen de biliyorsun! Böyle bir yapıt yok yeryüzünde. Sanıyor musun ki, Puşkin’in mutlu bir seviyi betimlememesinin nedeni, Lenski’nin bir düelloda öldürülmesidir? Sanıyor musun ki Onegin, Tatyana’sını kendi ahmaklığı yüzünden yitirdi? Yani o vakit, Puşkin, yaşamı boyunca tek bir mutlu evlilikle karşılaşmadı demektir, değil mi? Saçma! Bunun bir tek nedeni vardır, o da, öyle sınırlı mutlulukların bir sanatçının işine yaramayacağıdır. Tolstoy’u alalım. Piyer Bezukhov, güzel bir kadın olan Helen’le evliyken şu ya da bu yönüyle gösteriyor onu bize Tolstoy. Ancak Piyer, o evlilik içinde mutsuz bir yaşam sürmektedir. Daha sonra Nataşa Rostova’yla evlenip de mutlu olunca, yazar onları bırakıyor- öylesi bir mutluluk onun işine yaramaz çünkü. Köle sahiplerinin utançlı mutluluğudur bu alt tarafı.” Sözünün burasında durdu. Makarenko’nun yüzü iyice ciddileşti. Yüreğinde yeni huzursuzluklar beliriyordu anlaşılan. Buna engel olmak için Paris’teki dostumdan söz ettim ona, bizi Dalila’yla korkutmaya kalktığını anlattım. Makarenko kahkahalarla güldü.
Dalila ha! O kadının buradaki bir sendikanın üyesi olduğunu söyleseydin arkadaşına. Pyatnitskaya Caddesinde berberlik yapıyor kendisi, sabahtan akşama dek erkeklerin saçını sakalını kesiyor. Dalila’dan kim korkar! Bu işte, yani, ciddi konuşmaları ansızın neşeli bir şakayla toparlamada çok ustaydı. Bir keresinde, Moskova Üniversitesi’nde, Herkesin bir kusuru var mıdır? konulu bir konuşma yaptı. Konunun özü şöyleydi: İnsanlar bir yığın önemsiz ama hoş olmayan kötülükler yapıyorlar; ve — ne yazık ki, bunlardan dolayı cezalandırılmıyorlar! Kendisine büyük saygı gösterilen bir kimse, yalancı olabilir, konuştuğu vakit mangalda kül bırakmaz, dolandırıcı, bayağı ya da gerçekten edepsiz biri olabilir, ya da çalıştığı yerde astlarını hor görebilir, onları itip kakabilir, bununla birlikte, bu kişiden söz edildiğinde şöyle denilir: İşini çok iyi yapıyor. Aksayan yönlerine gelince, eh, hata insana özgüdür. Herkesin bir kusuru vardır. Makarenko, konuşmasının burasında şu soruyu soruyordu: Söz aramızda, herkesin bir kusuru var mıdır gerçekten? Olmalı mıdır? Yalan söylemeyi bıraksa, kötü huylarından vazgeçse işini iyi yapamaz mı?
Bu sözünü ettiğim konuşmasından söz ettik daha sonra. Görüyorum ki, dar görüşlülüğün düşmanısın sen de, Anton Semyonoviç. Bu çizginin biz yazarlar arasında nasıl geliştiğini izledin mi? dedim ona. Birkaç örnek gösterdim ve şunları ekledim: Bu dar görüşlülük kokusuna soylular bile katlanamamıştı, değil mi? Birden parladı Makarenko. Eski soylulardan söz etme bana. O günlerin insanları dar görüşlülüğün pisliğine bulaşmadan, o pis kokuyu salmadan edemezdi, çünkü bu onun kendi doğal pisliği, kendi organik kokusuydu. Ama günümüz insanları kolayca sıyrılabilir bu pislikten. Geçmişin eskilerini kuşanmış olan dar görüşlülük, sırtındakileri iyice eskitmiş durumda. Aradaki ayrılığı unutma üstat!” Bir başka görüşmemizde, Şu Nikolay da çok oluyor artık! dedi. Eskiden sokak serserisi olan, şimdiyse doktorluk eden bir öğrencisinden aldığı mektuptan söz ediyordu. Doktor, dünyada pek çok ahmağın bulunduğundan yakınıyordu. Duyuyor musun ne diyor — dünyada pek çok ahmak varmış! diye gürledi Makarenko. Bizim Topluluk’ta eğitilmeseydi, şu Nikolay’ın hali ne olurdu, sorarım sana? — Ne bileyim ben.
— Ben biliyorum ama! Bak ne olurdu: Bir kasabacıkta, bunaltıcı bir deliğe tıkılacak, bir ahmaktan beter yaşayıp gidecekti de, ahmaklığından haberi bile olmayacaktı. İçinde bulunduğu durumu anlayacak, ona karşı çıkmaya kalkacak aklı olmayacaktı. Öyle de mutlu olacaktı belki, evet. Ama o türden bir mutluluğa dayanabilir miydi, tanrı bilir.
Bu sözleri üzerine, yeni bir görüşünü yakalamış olmanın verdiği düşünceli bir tavırla, Demek sana göre, mutluluğun da türleri var, öyle mi?” diye sordum.
Gülümsedi.
Var elbet! dedi. Çeşit çeşit mutluluk vardır. Çalışmanın verdiği mutluluk, doğayla, kötü toplumsal koşullarla, serserilerle yapılan savaşımların verdiği mutluluk vardır: güç, rahatsız edici, huzursuz bir mutluluktur bu. Bu tür mutluluğun bir yerinde bir şiş, bir yerinde bir çürük, çizik, yara vardır her zaman — ama unutma ki, dünyayı döndüren tek şey de budur. Bir de, her şeyini yeterli bulan, başka hiçbir şey istemeyen insanların sessiz sakin mutluluğu vardır.”
“Eh, mutluluk insanlara göre değişir elbet, dedim. Garip garip baktı bana. Hiçbir şey istemeyen insanların sessiz sakin mutluluğunu savunduğumu sandı anlaşılan. Bunu düşünmek bile onu üzmeye yetti. Göğüs geçirdi, hiç yüzüme bakmadan, Öyle de denebilir, dedi. Çok fazla rahatsız olduğunda, öfkelendiğinde o belirgin Ukrayna vurgularıyla konuşurdu. Ne var ki, domuzlara göredir bu tür mutluluk. Dolayısıyla o mutluluğu domuzların önüne atmak gerekir!
Ben konuşurken büyük bir ilgi okunmuyordu yüzünde, ama sözlerimi yanıtlarken, gözlerinde utangaç bir ışık parladı.
Yok, gerçekten haklıyım ama! diye söze başladı. Dünya yazınında kişisel mutluluğu betimleyen tek bir yapıt adı söyleyebilir misin bana? Söyleyemezsin, bunu sen de biliyorsun! Böyle bir yapıt yok yeryüzünde. Sanıyor musun ki, Puşkin’in mutlu bir seviyi betimlememesinin nedeni, Lenski’nin bir düelloda öldürülmesidir? Sanıyor musun ki Onegin, Tatyana’sını kendi ahmaklığı yüzünden yitirdi? Yani o vakit, Puşkin, yaşamı boyunca tek bir mutlu evlilikle karşılaşmadı demektir, değil mi? Saçma! Bunun bir tek nedeni vardır, o da, öyle sınırlı mutlulukların bir sanatçının işine yaramayacağıdır. Tolstoy’u alalım. Piyer Bezukhov, güzel bir kadın olan Helen’le evliyken şu ya da bu yönüyle gösteriyor onu bize Tolstoy. Ancak Piyer, o evlilik içinde mutsuz bir yaşam sürmektedir. Daha sonra Nataşa Rostova’yla evlenip de mutlu olunca, yazar onları bırakıyor- öylesi bir mutluluk onun işine yaramaz çünkü. Köle sahiplerinin utançlı mutluluğudur bu alt tarafı.” Sözünün burasında durdu. Makarenko’nun yüzü iyice ciddileşti. Yüreğinde yeni huzursuzluklar beliriyordu anlaşılan. Buna engel olmak için Paris’teki dostumdan söz ettim ona, bizi Dalila’yla korkutmaya kalktığını anlattım. Makarenko kahkahalarla güldü.
Dalila ha! O kadının buradaki bir sendikanın üyesi olduğunu söyleseydin arkadaşına. Pyatnitskaya Caddesinde berberlik yapıyor kendisi, sabahtan akşama dek erkeklerin saçını sakalını kesiyor. Dalila’dan kim korkar! Bu işte, yani, ciddi konuşmaları ansızın neşeli bir şakayla toparlamada çok ustaydı. Bir keresinde, Moskova Üniversitesi’nde, Herkesin bir kusuru var mıdır? konulu bir konuşma yaptı. Konunun özü şöyleydi: İnsanlar bir yığın önemsiz ama hoş olmayan kötülükler yapıyorlar; ve — ne yazık ki, bunlardan dolayı cezalandırılmıyorlar! Kendisine büyük saygı gösterilen bir kimse, yalancı olabilir, konuştuğu vakit mangalda kül bırakmaz, dolandırıcı, bayağı ya da gerçekten edepsiz biri olabilir, ya da çalıştığı yerde astlarını hor görebilir, onları itip kakabilir, bununla birlikte, bu kişiden söz edildiğinde şöyle denilir: İşini çok iyi yapıyor. Aksayan yönlerine gelince, eh, hata insana özgüdür. Herkesin bir kusuru vardır. Makarenko, konuşmasının burasında şu soruyu soruyordu: Söz aramızda, herkesin bir kusuru var mıdır gerçekten? Olmalı mıdır? Yalan söylemeyi bıraksa, kötü huylarından vazgeçse işini iyi yapamaz mı?
Bu sözünü ettiğim konuşmasından söz ettik daha sonra. Görüyorum ki, dar görüşlülüğün düşmanısın sen de, Anton Semyonoviç. Bu çizginin biz yazarlar arasında nasıl geliştiğini izledin mi? dedim ona. Birkaç örnek gösterdim ve şunları ekledim: Bu dar görüşlülük kokusuna soylular bile katlanamamıştı, değil mi? Birden parladı Makarenko. Eski soylulardan söz etme bana. O günlerin insanları dar görüşlülüğün pisliğine bulaşmadan, o pis kokuyu salmadan edemezdi, çünkü bu onun kendi doğal pisliği, kendi organik kokusuydu. Ama günümüz insanları kolayca sıyrılabilir bu pislikten. Geçmişin eskilerini kuşanmış olan dar görüşlülük, sırtındakileri iyice eskitmiş durumda. Aradaki ayrılığı unutma üstat!” Bir başka görüşmemizde, Şu Nikolay da çok oluyor artık! dedi. Eskiden sokak serserisi olan, şimdiyse doktorluk eden bir öğrencisinden aldığı mektuptan söz ediyordu. Doktor, dünyada pek çok ahmağın bulunduğundan yakınıyordu. Duyuyor musun ne diyor — dünyada pek çok ahmak varmış! diye gürledi Makarenko. Bizim Topluluk’ta eğitilmeseydi, şu Nikolay’ın hali ne olurdu, sorarım sana? — Ne bileyim ben.
— Ben biliyorum ama! Bak ne olurdu: Bir kasabacıkta, bunaltıcı bir deliğe tıkılacak, bir ahmaktan beter yaşayıp gidecekti de, ahmaklığından haberi bile olmayacaktı. İçinde bulunduğu durumu anlayacak, ona karşı çıkmaya kalkacak aklı olmayacaktı. Öyle de mutlu olacaktı belki, evet. Ama o türden bir mutluluğa dayanabilir miydi, tanrı bilir.
Bu sözleri üzerine, yeni bir görüşünü yakalamış olmanın verdiği düşünceli bir tavırla, Demek sana göre, mutluluğun da türleri var, öyle mi?” diye sordum.
Gülümsedi.
Var elbet! dedi. Çeşit çeşit mutluluk vardır. Çalışmanın verdiği mutluluk, doğayla, kötü toplumsal koşullarla, serserilerle yapılan savaşımların verdiği mutluluk vardır: güç, rahatsız edici, huzursuz bir mutluluktur bu. Bu tür mutluluğun bir yerinde bir şiş, bir yerinde bir çürük, çizik, yara vardır her zaman — ama unutma ki, dünyayı döndüren tek şey de budur. Bir de, her şeyini yeterli bulan, başka hiçbir şey istemeyen insanların sessiz sakin mutluluğu vardır.”
“Eh, mutluluk insanlara göre değişir elbet, dedim. Garip garip baktı bana. Hiçbir şey istemeyen insanların sessiz sakin mutluluğunu savunduğumu sandı anlaşılan. Bunu düşünmek bile onu üzmeye yetti. Göğüs geçirdi, hiç yüzüme bakmadan, Öyle de denebilir, dedi. Çok fazla rahatsız olduğunda, öfkelendiğinde o belirgin Ukrayna vurgularıyla konuşurdu. Ne var ki, domuzlara göredir bu tür mutluluk. Dolayısıyla o mutluluğu domuzların önüne atmak gerekir!
Bunca rezaletin içinde insan kalabilmek, ses etmek, yeter demek gerekiyor. İşte biz, bu çaresiz, ölümlü insanlardan oluşan bir küme, susuyorduk; herkes birer birer ve hepimiz birlikte susuyor, kendi düşüncelerimize dalıyor, yaprakların fısıltılarını dinliyor, yıldızların gözünün içine bakıyorduk.
Bir oyundan bıkınca başkasına başlanır.
Her şeyin kusursuz olmasını bekleyerek büyük umutlarla yola çıkanın sonu gözyaşları ve başarısızlıktır.
lt; lt;Yaşam, sevinçtir. gt; gt;
‪‘Ne var ki, bu güzel yüzden aptallık akıyordu; ayrıca son derece kaz kafalı ve inanılmaz ölçüde talihsiz bir çocuktu. Elini neye atsa kurutur, ne işe kalkışsa düşkırıklığına uğrardı.’‬
insanoğlunun derin öfkesi, hırsı, tutkusudur bence.
Zamandan daha hırçın bir aşındırıcı var mı?
Dünyada türlü türlü insan var. Gizini birine açarsın, kıs kıs güler ya da gider kapı kapı yayar senin anlattıklarını.
İnsanoğlu, çalışma aracılığıyla başkalarıyla bir olmanın engin sevincini öğrenmektedir. İnsan saygınlığı duygusunun pekiştiği görülmektedir.
Makarenko, Gorki’nin etkisiyle, eğitsel deneyimine anlam veren şu kuralı benimsemişti: İnsandan en çoğunu istemek, onu elden geldiğince çok saymak.
‪Zamandan daha hırçın bir aşındırıcı var mı? ‬
Bana sunulan dünyayı reddetme gücüydü
bu
Eski kölelikten kalma bir alışkanlık mı bu acaba?
Çocukların boyunduruk altında olma alışkanlıgının bir devamı mı?
Çok da kötü insanlar degiliz biz,
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bunların hepsi asalak! Konuşmanın ne yararı olacak? Bir başka
insanoglunun elleriyle yaptıgı bir şeyi yıkmayı, paramparça etmeyi
kim ögretti onlara? Kim olacak, anaları babaları! Asıl onları hapse
tıkmalı! Asalaklar!
Dünyadaki büyük yazarlardan hiçbiri mutlulugu betimlememişti. Bu-
nun nedeni, şu günahlı dünyamızda mutluluktan daha çok mutsuzluk
olması degildi. Bunun nedeni, bu olguların uygulayımsal niteliginden
kaynaklanıyordu . Makarenko, insan mutlulugunun, edebiyatın amaç-
larına hiçbir zaman hizmet etmeyecegini, çünkü bunun önemli ol-
madıgını söylüyordu. Mutluluklar, genellikle kişiseldi, çogu kez bir
rastlantı sonucu, kumarda kazanılırcasına elde ediliyorlardı. Yazın
dünyasında malzeme olarak kullanılamazlardı, çünkü hiç kimseyi et-
kilemiyor, ilgilendirmiyorlardı. Bir kahramanın yazın yaşamına adı-
mını atabilmesi için acı çekmiş olması gerekiyordu – acı evrenseldi
çünkü. Sonuç olarak, Makarenka kişisel mutlulugun yazma girebit-
mesi için, rastlantısal olmaması gerektigini, mutlulugun karşısına top-
lumsal adaletsizligin çıkamadıgı, haksızlıklann mutluluklan engelle-
medigi durumların yaratılmış olması gerektigini, bununsa yalnızca
özgür toplumda olanaklılık kazanacagı görüşünü savunuyordu
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hiçbir yanlışlık yok. Dügün günü saptanmış. Bana kızınayın
Anton Semyonoviç, bunu söylemek de kolay degil benim için ama
kendimi asacagım!
– Ha? Delirdin mi sen Semyon?
– Delirmedim, ama artık yaşamam için bir neden kalmadı.
– Öyle mi, git as kendini öyleyse, lanet olası! Sümüklü bebek!
Kundak çocugu! Git, as kendini, ama bana bir iyilik et gözünü seve-
yim, Topluluk’tan uzak bir yerde as kendini, aşk hastası bedeninden
çıkacak leş kokusu bize ulaşmasın.
Anton Makarenko, hep şöyle söylerdi: İnsan her şeyden önce in-
san olmalıdır, sözcügün tam anlamıyla İnsan olmalı, gerçek bir in-
san.
Sen aydın hastalığına tutulmuşsun Tüm aydınlar gibi yalnızca sızlanıyorsun. Bugün böyle dızlsnırsın yarın öyle. Bunlarla bir sonuca varılmaz ki gelip geçici duygular bunlar..
Anton Makarenko hep şöyle derdi: insan herşeyden önce insan olmalıdır sözcüğün tam anlamıyla insan olmalı gerçek bir insan
Şu lanet olası işe uygun insanları nerden bulmalıydı acaba?Gerçek insan gerekliydi buraya. Hay Allah! Güç işti insan bulmak güç iş!
Gençleri en çok ilgilendiren onları en çok çeken şey güvenli ve kesin bilgi yetenek beceri eline çabukluk kısa ve öz konuşmak çalışmaya karşı her zaman istekli olma işten kaçmama gibi yüksek nitelikler diye adlandırdığımız özelliklerdir. Onlara karşı dilediğiniz denli katı davranabilir yokumsayabilirsiniz.ama eğer yaptığınız iş bilgi ve başarınız öne çıkmış durumdaysa bu konularda üstünlüğünü ya da yeterliğiniz varsa mesele yok. Tüm çocuklar sizden yana olacak sizi hiç düş kırıklığına uğratmayacaktır.nasıl bir yetenek gösterdiğiniz ne yaptığınız ya da ne olduğunuz hiç önemli değil. Marangozda olsanız tarımı demirci ya da mühendiste olsanız farketmez. Önemli olan yaptığınız işte sağladığınız başarıdır
Her şeyin kusursuz olmasını bekleyerek büyük umutlarla yola çıkanın sonu gözyaşları ve başarısızlıktır.
Şu lanet olası işe uygun insanları nerden bulmalıydı acaba?
Gerçek insan gerekliydi buraya! Hay Allah! Güç işti insan bulmak, güç iş!
Bulutlara uzanan dağların doruğunda Kartallar uçuşuyor işleri tıkırında
Sevinçle bağrış çağrış koşuşuyorlar
Ha-ha-hay! Avlanacak av arıyorlar
«E-ekonomik politika değil, p-p-p o litik ekonomi,» diye düzeltti.
«Hepimiz dürüst olamayız ki, Matvei? Hırsızlar olmasa senin dürüstlügünün bir anlamı kalmaz, değil mi? Sizin değerli oluşunuz bana bağlı.
– Ne demek sana bağlı! Neden böyle saçmalıyorsun yani?
– Nedeni var mı? Ben çalıyorum, sen çalmıyorsun, bu yüzden sen el üstündesin. Kimse çalmasa, herkes aynı olacak. Bana öyle geli­yor ki, Anton Semyonoviç, benim gibileri özellikle alıyor buraya se­nin gibilerin bir anlamı kalmaz ki ben olmasam.
– Amma da saçmaladın! Dünyada tek bir hırsızlık olayının gö­rülmediği ülkeler var, biliyor musun. İşte Danimarka, işte lsveç,
İsviçre. Oralarda hiç hırsız yokmuş, öyle okudum.
-Amma da attın! » diye atılırdı oradan Verşnev.«Orda da çalıyorlar pekâlâ! Hem hırsızı olmayan ülke mi olurmuş? Bak işte, o ülkelerin beş paralık önemi yok yeryüzünde.Danimarka’ymış, İs­viçre’ymiş!
– Biz çok mu önemliyiz yani?
– Biz? Baksana nasıl gösterdik kendimizi dünyaya! Daha ne ol­sun be! – Senin gibiler olmasa her şey daha kolay olurdu, aldın mı ağzının payını!» diye bağırırdı Belukhin. Bunun gibi tartışmalar, en çok Karabanov’u öfkelendirirdi.Ya­tağından atlar , yumruklarını havada sallamaya, kara gözlerinden, Be­lukhin’in halim selim görünüşlü yüzüne öfkeli bakışlar fırlatmaya başlardı hemen.
«Sen ne konuşuyorsun be?» diye bağırırdı. Mityagin’le ben bir lokma fazla ekmek yiyoruz da insanlara bunun zararı mı oluyor yani?
Her şeyi ekmekle ölçüyarsun sen zaten!
– Ekmeğin batsın senin! Yediğin fazla lokma değil önemli olan, sendeki domuzluk, anladın mı şimdi? O domuz burnunu toprağa daldırmış sağı solu alt-üst ediyorsun – işte bunu diyorum ben!»
Topluluktaki herkese karşı umursa­maz davranıyordu.Küçük dağları ben yarattım havalarındaydı.
üstelik, her zaman için gülecek neden bulan, neşeli, şakacı, yaşamayı seven, hevesli, istekli kişilerdik – olağan günlerde keyfi­mize diyecek yoktu kısacası. Gel gör ki birden inanılmaz bir olayın patlak verip de bizi uçurumun dibine fırlatmadığı, bizi daha bir yığın
üzücü olaylar zincirine bağlayıp dünyaya geldiğimize pişman etme­digi bir hafta geçmezdi.Öyle ki, bu içinden çıkılınası güç sorunlar nerdeyse kişiliğimizi değiştiriyor, bizi dış dünyaya karşı tepkili, sinir­li, hoşnutsuz birer hasta insan haline getiriyordu.
Toplulukta hiçbir şey çalmamış, hiçbir hırsızlıga karışmamıştı; yalan söylemez, dogruyu savunmak için gerekirse canını verirdi;
Semyon, Adam diye buna derim ben işte! diye başını sallıyordu. Herkes bunun gibi olsa dünya cennete dönerdi
Topluluğumuzdaki haydutluk ögeleri hem
nitelik hem de nicelik açısından arttı.
– Nerden bilecektik?
– Pekâlâ bilirsiniz!
Çıt yok.
Bir gençler Topluluğunda, kumardan daha kötü bir bela yoktur. İnsan kumara dadandı mı ondan hayır gelmez: Elindeki avucundaki artık yeterli olmayınca, kendisine yeni kaynaklar aramaya başlar, bu­nun da tek yolu çalmaktır.Bunu bildiğim için, bu korkunç düşmana
karşı hemen saldırıya geçtim.
Köylüler pastasız yaşayamaz ki? Değil mi efendim? En önemli şey, yani un yoksa, pasta yapabilirler mi, değil mi efendim?
O kulakları iyi bilirim ben.
Kendinden geçmişler, kendilerine geldi
İşte, yaşamımın bu döneminde her günüm, kaçınılmaz olarak bir
inanç-sevinç-üzüntü curcunasıydı.
İnsana karşı insanca davranmayı unutmuşlardı.
– Bana deli diyorlar!
– Tamam, duyduk! Bırak bağırmayı da benimle gel bakalım!
Olmayacak duaya amin demenin alemi yok, çocuklar.Vaktinizi böyle düşlerle harcamanız doğru degil.
Yatakhaneye garip bir sessizlik çöktü.
Ancak ne aşırı yoksulluk, aşırı perişanlık, ne de ayak parmaklanmızın soğuktan buz kesmesi, daha mutlu bir gelecek düşlerine dalmamıza engel oluyor değildi.
Şunun şurasında hepimiz yaşama savaşı veriyoruz!
ögretmenler zaten sürekli
bir korku içinde yaşıyorlar, bir haydutlar çetesi her an Topluluğu ba­sabilir, herkesi kesip doğrayabilir diye yürekleri ağızlarında uyuyor, başlarına çektikleri yorganların altında tir tir titriyorlardı. Osipov’lar, herkesten çok korkuyordu, çünkü en çok eşya onlarda vardı ve herke­sin kanısına göre, Toplulukta çalınmaya değer tek mülk bu eşyalardı.
Bu yüzden çoğu gece gözlerini kırpmıyordu zavallılar.
Sözcüklere sığmaz yoksulluğumuzun bir iyi yönü vardı: herkes -müdürü de, öğretmenleri de, öğrenciler de, herkes- aynı derecede aç, aynı derecede yoksulu. Aylıklarımız o dönemde çok azdı. Hepi­miz de aynı bulaşık suyunu andıran çorbayla besleniyor, herkes gibi
pılı pırtı içinde dolaşıyorduk.Koca kış delik pabuçlarla dolaştım, çoraplarım bu deliklerden fırlar, ıslak ıslak sallanırdı hep.Bu yoksul­luk kuralının dışında kalan tek kişi Ekaterina Grigoryevna’ydı.Her
zaman temiz pak, bakımlı ve giyimliydi o.
– Okula gitmek zorunlu mu diye sordu Volokhov.
– Elbette! dedim.
– Ya okumak istemiyorsam? Okul benim neyime!
– Okul zorunludur.İstesen de istemesen de derslere gireceksin.
Zadorov az önce aptal dedi sana.Okula gidip akıllı olmayı öğrenme­lisin.
Volokhov, gülünç bir tavırla başını salladı:
İyi valla, çattık!
Çok da kötü insanlar değiliz biz, Anton Semyono­viç! dedi. lşler yoluna girecek! Her şeyi çok iyi anlıyoruz.
Bu işi yapmak sana düşüyor! Hiçbirimiz her şeyi anamızın karnında öğrenmedik; sen de öğrenirsin.Yüzüme karşı ‘bilmiyorum’ demen hoşuma gitti! Eh, hay­di bakalım!
– Ve kimse işe nerden başlayacağını bilmiyor.
Siz aydınlar, rahat bir çalışma odasıyla sevgili kitaplarınızdan başka bir
şey düşünmüyorsunuz zaten. Şu gözlüklere de bak!
Güldüm.
Şimdi de gözlüklerime mi taktınız!
– Yok neye takacaktım – tak gözlügü, oku! Oku babam oku! Sonra, gerçek, canlı bir insanogluyla karşılaşınca, ‘Gırtlağımı kopara­cak ‘ diye dırlan dur! Aydın degil misiniz, n’olacak!
Bu evsiz barksız çocukların sayısı
her geçen gün biraz daha artıyor, bunlara çarpmadan sokakta yürümek olanaksız hale geldi artık.
Duyuyor musun ne diyor – dünyada pek çok ahmak varmış! diye gürledi Makarenko.
Bu işte, yani, ciddi konuşmaları ansızın neşeli bir şakayla toparla­mada çok ustaydı.
Bir keresinde, Moskova Üniversitesi’nde, Herkesin bir kusuru var mıdır? konulu bir konuşma yaptı.
Konunun özü şöyleydi: insanlar bir yığın önemsiz ama hoş olma­yan kötülükler yapıyorlar; ve – ne yazık ki, bunlardan dolayı ceza­landırılmıyorlar! Kendisine büyük saygı gösterilen bir kimse, yalancı
olabilir, konuştuğu vakit mangalda kül bırakmaz, dolandırıcı, bayağı
ya da gerçekten edepsiz biri olabilir , ya da çalıştığı yerde astlarını
hor görebilir, onları itip kakabilir, bununla birlikte, bu kişiden söz
edildiginde şöyle denilir: İşini çok iyi yapıyor. Aksayan yönlerine
gelince, eh, hata insana özgüdür. Herkesin bir kusuru vardır.
Makarenko, konuşmasının burasında şu soruyu soruyordu: Söz aramızda, herkesin bir kusuru var mıdır gerçekten? Olmalı mıdır?
Yalan söylemeyi bıraksa, kötü huylarından vazgeçse işini iyi yapa­maz mı?
Mutluluklar, genellikle kişiseldi, çoğu kez bir rastlantı sonucu, kumarda kazanılırcasına elde ediliyorlardı.Yazın
dünyasında malzeme olarak kullanılamazlardı, çünkü hiç kimseyi et­kilemiyor, ilgilendirmiyorlardı.Bir kahramanın yazın yaşamına adı­mını atabilmesi için acı çekmiş olması gerekiyordu – acı evrenseldi
çünkü
Bu sokak serserileri nerden türüyor? Bunlar, savaş kasırgasının
tüm ülkeye serptiği savaş sığıntılarının çocuklarıdır; batı eyaletlerin­den gelen, yıllar süren salgın hastalıklara, yaşama savaşımına, açlığa dayanamayıp ölen halkın yetimleridir.Sokakların çağrısına hayır di­yemeyen, oralardan gelen kışkırtmalara yenilen alınları babadan kalma lekeyle damgalı çocuklar, bu lanetlenmiş çocuklar canlarını kur­tarmışlar anlaşılan.Varoluş savaşımından, kendi kendine yetinebilen­ler sağ çıkmış kuşkusuz.Bu çocuklar , o çocuklardır işte.
İnsan her şeyden önce insan olmalıdır, sözcügün tam anlamıyla insan olmalı, gerçek bir insan.
Aile yalnız aile bağlarıyla biraraya gelmiş kişilerin yakınlığı değildir, ayrıca bir topluluktur, toplumun ilk ve doğal hücresidir.Ai­le topluluğunu düzene koyan kişilerin tinsel ve toplumsal görüşleri, yani ana babaların davranış ve tutumları çocukların eğitiminin başarılı olup olmamasını belirler.
Birbiri ardı sıra fırıncılık, boyacılık ,aş ev­lerinde bulaşıkçılık yapmış olan Gorki, Makarenko’ya çok yakındı.
Gorki gibi, Makarenko da kendi kendini yetiştirmişti, kültür dün­yasına amansız bir çalışmayla girmişti.Gorki’nin Makarenko’ya aşıla­dıgı insan inancı, başıboş gençlerin en umutsuzları ndaki iyi yanı bulup ortaya çıkan n asına yardım ediyordu. Makarenko, Gorki’nin et­kisiyle, egitsel deneyimine anlam veren şu kuralı benimsemişti:
İnsandan en çoğunu istemek, onu elden geldigince çok saymak.
Yüzüstü bırakılan çocuklar ulusal bir felaket haline geldi.
Her şeyin kusursuz olmasını bekleyerek büyük umutlarla yola çıkanın sonu, gözyaşları ve başarısızlıktır
Sen aydın hastalığına tutulmuşsun. Tüm aydınlar gibi yalnızca sızlanıyorsun.
Bu gün böyle sızlanırsın, yarın öyle, bunlarla bir sonuca varılmaz ki?
Gelip geçici duygular bunlar
Neyse ki iflah olmaz bir iyimserimdir ben!
Daha işin başında bile olsam, utkunun bir Asım gerisinde sanırım kendimi
İnsan herşeyden önce insan olmalıdır,
sözcüğün tam anlamıyla insan olmalı,
gerçek bir insan
Anton S. Makarenko
Hepimiz dürüst olamayız ki,Matvei?Hırsızlar olmasa senin dürüstlüğünün bir anlamı kalmaz,değil mi?
çünkü o,kendisinin geçmişiydi ve de hiç kimseyi ilgilendirmezdi.
İçimde yanan nefret,güçsüzlüğün doğurduğu bir duyguydu,çünkü bugün gördüklerimi daha çok göreceğimi adım gibi biliyordum.
Her şeyden önce şunu,anlamış değil de,hissetmiş bulunuyordum:Nasılsa uygulayamayacağım bir soyut formül hiçbir işime yaramazdı.Yapmam gereken tek şey,hemen içinde bulunduğumuz durumu çözümlemek ve anında harekete geçmekti.
Ancak ölümden korkuyor değildi.İnsanın işine burnunu soktuğu gerekçesiyle ölüme bir baş belası gözüyle bakardı,o kadar. Ölümü küçümser,onu hor görürdü.
Anton Makarenko hep şöyle derdi: İnsan her şeyden önce insan olmalıdır, sözcüğün tam anlamıyla insan olmalı,gerçek bir insan.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir