Ahmet Murat kitaplarından Avarelik Görgüsü kitap alıntıları sizlerle…
Avarelik Görgüsü Kitap Alıntıları
Hayatta hemen her şeyi anlamayı o şeyi sevmeye borçluyuz gibime geliyor artık.
Popüler din dilimiz sorunlu ve yaralı. Tedaviye başlangıç için terk edilmesi gereken tek şey var: Edebiyat parçalamak, retotik kasmak, belâgat yardımak.
Dedelerimin sermayesini yiyorum, ne var bunda diyorum kendi kendime bir yandan, içim rahat. Bir yandan da, torunlarıma aynı sermayeyi bırakıp bırakamayacağımı soruyorum kendime, içim huzursuz.
Mevzu, içimizdeki tabiat değişiyor mu? Gönlümüz çiçeklendi mi? Yaz çilesini çekti mi? Çile çekip meyveye durdu mu? Sonbahar fâniliğini tattı mı? Tattı da yokluğun sırrına erdi mi?
Ha? Erdi mi? Erenlerden oldu mu?
Yaz ne ara gitme hazırlığını tamamladı, güz ne ara kendisini biriktirdi de kapıya dayandı, takip ediyor muyuz? Ama takip ettiğimiz bir şey olmalı: Dışarıda olup biten, içimizde olup bitene benziyor.
Güneşe ihtiyacı olmayanın, güneşi karşılamaya da ihtiyacı yoktur.
Bizim ihtiyacımız olan şey eğitim ütopyaları üretmektir. Eğitimi hayal etmektir. Yeni modeller, yeni mekanlar, yeni sınıflar , yeni öğretmenler, yeni bir öğrenci hayal etmek. Bu mümkün mü peki? Mevcut eğitim, bize hayal kurmayı da büsbütün unutturmadıysa, evet mümkün.
Hakikaten Allah’ı seviyorsan, onun ismini, sevmediğin birinin dilinden duyman da sana mutluluk verir.
Bizim yaşımıza gelince anlarsınız ne yapmaya çalıştığımızı, diyen anne babalar varsa, bilsinler ki çoğunlukla ne yaptıkları ömür boyunca anlaşılmayacak.
Türkiye’de eğitim, okuryazarların, tefekkür sahibi kimselerin, edebiyatçıların ya da felsefecilerin gündemine girmiyor. Eğitim üzerine düşünenimiz az, yazanımız yok.
Aradığını bulmak için hangimiz hangi fikri mevzileri, hangi felsefi pozisyonları terketmedik ki?
İstikameti, Siyaseti ve kendine dönük bir bilinci olan Avarelik, vakti boşa harcamaktan alıkoyan bir şeydir.
Bazen mevcudu korumanın, bir şey, büyük ve ses getiren bir şey yapmaktan daha önemli olduğunu hatırlayın.
Görgü, umurgörmüş olmayı gerektirir. Görmüş geçirmiş olmayı; övgüye doymuş, yergi dinlemeyi bellemiş olmayı da gerektirir. Görgü ve görenek sahibi olan, açgözlülikten kurtulmuştur. Hem toktur hem de başkalarını doyurmak işini üstlenir.
Cemil Abi! Haklısın, mevsimler kaçınılmaz olarak değişiyor. Bizim zahiri tabiatımız, yani bedenimiz de mevsimlerini kaçınılmaz yaşıyor, yaşlanıyor, ölüyor. Ama mevzu bu değil. Mevzu, içimizdeki tabiat değişiyor mu? Gönlümüz çiçeklendi mi? Yaz çilesini çekti mi? Çile çekip meyveye durdu mu? Bu meyveler derildi mi? Ölüme ve yıkıma hazır mı? Sonbahar faniliğini tattı mı? Tadıp da yokluğun sırrına erdi mi?
Ha? Erdi mi? Erenlerden oldu mu?
Bizim ihtiyacımız olan şey eğitim ütopyaları üretmektir. Yeni modeller, yeni mekanlar, yeni sınıflar, yeni öğretmenler, yeni kitaplar, yeni bir öğrenci hayal etmek. Bu mümkün mü peki? Mevcut eğitim, bize hayal kurmayı da büsbütün unutturmadıysa, evet mümkün.
Bir şehri sevmeye nereden başlanır ? Ya da bir şehri sevdiğinizi, o şehrin daha nesini severek kanıtlayabilirsiniz ?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Modern insanın hayatından ihtiyaç duyduğu hayvanlar çıktığı için, artık hayvanlarla bir ihtiyaç ilişkisi kurmamaktadır. Artık ne kendisini ne de yükünü bir hayvan taşımaktadır. Artık evini, malını bir köpek değil, alarm sistemleri korumaktadır. Artık yumurtasını marketten almaktadır.
Dolayısıyla hayvanlara muhtaç değildir. Bu sebeple onlara, kendilerine muhtaç olduğu zamanlardaki gibi davranmamaktadır.
Muhtaç olduğunda, sanılanın aksine hayvanla daha denk bir ilişki kurmaktaydı. O hayvanların yemlerini, sularını, sağlıklarını gözetmesi, aynı zamanda onlardan yararlanmasının da bir yoluydu.
Bu yüzden kendisini hayvanlara daha borçlu ve daha muhtaç hissediyordu. Artık bu ihtiyaç ilişkisi kalmadığı için, hayvanlardan kendi seçtikleriyle sevgi ilişkisi kurmaya başlamıştır .
Mesela bazı dağ köylerinde katır temel taşıma hayvanıdır. Eşekten daha iridir, attan daha dayanıklıdır. Ama artık katıra ihtiyacımız kalmamışsa, katırı sevmemiz de kolay değildir. Seçmece bir sevgi imkânına sahip olduğumuzda, eciş bücüs eşeği ya da soysuz katırı değil, asalet simgesi olan atı seçeriz.
Bizim de sonbaharımız gelecektir; bizim de hasadımız olacaktır; biz de kışa erecek ve biz de yeniden dirileceğizdir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Benim şelaleye ulaştığım dakikalarda, bir otobüs de şelale kenarında mola verdi. Bir tür teyze ve abla otobüsüydü bu. Göz açıp kapayıncaya kadar, şelaleyi izlemeye çalıştığım kıyı, onların endişeli ve gürültücü sesleriyle doldu. Ama o da ne? Orada, o tabiat içinde beklenmedik bir infilak gibi bütün dikkatlere el koyan, bütün dekorun odağına yerleşen o büyük, o görkemli, o çılgınca güzel suya neredeyse bakmıyorlardı. Yani tabii ki bakıyorlardı ama adeta görmüyorlardı.
Büyülenmiş gibi değil, üzerine titredikleri bir huşu halini korur gibi değil, konuşunca karşılarındaki güzelliği çatlatmaktan korkar gibi değil, telaşlı, ihtilaçlı, havaleli gibi davranıyorlardı. Hemen hepsi zaten ellerinde hazır tuttukları cep telefonlarıyla, acele ve panik içinde, sanki suyun akmasına duydukları bir öfkeleri varmış gibi, suyu dondurmak ve susturmak ister gibi fotoğraflar çekmeye başladılar.
Birbirlerini ite kaka, o kıyıda selfie çekmek için yer kapmaya çalışıyorlardı. İkişerli üçerli gruplar oluşturuyorlar, suyun önünde fotoğraf çektiren grup bekleyenler tarafından habire uyarılıyordu. Suyu görmeye değil ama kendilerini suyun önünde görmeye geldikleri açıktı. Hatta belki de kendilerini suyun önünde görmekten daha önünde göstermekti.
Siyasetin, koltuğu korumaya kilitlenmesi, koltuğu korumak adına her türden mevziyi ve değeri harcama sonucunu hızla doğurur.
Tutarlılık adına, ideolojik ve fikri mevzimizi ölümüne savunmak çok da matah bir şey değil. Hakikatin kendisi, mevzimizden daha değerlidir.
Işığın ısıtmayacağı bilerek ya da bilmeden . kitaplarını yakansa aydınlanmak değil , ısınmak istemektedir . Çünkü yaşadığı ruh üşümesini gidermek için , elinde kala kala bu son ölümcül hamle kalmıştır.
Okulumuzda oyun en ciddiye aldığımız şeydir.
kitaplardan umut kesmedikçe ,onların kıvanç ve gönenç veren varlıklardan , ruhu okşayan maddelerinden, ayrıcalık taşıran ağırbaşlılıklarından vazgeçmek mümkün olmaz.
hemen her kitapta ve yazarda susuzluklarını gidermenin verdiği bir canlılık ve böylece başka kitaplara uzanabilmek için gerekli iştahı bulurlar.
Mevsimler değişiyor, bir değişmeyen şu insanlar.
Bu profesyonel okuryazar tipi bir yana, bir de hayatının sorusuna kitaplarda cevap arayanlar vardır. Bunlar hakikatli okurlardır. Mutsuzlukları kalıcıdır, çünkü her seferinde önlerinde cevaplardan daha çok soru bulurlar. Kitaplarını okudukları diğer mutsuzların varlığıysa onları umutlandırır. Hep birlikte şu yalan dünyada, cevaplarını bulamayacakları bazı sorularla boğuşan müstesna bir kavim olmuşlardır. Sorulara karşı nezaket, mutsuzluk karşısında direnç, yorgunluğa karşı mukavemet sahibidirler. Bu da onları, mütemadiyen aramaya adanmış, suskun ama gözü pek şövalyeler yapar. Kitaplar onları kitaplara bağlar, yazarlar yazarları çağırır. Bazı soruların cevapları şu kitapta çıkar, bazı kitaplar taze sorular doğurur. Ama hemen her kitapta ve yazarda, susuzluklarını gidermenin verdiği bir canlılık ve böylece başka kitaplara uzanabilmek için gerekli iştahı bulurlar. Bunlar için yukarıda umutlu mu demiştim? Doğru demişim.
Hakikatin kendisi, mevzimizden daha değerlidir.
Şayet bir öğrenci eğitim çağlarında bu avarelik görgüsünü edinmemişse, vaktini ziyan etme alışkanlığını edinmiş demektir. Biraz garip kaçıyor farkındayım ama şunu demek istiyorum: İstikameti, siyaseti ve kendine dönük bir bilinci olan avarelik, vakti boşa harcamaktan alıkoyan bir şeydir.
Bazen mevcudu korumanın, bir şey, büyük ve ses getiren bir şey yapmaktan daha önemli olduğunu hatırlayın.
… ya da bir kahve kokusunun çağırdığı filozof sözü: “Gece uyuyamayanların önünden çekilin!”
Nagehan ol şara vardım
Anı ben yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında
Mevzu, içimizdeki tabiat değişiyor mu?
Gönlümüz çiçeklendi mi?
Yaz çilesini çekti mi?
Çile çekip meyveye durdu mu?
Bu meyveler derildi mi?
Ölüme ve yıkıma hazır mı?
Sonbahar faniliğini tattı mı?
Tadıp da yokluğun sırrına erdi mi?
Ha?
Erdi mi?
Erenlerden oldu mu?
İçindeki mevsimden n’aber?
Bugün bizler için sabah, kudemanın tecrübe ettiği doğum anı değil artık.
Sabah, zorlandığımız, baş etmek zorunda kaldığımız, giderek aşmaya çalıştığımız bir evre.
Sabahı tecrübe etmek, sabahtan önce de hakikatin orada bulunduğunu ama perdelenmiş olduğunu tecrübe etmektir.
Zihnin özgürce keşfetmesine olanak vermek, zihni açılım için de fırsat yaratmak anlamına geliyor.
Kitaplar onları kitaplara bağlar. Yazarlar yazarları çağırır. Bazı soruların cevabı şu kitapta çıkar, bazı kitaplar taze sorular doğurur.
Seyretmeye değer bulduğu şeyleri, üzerinde konuşmaya da değer buluyor.
Bize tahkiye edilen derdin acısı derinde duyurulmuşsa bu, sanatçının başarısıdır. Çekilen acı bir anda sanatçının ya da acının asıl sahibinin olmaktan çıkar, müşterek ve var olmanın kendisine yapışıveren bir acıya dönüşür. Nazlı yarini kaybeden aşığın acısından bize, dünyanın faniliğini, feleğin sillesini, ölümün yakınlığını, sevincin geçiciliğini duyuran bir şey ulaşır. Biz de mübalağasız yaralanırız
Hayatta hemen her seyi anlamayı o şeyi sevmeye borçluyuz gibime geliyor artık.
Dışarıda kurulan tabiat dekoru, içimizde kurulan ruh dekoruna; dışarıdaki topoğrafya içimizdeki topoğrafyaya; dışarıdaki mevsimler içimizdeki mevsimlere benzer. Ya da şöyle söyleyelim: Tabiat sanki ruhun hâllerini görünür ve konuşulabilir kılmak ve onları tanıyabilelim diye modeller sunmak üzere önümüzde gibidir.
Ahmed el-Alavi Hazretlerinin bir sözü var: Hakikaten Allah’ı seviyorsan, onun ismini, sevmediğinin birinin dilinden duyman da sana mutluluk verir . Bu sözü, sevmediğimiz birinin benimsediğimiz bir görüşü dile getirmesini sevimli bulup bulmadığımızı ve dolayısıyla derdimizin fikirle olup olmadığını tespit etmek bakımından bir kerteriz noktası gibi kullanmayı deneyebiliriz.
istanbul’un geçen yüzyılının kültür mahfillerini incelemek bize, çay içip gevezelik yapıyor görünen o zevatın, Küllük’te, Baylan’da ya da Marmara Kiraathanesi’nde okul dışında bir sivil okulu nasıl inşa ettiklerini, nice deve dişi gibi mühim şahsiyetin o kahvehanelerden mezun olduğunu gösterecektir .
Hayatta hemen her şeyi anlamayı o şeyi sevmeye borçluyuz gibime geliyor artık.
Bir şehir sevmeye nereden başlanır? Ya da bir şehri sevdiğinizi, o şehrin nesini severek kanıtlayabilirsiniz?
Zikrin içinden bakınca, dışarıdaki her şey cılızlaşıyor, ağırlığını kaybediyor, silikleşiyor.
Bir çocuğun gözünde din, dindar büyüklerinde temsilinde yer buluyor. Hatta peygamber ve Allah bile. Bir insanın peygamberini ve Tanrı’sını şahsileştirmesi, onlarla arasında baba ve annesine ihtiyaç duymadan bir ilişki gerçekleştirebilmesi ancak gençlik çağlarında mümkün oluyor. Ço çağlarındaysa, dindar baba ve dindar anne dinin temsilcisi olarak, Tanrı adına konuşan otoriteler olarak görülüyor.
Sezai Karakoç’un ya da Akif İnan’ın bir yazısında geçen bazı ifadeleri, popüler din diline eklemek sadece kırk sene önce değil, bugün de iyi bir fikir olabilir. Ama aynı ifadeleri, ölümüne yorarak, ölümüne kullanarak itibarsızlaştırmak, birer klişeye dönüştürmek de gereksiz ve haksızca. Başka ifade mi kalmadı? Dümdüz anlatsan ne olur sanki? Mesela Kur’ân-ı Ke tilavetini takdim için yukarıdaki gibi süslü ve nesebi belirsiz klişeler yerine, “Kur’ân-Kerim”, “şifa, zikir , ibadet”, lah’ın kelamı , yol gösterici”, “huşu” gibi anahtar kelimeler kullanılarak bir takdim yapılsa ne lazım gelir? Bunlar zaten Kur’ânî ifadeler olduğu için hem hakikati dile getirilmiş olur hem de tesiri daha derin olur.
Bir çocuğun gözünde din, dindar büyüklerinde temsilini buluyor Çocukluk çağlarında, dindar baba ve dindar anne dinin temsilcisi olarak, Tanrı adına konuşan otoriteler olarak görülüyorlar.
Ahmed el-Alavî Hazretlerinin bir sözü var: “Hakikaten Allah’ı seviyorsan, onun ismini, sevmediğin birinin dilinden duyman da sana mutluluk verir.” Bu sözü, sevmediğimiz birinin benimsediğiniz bir görüşü dile getirmesini sevimli bulup bulmadığımızı ve dolayısıyla derdimizin fikirle olup olmadığını tespit etmek bakımından bir kerteriz noktası gibi kullanmayı deneyebiliriz.
Bu böyledir. Bazen fikrî sanılan çatışmaların arkasında, basit kişisel hesaplaşmalar ya da tatminsizlikler bulunur.
Bazen mevcudu korumanın, bir şey, büyük ve ses getiren bir şey yapmaktan daha önemli olduğunu hatırlayın
Mevsimler, kaçınılmaz olarak değişiyor. Bizim zahiri tabiatımız yani bedenimiz de mevsimlerini kaçınılmaz olarak yaşıyor, yaşlanıyor, ölüyor ama mevzu bu değil. Mevzu, içimizdeki tabiat değişiyor mu? Gönlümüz çiçeklendi mi? Yaz çilesini çekti mi? Çile çekip meyveye durdu mu? Bu meyveler derildi mi? Ölüme ve yıkıma hazır mı?
Anlayışıma göre bir üniversite ,öğrencilerine dersler ve müfredat ,diploma ve ümit kadar avarelik hakkında bir görgü bir terbiye bir zenginlik de vadetmelidir .
İnsanoğlu seyretmeye değer bulduğu şeyleri, üzerinde konuşmaya da değer buluyor.
Bizim de sonbaharımız gelecektir, bizim de hasadımız olacaktır; biz de kışa erecek ve bir de yeniden dirileceğizdir.
Bazen mevcudu korumanın, bir şey, büyük ve ses getiren bir şey yapmaktan daha çok önemli olduğunu hatırlayın.
Bir başkan proje der demez gözümde, daha çok uçuk kaçık, iyi düşünülmemiş ,hatta bizzat tefekkürden ve teemmülden kaçırılmış işlerin yaklaşmakta olduğu canlanıyor. Eyvah diyorum, ya şu ana caddenin kimyasını bozacaklar ya alakasız bir bilmem ne merkezi açılacak ya da şu kalabalık kaldırıma bir bisiklet yolu konduracaklar.
Bir şehri taşına kadar sevmeyi bilen bir kimsenin elinden o şehri alamazsınız.
Gelip geçmiş, yıkılıp gitmiş insanoğlunun o kerpiçten bedenine mukabil, taş, kutsalın dayanıklı ve kadim maddesidir.
Mevsimlerin yüzü sanki ağaçlardır. Bizim ruh hâllerimizi ele veren nasıl yüzlerimizse, içimizden haberler benzimizde sarılık ya da bir tebessüm olarak dışarı vuruyorsa, mevsimlerin hâllerini de evvela ağaçlardan takip ederiz. Ağaçların yaprakları göğerir, çiçekleri açar. Sonra ağaç meyveye durur, o meyve devşirilir. Nihayet yapraklar da dökülür. Ağaç ‘çirkin’ ve ‘yalnız’ kalakalır.
Mevsimler değişiyor. Bu bir cümle, insan olarak şu yer üstündeki hikâyemize bir ayna gibi. Mevsimler değişiyor: Şetaretli yaz çekiliyor; yerini munis güze bırakıyor.Yaz ne ara gitme hazırlığını tamamladı, güz ne ara kendisini biriktirdi de kapıya dayandı, takip ediyor muyuz? Ama takip ettiğimiz bir şey olmalı: ‘ Dışarıda olup biten, içimizde olup bitene benziyor.’
Tabiat genellikle yavaş hareket eden bir dekordur. Bu sebeple, biz gürültü ve hareket üreten insanları yatıştırır ve şaşırtır.
Dünyevi bir beklentiden kaçırılabilmiş bir arayış, daldan dala, mevziden mevziye ,hizipten hizbe savrulma gibi görünse de ve hatta tutarsızlık olarak etiketlense de aslında kulak verilmeye değerdir.
Okuma ve öğrenmeyle akla ilk gelen biçimde (yani masada, sınıfta vb.) meşguliyetin dışında kalan zamanları, ilham veren gezmeyle, yaratıcı uğraşla, doğru zamanda doğru sohbet halkasının içinde bulunmakla zenginleştirdiğimiz takdire, bu zamanlar teorik olanı heba eden değil, besleyen imkanlara dönüşecektir.
Bizim de sonbaharımız gelecektir; bizim de hasadımız olacaktır; biz de kışa erecek ve biz de yeniden dirileceğiz.
Hayatta hemen her şeyi anlamayı o şeyi sevmeye borçluyuz gibime geliyor artık.
Bir de hayatının sorusuna kitaplarda cevap arayanlar vardır. Bunlar hakikatli okurlardır. Mutsuzlukları kalıcıdır, çünkü her seferinde önlerinde cevaplardan daha çok soru bulurlar. Kitaplarını okudukları diğer mutsuzların varlığıysa onları umutlandırır. Hep birlikte şu yalan dünyada, cevaplarını bulamayacakları bazı sorularla boğuşan müstesna bir kavim olmuşlardır. Sorulara karşı nezaket, mutsuzluk karşısında direnç, yorgunluğa karşı mukavemet sahibidirler. Bu da onları, mütemadiyen aramaya adanmış, suskun ama gözü pek şövalyeler yapar. Kitaplar onları kitaplara bağlar, yazarlar yazarları çağırır. Bazı soruların cevapları şu kitapta çıkar, bazı kitaplar taze sorular doğurur. Ama hemen her kitapta ve yazarda, susuzluklarını gidermenin verdiği bir canlılık ve böylece başka kitaplara uzanabilmek için gerekli iştahı bulurlar. Bunlar için yukarıda umutlu mu demiştim? Doğru demişim.
Hakikatin kendisi, mevzimizden daha değerlidir.
Bazen mevcudu korumanın, bir şey , büyük ve ses getiren bir şey yapmaktan daha önemli olduğunu hatırlayın. Mesela şehrinizin bir sokağında çok özgün bir sivil mimarinin örnekleri dizili duruyor. İnsanlar o evlerde yaşıyor, o evlerin mutfaklarında tencere kaynıyor, çocuklar o sokakta oynuyor. O sokağı öylece muhafaza etmek en önemli iştir. Lütfen o sokakla ilgili bir proje tasarlamayın. O sokağı turizme açmayı, o sokağın yamuk yamuk taşlarını söküp yerine renkli kilitli taşlardan döşemeyi, o sokaktaki bir oteli belediyeye ait bir butik otele dönüştürmeyi aklınızdan geçirmeyin. Sadece o sokağı muhafaza edin!..
Tabiat genellikle yavaş hareket eden bir dekordur. Bu sebeple biz kültür ve şehir yaratan, yani gürültü ve hareket üreten insanları yatıştırır ve şaşırtır.
Sırf dünyevi olan, mahza dünyevi olan, sadece dünyevi olan kirletir. Fikri de, arayışı da, mevzi değiştirmeyi de, siyaseti de. Siyaset, daha üst ve basitçe dünyevi sayılamayacak ilkelerin ve ülkülerin hizmetinde olmak zorundadır. Siyasetin, koltuğu korumaya kilitlenmesi, koltuğu korumak adına her türden mevziyi ve değeri harcama sonucunu hızla doğurur.
Şayet bir öğrenci eğitim çağlarında avarelik görgüsünü edinmemişse, vaktini ziyan etme alışkanlığını edinmiş demektir.