İçeriğe geç

The Magus Kitap Alıntıları – John Fowles

John Fowles kitaplarından The Magus kitap alıntıları sizlerle…

The Magus Kitap Alıntıları

Esas trajedi buydu:Bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil;milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi
‘Tüm bunlar – bana bir teoloji dersi vermek için mi?”
Gökyüzüne işaret etti.
“Kanımca eğer bir tanrı tüm bunları yalnızca bizlere bir teoloji dersi vermek adına yaratmışsa, onun hem espriden hem de hayal gücünden cidden yoksun olduğu konusunda hemfikiriz.”
Kibarlık daima, başka türden gerçeklerle yüzleşmenin reddini barındırır içinde.
Denizde boğulmamız gerekmediği gibi her şeyi şansa bırakmaya da mecbur değiliz artık. Omzumu sarstı. Yüz! Mesele yüzmekte değil. Hangi yöne yüzeceğini bilmekte.
Aşk aslında, diğer insanın içinde var olan bir şeyi sevmekten çok, kendi içimizde yer alan sevme kapasitesidir
Hepimiz sevilmekten ya da nefret edilmekten hoşlanırız. Bu anımsanacağımızın, varolduğumuzun bir işaretidir. Bu nedenle sevgi yaratamayanların çoğu nefret yaratmışlardır. O da anımsanır.
Güzel olmak ekstradır yalnızca. Hediyeyi saran bir kağıt gibi. Hediyenin kendisi değildir.
Yeni insanları tanımak bana zor geliyor. Bir sürü düğüm çözmek zorundasın.
Başımıza gelenleri hak ettiğimiz ortadaydı. Herhangi bir salak bile daha mantıklı bir dünya için bir plan yapabilirdi. Hem de on dakikada. Hatta beş. Ama insanların mantıklı bir şekilde yaşamasını beklemek, onların sakinleştiricilerle yaşamasını istemek gibi bir şeydir.
Nefret ettiğim şeyden kurtulmuş, ama sevdiğim yeri bulamamıştım ve böylece sevilecek hiçbir yer olmadığına inandırmıştım kendimi.
Uzun süredir ilerlediğiniz bir yolda yanınıza bir arabanın yanaşması yalnızca zamanı açıklar. Nedeni değil.
Kibarlık daima, başka türden gerçeklerle yüzleşmenin reddini barındırır içinde.
Yukarıda Yunanca mı yoksa Ingilizce mi konuşuyorlar? Yaklaşık bir on beş saniye falan cevap vermedi, hiç gülümsemedi.
Duygularla konuşuyorlar.
Pek de kesin bir dil değilmiş.
Bilakis. En kesini. Öğrenebilene tabii.
İnsana dair gerçekler daima karmaşıktır.
Üç tür zeki insan vardır: o kadar çok zeki olan adlandırılan doğal ve aşikar gösteriniz; ikincisi kendisinin edildiğini değil de, sadece pohpohlandığını görecek kadar zekidir; üçüncü ise o kadar az zekidir ki her şeyi inanır
“Ölüler de yaşar.”
“Nasıl yaşarlar?”
“Sevgiyle.”
Kibarlık daima, başka türden gerçeklerle yüzleşmenin reddini barındırır içinde.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Herkesin hayatında bir dönüm noktası vardır. O anda kendini kabul etmelisin. O artık ileride olacağın değildir. Olduğun ve olacağın budur.
Esas trajedi buydu. Bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kimi insan vardır, topluma hiç farkında olmadan karışır, kimiyse topluma onu denetim altında tutarak karışır. Biri vitestir, dişli çarktır, diğeriyse bir mühendis ya da sürücü. Ama bunun dışında durmaya karar veren bir kişinin yalnızca kendi varlığı ve hiçliği arasındaki çözülmeyi ifade etme yetisi vardır. ‘Cogito değil, scribo, pingo, ergo sum.’ (Düşünüyorum öyleyse varım, değil, yazıyorum, çiziyorum, öyleyse varım.)
Keşfetmenin peşini bırakmamalıyız
Ki tüm bu keşiflerimizin sonunda
Başladığımız yere varmış
Ve o yeri ilk defa anlamış olacağız.
İnsanoğlu ancak mantığını kullanarak ilerleyebilir.
İnsan soyu önemsizdir. İhanet edilmemesi gereken insanın kendisidir.
Bence Hitler’in kendisine ihanet etmediği söylenebilir. Bana döndü.
Haklısın. Etmedi. Ama milyonlarca Alman kendilerine ihanet ettiler. Esas trajedi buydu. Bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi.
Bütün yüce ve dürüst işler sıkıcıdır.
Toplumun şansı kontrol altına almak için kullandığı yollardan biri de -kölelerinin seçme özgürlüğünü önlemek adına- geçmişin şimdiden daha asil olduğunu söylemektir.
Ölümü göze alma arzusu son büyük sapkınlığımız. Karanlıktan gelip karanlığa gidiyoruz. Neden karanlıkta yaşayalım ki?
Önünde gerçekten diz çökmüş olan, sensiz yarım bir insandan farkı olmayan birinden nefret edemezsin.
Umarım oraya adımınızı atar atmaz Zeus şimşeğini fırlatır üstünüze.

Bunu bir şaka olarak aldı. Sıradan insanlar çağında yaşıyoruz ahbap. Sıradan insanlar çağı bu.

Zavallı öfkeli genç adamcık, izin verin size bir şey söyleyeyim. Aşk aslında, diğer insanın içinde var olan bir şeyi sevmekten çok, kendi içimizde yer alan sevme kapasitesidir. Bence Alison nadir rastlanan bir sevme ve bağlanma kapasitesine sahip biri. Benimkinin çok ötesinde hem de. Bunun çok değerli bir şey olduğunu düşünüyorum. Sonuçta ben sadece verdiği şeyleri azımsamaması gerektiğine -ki şimdiye dek hep aksini yapmıştı- ikna ettim onu.

Aman ne güzel.

Aynı dile, geçmişe ve daha pek çok aynı şeye sahip olup da, onlara, İngilizler’e at olmamaktan kaynaklanan bir öfke ve şaşkınlık karışımı his. Kökleri olmamaktan beter bir durumdu bu bir türe ait olmamak.
Ben bir pagandım, en iyi koşulda bir stoacı, en kötü koşulda da zevk düşkününün tekiydim ve hep öyle kalacaktım.
Esas trajedi buydu. Bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi.
Oradaydı işte, sayfa 69’un yanında: İncecik yeşil yapraklar, ufak beyaz çiçekler, Alysson maritime . parfum de miel Yunanca a (olumsuzluk eki), lyssa (delilik). İtalyancası, Almancası.

İngilizcesi: Tatlı Alison.

Seçim
Ölünceye dek esirge onu.
Yaşayıncaya dek eziyet et.
o hayattan nefret ediyordu, bense kendimden. Hiçbir şey yaratmamıştım, yokluğa, néant’a aittim ve öyle geliyordu ki yaratabileceğim tek şey de kendi ölümümdü artık; ve o zaman bile, bu beni tanıyan herkese yöneltilmiş bir suçlama olur diye düşünüyordum. Böylece bütün o kinikliğim onaylanmış, tek kişilik bencilliğim kanıtlanmış olacaktı; bu, benim son kara zaferim olacak ve hep öyle hatırlanacaktı.
O zamanlar Emily Dickinson’un o müthiş tanımını, Kitaplarının basılması şairi ilgilen diren bir mesele değildir,” sözünü bilmiyordum daha; şair olmak her şeydir, bir şair olarak bilinmekse hiçbir şey.
Hissettiğim hep aynı korkuydu; görünüş değil de, bu görünüşün altında yatan nedenin korkusu. Korktuğum maske değildi, çünkü asrımızda bilim kurguyu fazlasıyla kanıksamış ve bir daha doğaüstünden ürkmeyecek kadar bilimsel gerçekliğe güvenmiştik; gelgelelim maskenin altında yatan korkunçtu.
Tüm korkuların, tüm dehşetin, asıl kötülüğün sonsuz kaynağı, insanın bizzat kendisi.*
Neye uğradığımı anlamaya çalıştım: Hiçbir kural, sınır tanımayan insanların dünyasındaydım.
Yüreğine ok saplanmış bir satir.
Birinin gitmesinin ne demek olduğunu bilirim. Bir hafta ıstırap çekersin, sonra bir hafta üzülürsün, derken unutmaya başlarsın ve sonra, hiç böyle bir şey olmamış gibi, sanki tüm bunlar başka birinin başından geçmiş şeylermiş gibi gelir ve omuz silkmeye başlarsın. Hayat işte, bu işler böyle dersin. Bunun gibi aptalca şeyler işte. Sanki bir şeyleri sahiden sonsuza dek kaybetmemişsin gibi.
Farz et ki, tamam bekle, bir yıla kadar ne yapacağım belli olur dedim. Onca zaman bekleyip duracak mısın?
Önemli değil.
Ama delilik bu. Bu bir kızı, kendini onunla evlenmeye hazır hissedinceye dek bir manastıra kapamaya benziyor. Sonra da evlenmek istemediğine karar veriyorsun. Özgür olmamız lazım. Başka seçeneğimiz yok.
Yalnızca var olmayı unuttuğum zaman mutluyum.
Yaptığı işi gerçek anlamda omuzlayamayan tüm adamlar gibi o da görünüş ve ufak tefek işler konusunda çok titizdi; bilgisini artıracağı yerde, Disiplin, Gelenek ve Sorumluluk gibi büyük harfli anahtar kelimelerden oluşan bir cephanelik oluşturmuştu.
Bana yardım etti. Başını bana doğru uzatıp, söyleyemediği o kelimeyi söylemeyi başardı. Çıkan şey sesten çok boğazında bir burulmaydı, beş hecelik bir boğulma. Ama bir kez daha, son bir kez daha, bariz şekilde o kelimeydi. Ve kelimeyi gözleriyle, varlığıyla, tüm varlığıyla söylüyordu. İsa çarmıhta ne söylemişti? Neden beni terk ettin? Bu adamın söylediğiyse çok daha az sempatik, çok daha az acıklı, hatta çok daha az insaniydi, ama çok daha derindi. Benimkine tamamen ters düşen bir dünyadan konuşuyordu. Benimkinde hayatın bir bedeli yoktu. Öyle değerliydi ki, kelimenin tam manasıyla paha biçilmezdi. Onunkindeyse yalnızca bir tek şey paha biçilmez değerdeydi. Bu da eleutheria idi: Özgürlük. Bu adam aklın, mantığın, medeniyetin ve tarihin ötesinde, değiştirilemez bir varlık, özdü. Tanrı değildi, çünkü bizim bilebileceğimiz bir Tanrı yoktur. Oysa o, asla bilemeyeceğimiz bir Tanrı olduğunun kanıtıydı. Son bir reddetme hakkıydı. Seçmek için özgür kalmak adına bir ret. [ ] En iyisinden en kötüsüne her türlü özgürlüktü. Neuve Chapelle savaş alanını terk edip gitme özgürlüğüydü. Seidevarredeki ilkel bir Tanrı’yla karşılaşma özgürlüğüydü. Köylü kızların bağırsaklarını çıkarıp, erkekleri de tel makasıyla iğdiş etme özgürlüğüydü. Erdemin ötesine geçip, nesnelerin özünden fışkıran bir şeydi -her şeyi, her şeyi yapma özgürlüğünü kapsayan ve yalnızca tek bir şeye karşı çıkan- ki bu da her şeyi yapma yasağıydı.
Zamanımızın en büyük safsatalarından biri Nazilerin kaosa bir düzen getirdikleri için güç kazandığıdır. Oysa doğru olan tam tersidir – başarılı oldular çünkü düzene kaos getirdiler. On Emri yırtıp attılar, süperegoyu ve daha aklına ne gelirse her şeyi reddettiler. ‘Azınlığa zulmedebilirsin, öldürebilirsin, işkence edebilirsin, aşksız sevgisiz çiftleşip üreyebilirsin,’ dediler. İnsanlığa en baştan çıkarıcı günahları teklif ettiler. Hiçbir şey doğru değildi, her şeye izin vardı.
sana savaşın ne olduğunu anlatayım. savaş, ilişkileri görmedeki bozukluktan kaynaklanan bir psikozdur. birbirimizle kurduğumuz ilişkileri. ekonomik ve tarihi durumumuzla ilişkilerimizi. ve en çok da hiçlikle ilişkimizi. ölümle.
İki cins arasındaki büyük fark da budur. Erkekler nesneleri, kadınlarsa nesneler arasındaki ilişkiyi görür. Nesnelerin birbirine ihtiyaç duyup duymadığını, birbirini sevip sevmediğini ve birbirine uygun olup olmadığını.
sen beğenilmek istiyorsun. bense yalnızca var olmak. bir gün bunun ne demek olduğunu anlarsın belki. ve gülümsersin. bana değil, benimle birlikte.
hiçbirimiz gerçekte olduğumuz kişi değiliz. hepimiz bazen yalan söyleriz, bazılarımızsa hep.
Bu son iki günde Alison’ın öldüğü gerçeğini gitgide daha çok özümsemeye başlamış, onu ahlâki dünyadan, bu duyguyla baş etmenin daha kolay olduğu estetik dünyaya aktarabilmiştim.
Becerememiştim, anlatamamıştım ve asla anlayamayacaktı.
Ölü bir adam cesur olamaz.
“Nasıl anlatsam? Eğer Maurice burada olsaydı seksin, daha müthiş olmakla birlikte, diğer bütün zevklerden farksız olduğunu söylerdi size. Bunun, aşk dediğimiz ilişkinin yalnızca bir parçası olduğunu –ve en temel parçası olmadığını– söylerdi. En temel parçanın gerçek olduğunu söylerdi. İki insanın zihinleri, ruhları –artık adına ne derseniz– arasında kurduğu güven olduğunu. Asıl sadakatsizliğin cinsel sadakatsizliği gizlemek olduğunu. Çünkü birbirine âşık iki insanın arasına asla girmemesi gereken tek şey yalandır.”
‘Başkaldırmak gibi özel bir yeteneği olmayan başkaldıran, erkek arı olmaya mahkûmdur; ama bu metafor bile tam yerinde değil, çünkü erkek arının hiç değilse kraliçe arıyı döllemek için ufak bir şansı vardır, oysa insan başkaldıran-arının bu kadarcık bile bir şansı yoktur ve nihayetinde, yalnızca kraliçe arıların hayattaki parlak başarısından değil, insan kovanındaki işçi arıların mütevazı mutluluğundan bile mahrum olduğunu fark ederek kendini bütünüyle verimsiz görür. Böylesi bir kişilik basit bir balmumundan farksızdır, yalnızca izlenimler elde edecektir; ve bu durum, içindeki çok temel bir dürtünün –başkaldırmanın–yadsınmasıdır. Başkaldırmayı beceremeyen, entelektüel itibarlarına olan hassasiyetlerinin bilincinde, kendiyle uğraşıp duran arılara dönen pek çok başkaldıranın, orta yaşlarına geldiklerinde yüzlerine, yaşam tarafından aldatıldıklarına dair o az çok paranoyakça hissi gizleyemeyen kinik bir maske geçirmelerine şaşmamak lazım.’ ”
Sanırım bütün yeni buluşlar bu şekilde gerçekleşiyor sizce de öyle değil mi? Birdenbire. Ve bütünüyle. Bundan sonrasında bunların sınırlarını keşfetmek zorundasındır.
“Bireye karşı düzenlenmiş, görünüşte sadistçe olan entrikaya evrim diyoruz. Ya da var olma. Tarih.”
Zamanımızın en büyük safsatalarından biri Nazilerin kaosa bir düzen
getirdikleri için güç kazandığıdır. Oysa doğru olan tam tersidir – başarılı
oldular çünkü düzene kaos getirdiler. On Emri yırtıp attılar, süperegoyu ve
daha aklına ne gelirse her şeyi reddettiler. ‘Azınlığa zulmedebilirsin,
öldürebilirsin, işkence edebilirsin, aşksız sevgisiz çiftleşip üreyebilirsin,’
dediler. İnsanlığa en baştan çıkarıcı günahları teklif ettiler. Hiçbir şey doğru
değildi, her şeye izin vardı.
“Erkekler savaşı sever çünkü bu onlara ciddi görünme imkânı verir. Çünkü
bunun, kadınların kendilerine gülmesini engelleyen tek şey olduğunu
sanırlar. Böyle bir durumda kadınları nesne konumuna indirgeyebilirler. İki
cins arasındaki büyük fark da budur. Erkekler nesneleri, kadınlarsa nesneler
arasındaki ilişkiyi görür. Nesnelerin birbirine ihtiyaç duyup duymadığını,
birbirini sevip sevmediğini ve birbirine uygun olup olmadığını. Biz
erkeklerde olmayan ve savaşı kadınların topuna birden iğrenç –ve de
absürt– kılan bambaşka bir duygu boyutudur bu. Sana savaşın ne olduğunu
anlatayım. Savaş, ilişkileri görmedeki bozukluktan kaynaklanan bir
psikozdur. Birbirimizle kurduğumuz ilişkileri. Ekonomik ve tarihi
durumumuzla ilişkilerimizi. Ve en çok da hiçlikle ilişkimizi. Ölümle.”
“Zenginlik bir canavardır. Bunu finansal anlamda kontrol etmeyi öğrenmek
insanın bir ayını alır. Psikolojik olarak kontrol etmeyi öğrenmekse uzun
yıllar. Bu uzun yıllar boyunca bencil bir hayat sürdüm. Her tür zevki tattım.
Bol bol seyahat ettim. Tiyatroda biraz para kaybettim, ama çok daha
fazlasını borsada kazandım Kimisi şu an epey meşhur olan pek çok dost
edindim. Ama hiçbir zaman çok mutlu olmadım. Öte yandan sonunda bazı
zenginlerin asla keşfedemediği bir şeyi keşfettin – her birimizin belli bir
mutluluk ve mutsuzluk kapasitesi olduğunu. Ve hayatın bize sunduğu
ekonomik koşulların bu durumu fazla etkilemediğini.”
Bir şairin en ahlâkî görevi ahlâksızlık değil midir?
Affetmek unutmaktır
Hayatımıza devam etmemiz gerekiyor. Ne kadar üzücü de olsa.
Birbirimize asla adımızla seslenmezdik. Öyle yakındık ki , buna gerek kalmazdı.
Mesele şu ki, hiçbir yere kök salamıyorum artık, hiçbir yere ait değilim. Yalnızca hoşlandığım insanlar var. Ya da sevdiğim. Elimde kalan tek yurt onlar.
Gerçekleştirmeyeceğin arzuları beslemektense bebeği beşiğinde öldür.
Özgürlük bir seçim yapıp o yolda devam etmekti; insanın içgüdü ve iradesinin, kendini tek başına yeni bir duruma fırlatıp atmasına izin vermesiydi.
Gün geliyor insan olduğunuzu keşfediyorsunuz. O zaman da ne halt edeceğinizi şaşırıyorsunuz işte.
Ve gücenme sakın. Affetmek unutmaktır
Kimi anlar vardır ki sessizlik şiir olur
En büyük mesafeler asla haritalarda görünenler değildir
Aşk aslında, diğer insanın içinde var olan bir şeyi sevmekten çok, kendi içimizde yer alan sevme kapasitesidir.
Asla karşındaki insanı olduğu gibi düşünme. Hatta o kadar cahil olup “olduğu gibi” olmanın ne anlama geldiğini bilmedikleri zaman bile.
İnsan bilinemeyeni düşünemez.
“Burada, sınırda yapraklar düşüyor. Komşularımın hepsi barbar olsa da ve sen, binlerce mil uzakta olsan da, masamın üzerinde her zaman iki fincan durur.”
“Hayatım boyunca seninle karşılaşmayı bekledim ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir