İçeriğe geç

1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi Kitap Alıntıları – Beşir Ayvazoğlu

Beşir Ayvazoğlu kitaplarından 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi kitap alıntıları sizlerle…

1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi Kitap Alıntıları

İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de..
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emin ol, becerir.
Ne var ki, ölüm gerçeği, Hâmid’i, gelenekteki düşünüş ve davranış biçiminin aksine, hayata daha fazla bağlıyordu. Yusuf Ziya, onu ölümünden on gün kadar önce Mithad Cemal ile birlikte Maçka Palas’taki dairesinde ziyaret ettiklerini, kendilerine yeni bir şiirini okumak istediğini, kendi elyazısını tek gözlüğüne ve avizelerden dökülen parlak ışıklara rağmen okuyamayınca ‘Ölümden korkmuyorum, iğreniyorum!’ diyerek defteri salonun ortasına büyük bir öfkele fırlattığını anlatır
Hâmid’in bodrum katına yerleştirildiği Maçka Palas, Mütareke yıllarını sonlarına doğru, İtalyan asıllı Vincenzo Caivona tarafından yaptırılan, ‘palazzo’ olarak tasarlanmış bir apartmandır. Önceleri bodrum katında bir dairede, 1918 yılında kaybettiği oğlu Abdülhak Hüseyin’nin İngiliz eşi ve iki torunuyla birlikte yaşayan Hâmid, Lüsyen Hanım’la 1927 yılında ikinci defa evlendikten sonra aynı apartmanın 4. numaralı dairesine geçti ve ölünceye kadar yaşadığı bu daireyi tanınmış şair ve yazarların yanı sıra, Osmanlı bakiyesi devlet adamlarının, eski sefirlerin vb. devam ettiği bir buluşma yeri haline getirdi.
Hâmid, Midhat Cemal’in davetine, herhalde çok bunaldığı Maçka Palas’taki karanlık bodrum dairesinden kalkıp gelmişti. O günlerde bir kısmı daha önce İkdam gazetesinde yayımlanan Hatırat’ın yeni bölümleri Vakit’de tefrika ediliyordu ve hiç şüphesiz Lüsyen Hanımla sıra dışı ilişkisi İstanbul kahvelerinden Çankaya’daki sofraya kadar her yerde konuşuluyordu. Âkif gibi bir ahlâk adamının böyle bir ilişkiyi hoş karşılaması düşünülebilir mi? Bütün dostları, onun sevmediği adamlarla bir araya gelmeye tahammül edemeyeceğini kaydetmişti. Midhat Cemal’in evindeki davette, Âsım’dan, karısının üstüne evlenmeye kalkışan torun tosun sahibi pinpon paşanın cemiyetteki bozulmanın ve kokuşmanın tipik bir örneği olarak tasvir edildiği bölümleri okudu mu, bilmiyoruz. Eğer okunduysa yüzünde beliren ifadeye görmek istemez miydiniz? Aslına bakılırsa, sadece Âkif için değil bütünüyle o günkü cemiyet için Şair-i Âzam’ın karısını, âşığıyla bizzat evlendirmesi ve Pera Palas’ta, gerdek gecelerini geçirdikleri odanın hemen bitişiğinde kalması kabul ve hazmedilebilir bir davranış değildi. Öyle anlaşılıyor ki, Âkif, şair olarak çok yükseklerde gördüğü ve ilk şiirlerine bakılırsa, bir zamanlar derinden etkilendiği Hâmid’in sıra dışılığını en azından onunla ilişkisini koparmayacak kadar hoş görüyordu
Mithad Cemal’in misafirlerine bir Türkçü gözüyle bakılmadığı zaman karşımıza ilgi çekici bir halita çıkmaktadır, o günkü misafiri, Arnavut olmakla beraber Arnavutluğunu hiçbir zaman öne sürmemiş, Arnavutçuluk yapmamış olan Âkif’ti. Sadece bir kere, Hakkın Sesleri’ndeki bir şiirinde Arnavutluk isyanı yüzünden duyduğu derin acıyı ve öfkeyi ifade ederken ‘Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavudum!’ diye haykırmıştı. ‘Evet, ben de Arnavudum, fakat bu isyanı, bu ayrılığı aska tasvip etmiyorum!’ anlamına gelen bu çığlık, çok istismar edilmiş, Türkçe’nin en kudretli şairlerinden biri üstelik İstiklâl Marşı’nın şairi olduğu ve bu marşta ‘kahraman ırkım’ diyerek ‘Türkçü’ bir tavır benimsediği halde Türk olmamakla suçlanıp aşağılanmıştı.
Süleyman Nazif, İskilipli Âtıf Efendi’yle aslında kendisini çok aşan bir konuda tartışmaya girmişti; Ubeydullah Efendi’nin Vatan gazetesinde çıkan bir yazısında ‘isteyen herkesin fidye vererek oruç tutmayabileceği’ yolundaki iddiasına Resimli Gazete’deki yazılarıyla destek veriyordu. Âtıf Hoca Sebilürreşad’ın da yazarlarındandı ve Mahfel mecmuasında üç sayı süren bir makaleyle Nazif’e cevap vermişti. Nazif, hazmedemediği bu susturucu cevabın acısını, onun ünlü Frenk Mukallidliği ve Şapka adlı risalesi çıkınca İmana Tasallut adlı risalesiyle almaya kalkışıcaktı..
Şapka tatışması devam ederken Şeyh Sait isyanı çıkmış 578 sayılı Takrir-i Sükûn Kanunu ilan edilmiş, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmıştı. Âtıf Efendi, Anadolu’da şapka yüzünden yer yer çıkan ayaklanmaların kışkırtıcı olarak tutuklandı, İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve söz konusu kanunda bir buçuk yıl kadar önce yayımlanan Frenk Mukallidliği ve Şapka risalesi gerekçe gösterilerek idama mahkûm edildi.
Nazif, Şapka İktisadı Kanunu çıkınca bir melon şapka edinmiş ve kafasına çok küçük gelen bu şapkayı, istemeden suçsuz bir adamın idamına sebep olduğu için ölünceye kadar belki de vicdan azabı gibi taşımıştı. Halit Fahri, Süleyman Nazif’in şapkasından şöyle söz eder:
Her gün Bizim Yokuş’u çıkarken ve inerken bütün gazeteci arkadaşlarımın başlarında ya kulaklarına kadar geçmiş, ya da sivri gagasını kanatlarının altında sokup uyuklayan büyük kuşlar gibi tepelerine tünemiş acayip şapkalar görüyordum. Süleyman Nazif de , yıldırımlı ve şimşekli fikirlerle dolu başının üstüne inadına dar gelen o siyah melonu oturtmuştu. İki yık sonra ölümüne kadar da o şapkayı değiştirmedi. -Halit Fahri Ozansoy, age, s213-214
Öldükten sonra cehenneme değil, hiçbir yere gitmemekten korkan Cenab şimdi kim bilir neredeydi?
Bilmem arz ettiğim noktaları evvelce dolaşmış mıydınız? Emine Abbas hanım. Çok niyaz ederim : Gümüşsuyu tekkesinin bulunduğu tepeden Halic’i kuş bakışı bir seyredelim : O ne alem, o ne rengarenk bir sahne-i temaşa! Eminim hayran olacaksınız hanımefendimiz. Sağ olmalı idim de İstanbul’u size gezdirmeli idim. İçinde doğup büyüdüğüm bu aziz yurdun dağlarını, tepelerini, ormanlarını, çayırlarını hulasa bütün köşelerini öyle zannederim, kulunuz kadar bilen az kimse bulunur (Mehmet Akif)
Abbas Halim Paşa bir gün Heybeli’den Istanbul’a giderken, dostlarından biri Hususi bir vapur alsanız da onunla İstanbul’a gidip gelsek olmaz mı? demişti. Paşa gülerek, Evet, diye cevap vermişti. kağıt parçası üzerine bir imza koymakla bu olabilir. Fakat insanın her yapabildiğini yapması deliliktir! Birinci Dünya Harbi yıllarında herkes gibi onun sofrasında da mısır ekmeği ve bulgur pilav bulunurdu; bir gün İaşe’den gönderilen bir çuval şekerle francalayı geri göndermişti. Zor durumda kalanlara yardım etmekten zevk duyar, iyilik yapmadığı günler adeta kederlenirdi. Tanıdık, tanımadık, Müslim, gayrimüslim, bir adamın hakikaten sıkıntıda bulunduğundan söz edilince birkaç saat sonra adamın kapısı çalınıp imdadına yetişilmiş olurdu.
Neyzen Tevfik’ten ney öğrenen Akif sadece Salim bey’in Hicaz Peşrevi’ni değil, birçok zor parçayı çalabilir hale geldiğini, hatta devr-i kebir usulünü vurmayı bile öğrendiğini yazıyor.Şerif Muhiddin’e Aziz Dede olacak değilim ya! Ancak çalışsaydım kendimi bir köşede diyor.Neyzen Tevfik, Tanburi Aziz, Udi Asım Şakir, Hafız Kemal – Sami,Şerif Muhiddin gibi dostlar edinmişti.
Hayat, kadındı onun için. Karısı Fatma Hanım’ın ölümünden sonra, Hariciye tarafından kendini toplaması için bütün masrafları karşılanarak Paris’e gönderilince orada kendine hemen bir sevgili bulmuştu. Samipaşazade Sezai, bir gün dostlarına o tarihte başka bir Avrupa şehrinde görev yapmakta olduğunu, Hamid’in Paris’e geldiğini duyar duymaz acısını paylaşmak için işini gücünü bırakıp Paris’e gittiğini, otelini ararken kendisiyle Şanzelize’de burun buruna geldiğini ve hayretten donakaldığını anlatmıştır. Hiç de karısını yeni kaybetmiş birine benzemeyen Şair-i Azam her zamanki gibi şıktır ve endamlı bir siyahi dilberi koluna takmış, salına salına gezinmektedir. Bu tuhaf durumu nasıl açıkladığına gelince: Gayet pişkin bir tavırla der ki: Sezai, biliyorsun büyük bir teessür içindeyim. Matemde olduğumu herkese göstermek için bu zenci kızı buldum.
Bir gün Çanakkale Zaferi’ni kutlamak amacıyla hazırlanan bir programda, bir hatip, Arkadaşlar, diye söze başlar, şimdiye kadar Çanakkale Şehitleri için hiçbir Türk şairi esaslı bir şiir yazmamıştır. Çanakkale için en güzel şiiri maalesef bizden olmayan, Türk olmayan birisi yazmıştır! Bunu duyunca çok üzülen Âkif, birkaç gün sonra, Falih Rıfkı da Hadi git artık, kumda oyna, bu memlekette işin yok senin! gibi sözler yazınca kahrolacak, belki de, Mısır’a yerleşmeye o zaman karar verecektir.

Ma’mure-i dünyayı dolaşsa da yer er
Son son, “Hadi sen kumda biraz oyna” demişler

Mustafa Kemal bile bir gün Falih Rıfkı’ya Oğlum demişti (İstiklal Harbine) İnanmayanları ayıplamayın sakın.Sahiden inanan kaç kişi vardı ki? Gün oldu ben bile içimden sarsıldım
Arkamda serilmiş yere bir mâzî var,
Karşımdaki müstakbelim ondan da harap.
Hâl ortada, bir çöl ki, sudan vaz geçtim,
Yok ye’simi aldatmaya bir damla serap.
Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?
(Mehmet Akif Ersoy)
Abbas Halim Paşa Zenginlik serkeş bir ata benzer, sahibinin ufak bir gafletini yahut münasebetsiz bir hareketini sezecek olsa derhal yere çarpar derdi.
Halbuki kahramanlık cehalete ve aptallığa itaat ederek ölmek değil,hayır demesini bilmekti.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Asım’ın henüz intişar ettiği günler. İzmir mebuslarından biri Akif’e aman üstad dedi, o ne eser, o ne abide Mehmed Akif yahu sen beni sevmezsin, ben seni sevmem! Niye söylüyorsun bunları dedi yürüdü gitti.
Adam : Hastasın sen üstad diye bağırdı.
Ben adamın sözlerinde riya yok üstad dedim, yeni eserin hakkında herkes onun söylediğini söylüyor.
Arabın Türk’e; Lâzın Çerkese, yahut Kürde; Acemin Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!
(Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer!  /Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber) (Mehmet Akif Ersoy)
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ben rahat ölüyorum. Fakat sen mahvoldun.
Ah! Kaç kaç yarın İstanbul’a vapur var!
Eğer şiiri sadece bir çeşit büyü olarak görür, şiirle nesrin sınırlarını kesin bir biçimde birbirinden ayırırsanız, doğru, Safahat’taki metinlerin çoğu şiir sayılmaz.
Safahat’ı imbikten geçirebilseniz, elde edilecek şiir iksiri, sembolist şairleri kıskandıracak kadar yüksek kalitede çıkacaktır İç dünyasının kepenklerini kapaması natüralist olduğundan değil, cemiyete karşı duyduğu sorumluluğun ağırlığındadır.
Gerçeği yansıtmak! Sanatın gayesi hiç değilse büyük acıların yaşandığı buhran dönemlerinde sadece budur:

Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek
Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

Âkif, musikiyle sanıldığından fazla ilgiliydi. Onun gibi zeki, hassas ve mütecessis bir insan, beşeri ifade vasıtaların en önemlilerinden biri olan musikiye bigâne kalamazdı.
Heyecâna verdi gönülleri,
Heyecanlı sesleri gönlümün;
Ben o nagmeden müteheyyicim:
Ki yok ihtimali terennümün
Siz, Marmara âfâkını dürbünle süzerken;
Biz, poyrazı görsek diye damlarda gezerken!
Siz, yelkeni açmış, suyun üstünden akarken;
Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!
İnsaf ediniz: Kopmayacak şey mi kıyamet?
Altaylar sadece beşerin değil, atın da dünyaya yayıldığı yerdi. Yunanlılar, kulaklarının dibinden geçen oklar sît, sît diye sesler çıkardığı için bu okları kullanan kavme Sit adını vermiş ve daha önce hiç ata binmiş insan görmedikleri için ikisini tek bir mahlûk zannederek başı insan, vücudu at şeklinde mitolojik bir mahlûk (centaur) tasavvur etmişlerdi.
Nazif, Cenab’a Âkif sana çattıktan sonra onu nasıl affettin? diye sorar. Cenab’ın cevabı şaşırtıcıdır: Âkif bir Çanakkale daha yazsın, isterse on defa daha küfretsin!
Hâmid’in soyundaki bu karışıklık, Türk olmak öyle bir şeydir ki taksim kabul etmez[ ] Türk olmak ya hep, ya hiç meselesidir diyen Türkçüleri Ahmet Haşim’in Araplığı ve Âkif’in Arnavutluğu kadar rahatsız etmiş görünmüyor. Herhalde bu kadarcık karışıklığı hoş görüyorlardı
Hasan Ali Yücel’e inanmak gerekirse, Hâmid, beş altı yaşlarından başlayarak son zamanlarına kadar içmişti. İleri yaşlarda bile içtiğinden değil, istediği gibi içemediğinden şikâyet ederdi. Bir şiirinde seher gıdasının viski soda olduğunu söylüyor.
Ey Meryem’in oğlu, Âdemoğullarını bilhassa seninkilerin şer ve zulmünden kurtarmak için, ümmetinin mezbahaya çevirdiği bu dünyaya ya hemen gel veya iki elini ar ve hicab ile iki yüzüne tutarak hangi katında bulunduğunu bilmediğim göklerden kendini esfel-i sâfiline at!
Safahat şairine hiç kimse ilk görüşte şairliği yakıştıramamıştır.
Şapka da, kalpak da müsavi (eşit). Elverir ki kafaları değiştirmeli Bunu yapabiliyor muyuz? Mesele burada!
Yıkmak, insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu, en çolpa herifler de, emin ol becerir.
Zenginlik serkeş bir ata benzer, sahibinin ufak bir gafletini yahut münasebetsiz bir hareketini sezecek olsa derhâl yere çarpar.
Nazif, Mütareke devrinde Hadisat gazetesindeki odasına, Rumlar tarafından mavi beyaz renklerde bastırılan, bir köşesinde Ayasofya, diğerinde Atina’nın resimlerinin yer aldığı haritayı asmış, Ayasofya Camii resminin üzerine Dinim , Atina resminin üzerine Kinimdir kelimelerini yazmıştı.
Hristiyan dünyasına karşı öfkesini Dinim Kinimdir sözü ile ifade etmiştir.
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır
Midhat Cemal, Emiri Efendi’ninkine benzer bir kitap hastalığının bir ara kendisine de bulaştığını, satın alamadığı bazı kitapların geceleri rüyalarında dostları tarafından kendisine hediye edildiğini anlatırdı
Hamid, Akif’ten tam üç buçuk ay sonra, 13 Nisan 1937 tarihinde öldü. ( ) İstanbul milletvekili olduğu için resmi törenle kaldırılacak olan şair iki gün sonra Maçka Caddesinde muazzam bir kalabalığın naaşını Zincirlikuyu Mezarlığı’na götürecek olan top arabasının arkasından sel olup akacağını bilseydi, belki de ölmek için biraz acele ederdi. Asri bir mezarlık olarak yapılan Zincirlikuyu Mezarlığı, açılış için Makber şairini bekliyordu.
Devlet, İstiklal Marşı şairinden esirgediği ilgiyi, üst üste üç defa milletvekili seçilmesini sağladığı Makber şairine ölümünde de fazlasıyla gösterdi. Çünkü o hem Büyük Gazi’ye övgüler yazmış, hem de kendi dilini ve şiirini tarihe gömecek olan 1. Türk Dili Kurultayı’na katılmıştı.
Bütün bu rivayetlerin ortak tarafı, İstiklâl Marşı şairinin cenazesinin resmî ilgiden mahrum olduğu, Beyazıt Camii’ne herhangi birinin cenazesi gibi çıplak bir tabut içinde getirildiği, Küllük Kahvesi’nde onu bekleyen üniversiteli gençlerin dört bir tarafa dağılarak cenazenin kime ait olduğunu herkese haber verdikleri, tabutu hemen orada buldukları bir bayrağa sararak namazdan sonra, kolluk kuvvetlerine aldırmaksızın Edirnekapı Şehitliği’ne kadar omuzlarında taşıdıkları ve törene tahmin edilenin kat kat üzerinde bir kalabalığın katıldığıdır.
Eflatun, Devlet’in onuncu kitabında İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları der. Rönesans’ta yeniden karşımıza çıkan tabiata ayna tutma görüşü, yani mimesis , 19. yüzyılda natüralistler, 20. yüzyılda da sosyalist gerçekçiler tarafından benimsenmiştir. Naturalistler, sanatın, tabiattaki gerçeklerin (nesnelerin ve olayların) aslına en uygun bir biçimde tasviri olduğunu, bu manada bir tasviri gerçekleştirmek için, tabiat ilimleriyle uğraşanların uyguladıkları tecrübi metodun sanat alanında da uygulanması gerektiğini düşünüyorlardı. Sanatkâr kendi iç dünyasını eserine hiçbir şekilde yansıtmamalıydı. Bu tarif, Akif’in sanat anlayışını bire bir vermektedir: Gerçeği yansıtmak! Sanatın gayesi hiç değilse büyük acıların yaşandığı buhran dönemlerinde sadece budur:

Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

diyen Akif’e göre sanatın üç esası vardı: Hayat, hakikat ve müşahede.

Safahat şairi, Şerif Muhiddin’i dinlemekten çok büyük bir zevk aldığını bir mektubunda bütün samimiyetiyle şöyle ifade ediyordu: Cedd-i muazzamınızın mukaddes nâmına yemin ederim ki hayatımda muhalled, maddiyattan mücerred bir zevk duydumsa onu sizinle geçen âlemlerde duydum.
Onun udunu dinlerken aksırsanız. diyor Midhat Cemal, Âkif, nezle olduğunuza kızardı. Bir gece, Çamlıca’daki bu köşkte benim öksürdüğüme öfkelendi: ‘Şerif Muhiddin Itri’nin Segâh bestesini çalarken insan hiç öksürür mũ?’ gibi gözlerle yüzüme baktı. Bu besteyi Ākif’in ne kadar sevdiğini bildiğim için kabahatli bir yüz takındım. Fakat Şerif Muhiddin’in zaptedemediği kısa kahkaha Âkif’in gözlerini tadil etti ve fırtına Âkif’in de gülmesiyle bitti.
Âkif, Şerif Muhiddin’i ömrünün sonuna kadar büyük dikkatle takip edecek ve başarılarıyla kendi başarısı gibi gururlanacak, hatta Gölgeler’i, yani yedinci Safahat’ı ona ithaf edecektir. Safahat’a almadığı, Şerif Muhiddin mektup olarak yazılmış Şarkın Yegâne Dahisine adlı şiirinde, o biçare Şark’ın Şark’a küsmüş gitmiş evlâdı dır. Bu vîran kubbe , yani dağılmış, paramparça olmuş şark ses verebilmek için yüksek bir figan istemektedir ve o figan sadece ve sadece peygamberin fevka’l-beşer evlâdı nın, yani Şerif Muhiddin’in ududur:

Gel ey Dâvûd-ı san’at sûr-ı mahşerden nevâ göster Uyansın gel ki mızrâbınla Şark’ın dalgın eb’âdı, Kıyâmetler koparsın, her telin bir sesle feryadı.
Türâb olmuş emeller silkinip çıksın mezarından, Hayat emvâcı fışkırsın muhitin rûh-ı zârından Gönüller cezbelensin, cezbeler Mevla’ya tırmansın Fezâlar kudretin ‘Lebbeyk’ tufânıyla çalkansın.
Gel ey peygamberin fevka’l-beşer fitratta evladı,
Bugün biçâre san’at bekliyor, bir senden imdâdı.

Âkif ayrıldıktan sonra Türkiye’de çok büyük değişiklikler olmuştu, Osmanlı dünyasıyla tüm bağları koparıp zihniyette geri dönülmez bir dönüşümü gerçekleştirmek amacıyla, o tarihe kadar yüz çizgilerimizi belirleyen bütün kurumlar ortadan kaldırılmış yahut fonksiyonlarını icra edemez hale getirilmişti. Özellikle harf inkılâbı ve bu inkılâbın kaçınılmaz sonucu olan dil devrimi”, gemileri yakmak anlamına geliyordu. 1928 keskin bir dönemeçti. Mustafa Kemal’in harf inkılâbını halka duyurduğu 8 Ağustos 1928 gecesi, Falih Rıfkı tarafından okunan açıklama, Cumhuriyet’in kültür politikasında artık eski musikiye de yer olmadığı anlamına geliyordu.
Gerek Sarayburnu açıklaması, gerekse daha sonraki açıklamalar, 1932 yılında radyolarda Türk musikisi icrasının yasaklanmasına yol açtı; devlet artık bütün imkânlarıyla çoksesli müziğin arkasındaydı. Zaten Cumhuriyet’in ilk işlerinden biri Ankara’da tamamen Batı musikisine dayalı bir Musiki Muallim Mektebi kurmak (1924), orta dereceli okullarda alaturka tedrisatına son vermek ve adı İstanbul Konservatuarı olarak degiştirilen Darülelhan’ın Türk musikisi şubesini kapatmak olmuştu (1926). Müzikte inkılâbın harf inkılâbından bile önce gerçekleştirilmesi, eski musikiyi eski zevkin ve estetiğin en güçlü direniş noktalarndan biri olarak görenlerce gösterilen çabanın sonucudur. Nitekim Âkif’in yurda döndüğü 1936 yılında Devlet Konservatuvarı haline getirilen Musiki Muallim Mektebi, başta Bursa mebusu Osman Şevki Uludağ ve Hüseyin Sadeddin Arel olmak üzere, birçok Türk musikisi taraftarının mücadelesine rağmen, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’den güç alarak Türk musikisini asla kapısından içeri sokmayacaktı. Osmanlı damgasını taşıyan hiçbir değerin genç Cumhuriyet’in değerler dünyasında yeri yoktu.
Dili mi, üç dilin karışımından oluşan, halkın anlamadığı sun’i bir dil; edebiyatı mı, İran edebiyatının basit bir taklidi olmaktan öteye geçmeyen, sadece saray çevresine has, beşeri değeri şüpheli, hayattan kopuk, klişeleşmiş bir edebiyat; musikisi mi, Bizans’tan, Arap ve Acem musikilerinden aşırılmış, teksesli ilkel bir musiki.
Âkif’in fikir ve dava adamı kimliği, sadece şair kimliğini değil, çağının bir müşahidi olarak değerini de gölgede bırakmıştır. Şiirlerinden sadece ideolojik mücadelede slogan olarak kullanılabilecek beyit ve mısralar seçilmiş, Safahat’ın çarpıcı gözlemleri yansıtan zenginlikleri, mizahı ve ironisi genellikle gözden kaçırılmıştır. Âkif muhalifleri de öyle! Dünya görüşüne karşı oldukları için sanatkârlığını yok saydıkları Âkif’i asla anlamaya çalışmamışlardır. Safahat’ı dikkatle okuyanlar onun başlı başına bir dünya olduğunu iyi bilirler. Yirminci yüzyıl başlarındaki Türk ve İslâm dünyasını tanımak ve Türkçe’nin tadına varmak isteyen herkes Safahat okumalıdır. Şiir de vardır bu kitapta, fikir de; tiyatro da vardır, tuluat da; fotoğraf da vardır, karikatür de; mizah da vardır, gözyaşı da
Ey Heybeli iklimine kıştan çekilenler,
Ey Afrika temmuzunu efsane bilenler!
Ey yağ gibi üç çifte kayıklarla kayanlar,
Ey Maltepe’den Pendik’i bir hamle sayanlar!
Ey çamların altında serilmiş, uzananlar!
Ey her nefes aldıkça ömürler kazananlar!

Siz, camları örter, sakınırken cereyandan,
Biz, bodruma sarkar da kaçarken galeyandan!
Siz, mercanın a’lâsını attıkça şişerken,
Biz, kumda çirozlar gibi piştikçe pişerken!
Siz, Marmara âfâkını dürbünle süzerken,
Biz, poyrazı görsek diye, damlarda gezerken!
Siz, yelkeni açmış, suyun üstünden akarken,
Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!

İnsaf ediniz: Kopmayacak şey mi kıyâmet?

1923 kışını Abbas Paşa’nın davetlisi olarak Kahire’de geçiren Âkif, 1924 ilkbaharında döndü ve yıllardır üzerinde çalıştığı Âsım’ı, son parçalarını Sebilürreşad’da yayımlandıktan sonra kitaplaştırdı.

Âkif’in parasızlık dışında, yakın dostlarından başkasına söylemediği, söylese bile muhtemelen kimseyi inandırmayacağı büyük bir sıkıntısı daha vardı. Midhat Cemal, kitabının Korku başlıklı bölümünde onun bu sıkıntısından üstü kapalı bir biçimde söz etmiştir:

Mısır’a son gidişinden evvel İstanbul’daki halini düşünüyordum. Bir kenarda olmak, uzak olmak, kimseye çarpmamak için az mevcut olmak istiyordu. Kımıldadıkça başkalarının yerini alıyor gibi çekingen bir hali vardı. Dertlerini kendi emziriyor kendi büyütüp yetiştiriyor bir kadın kadar gizli ağlamayı biliyordu.

Sonunda, Mısır’a yerleşmeye karar veren Âkif, 1925 yılında gitti ve tam on buçuk yıl dönmedi

Abbas Halim Paşa’nın en büyük dostu Âkif’ti; her türlü maddi alakadan soyunmuş sevgiyi yalnız onda bulmuştu; birbirlerini anlıyor, birbirlerinin ruhlarına nüfuz ediyorlardı. Ağabeyi Said Halim Paşa gibi, Avrupa’yı da içinde yaşayarak yakından tanımış ve İslâm’ı en üst seviyede idrak etmiş güçlü bir entelektüel, büyük bir bilge, samimi bir Müslüman olan Paşa, Âkif’le başbaşa kaldığı zamanlar fikirlerini anlatmaya başlardı; anlattıkça coşar, coştukça inceleşir ve derinleşirdi; bilirdi ki dilini Âkif’ten başkası anlayamaz.
Abbas Paşa Zenginlik serkeş bir ata benzer, sahibinin ufak bir gafletini yahut münasebetsiz bir hareketini sezecek olsa derhal yere çarpar derdi. Bir gün Heybeli’den Istanbul’a giderken, dostlarından biri Hususi bir vapur alsanız da onunla İstanbul’a gidip gelsek olmaz mı? demişti. Paşa gülerek, Evet, diye cevap vermişti. kağıt parçası üzerine bir imza koymakla bu olabilir. Fakat insanın her yapabildiğini yapması deliliktir! Birinci Dünya Harbi yıllarında herkes gibi onun sofrasında da mısır ekmeği ve bulgur pilav bulunurdu; bir gün İaşe’den gönderilen bir çuval şekerle francalayı geri göndermişti. Zor durumda kalanlara yardım etmekten zevk duyar, iyilik yapmadığı günler adeta kederlenirdi. Tanıdık, tanımadık, Müslim, gayrimüslim, bir adamın hakikaten sıkıntıda bulunduğundan söz edilince birkaç saat sonra adamın kapısı çalınıp imdadına yetişilmiş olurdu.
Âkif’in manzumesiyle Falih Rıfkı’nın hatıraları, bugüne de uzanan iki farklı aydın tipini, iki farklı bakış tarzını ve hassasiyeti bütün çıplaklığıyla yansıtması bakımından ibret verici ve karşılaştırılmaya değer metinlerdir. Öncelikle, Falih Rıfkı’nın çöl manzaralarında hiçbir güzellik bulmadığını ve bu manzaraları seyretmekten zevk almadığını belirtmek gerekir. Kendisini dinleyelim:

Ertesi sabah çöl ortasında uyandık. Artık ne şehir, ne ağaç, ne köy, saatler saati, bir kuyu ve bir telgraf odasından ibaret istasyon yapılarına rastlıyoruz. Bütün gün hep aynı çöl, bir kafalık bile gölge vermeyen tek tük hurmalar, yırtık ve kirli esvaplı ve yüzleri daha yırtık ve kirli urban, kemik parmaklarını büküp açarak para ve ekmek dilenen çocuklar, kısa ve yassı birkaç tepe ve ertesi sabah tekrar çıplak çölde kalkıyoruz.
Kara kayadan, sarı kayadan, kırmızı kayadan dağlar üstünde gözlerimiz yana yana öğleyin Tebük’e vardık.

Falih Rıfkı’nın trenle aştığı çöllerden deve kervanıyla geçen Âkif, özellikle öğle vakitlerinde çöl güneşinin yakıcılığını şöyle anlatır:

Nâr-ı beyzâ mı nedir, öğle zamânında güneş?
Tepesinden döküyor beynine âfâkın ateş!

Bir gün Çanakkale Zaferi’ni kutlamak amacıyla hazırlanan bir programda, bir hatip, Arkadaşlar, diye söze başlar, şimdiye kadar Çanakkale Şehitleri için hiçbir Türk şairi esaslı bir şiir yazma mıştır. Çanakkale için en güzel şiiri maalesef bizden olmayan, Türk olmayan birisi yazmıştır! Bunu duyunca çok üzülen Âkif, birkaç gün sonra, Falih Rıfkı da Hadi git artık, kumda oyna, bu memlekette işin yok senin! gibi sözler yazınca kahrolacak, belki de, Mısır’a yerleşmeye o zaman karar verecektir.
Irk kavramını bizde ilk kullanan Ali Suavi oldu. Ulûm gazetesinde çıkan Türk başlıklı yazısına, Avrupa’da ras (race) meselesi var cümlesiyle başlıyordu. Yazdıklarından, antropoloji adlı yeni ilimden haberdar olduğu anlaşılıyor. Antropologlar, Avrupalıların mensup olduğu Ari ırkın diğer ırklara göre genetik bazı üstünlükleri bulunduğu önyargısından hareketle ırkları hiyerarşik bir düzen içinde tasnif etmişlerdi. Suavi, Türkleri o güne kadar hiç ilim, sanat ve felsefe üretememiş aşağı bir ırkın içinde gösteren antropologlara cevap yetiştirmeye çalışıyordu. İlerleme (terakki) fikrinin tabii sonuçlarından olan ırkçılık , kaçınılmaz olarak başka ırkçılıkları körüklemişti; hangi kavim aşağı görülmeye razı olur, medeniyete, yani ilerlemeye hiçbir katkıda bulunmamış olmakla suçlanmayı kabul ederdi? Âkif, antropolojinin altın çağını yaşadığı bir devirde, ümitsizce, çok ileri bir fikri savunuyor, hiçbir kavmin diğerine üstün olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, cin artık şişeden çıkmıştı.
İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.
Lâfı bol, karnı geniş soyları taklid etme;
Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek.

– Mehmed Âkif, Nevruz’a

Davet sahibi Midhat Cemal ile dostluğunu onun ölümü üzerine yazdığı yazıdan biliyoruz. Bu yazıda Hamdullah Suphi, Acaba bu uzun seneler içinde Kuntay’la benim aramda bir tek, olmasaydı dediğimiz bir tavrın, bir hareketin, bir münakaşanın nahoş hatırası var mı? diye sorduktan sonra, Hayır diyor, böyle bir tek iz bende kalmamış. Yemyeşil bir vadide hayatımız sevgi, inanış ve murad olarak güzel bir ses veren su gibi akıp geçmiş.
Midhat Cemal, Akif’e duyduğu samimi hayranlığın hayatını zorlaştırdığını biliyordu, bu yüzden onun aslında sanıldığı gibi gerici , softa , medeniyet düşmanı ve laikliğe karşı olmadığını ispat etmek için çırpınıp durmuştu. Mehmed Akif’inde Gün oldu ki onu sevmek bir cesaretti. Dostları bile bazen onu gizli sevdiler. diyor.
Bütün bu rivayetlerin ortak tarafı, Istiklal Marşı şairinin cenazesinin resmi ilgiden mahrum olduğu, Beyazıt Camii’ne herhangi birinin cenazesi gibi çıplak bir tabut içinde getirildiği, Küllük Kahvesi’nde onu bekleyen üniversiteli gençlerin dört bir tarafa dağılarak cenazenin kime ait olduğunu herkese haber verdikleri, tabutu hemen orada buldukları bir bayrağa sararak namazdan sonra, kolluk kuvvetlerine aldırmaksızın Edirnekapı Şehitliği ‘ne kadar omurlarına taşıdıkları ve törene tahmin edilenin kat kat üzerinde bir kalabalığın katıldığıdır. Görgü şahitleri tabutun üzerine örtülen bir Kâbe örtüsünden de söz ediyorlar. Gerçekten de elimizde olan fotoğraflarda, bu Kâbe örtüsü tabutun ön kısmında görülüyor. O telaş içinde bu örtü nasıl bulunmuştur, bilmiyoruz.

Akif’in Edirnekapı Mezarlığı ‘ndaki komşuları, kafileye kendisinden önce katılan yakın dostlarıydı: Süleyman Nazif, Ahmet Naim ve Muallim Cevdet

Basın, 1929 yılı boyunca, Hoca Ali Rıza Bey’le, ailesiyle ve dostlarıyla uğraşıp durmuştur. Rıza Nur bu hadiseden söz ederken Şu bizim gazeteler ne namussuz, ne yalancı, ne dalkavuk şeylerdir diyor.
Arab’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkes’e yâhud Kürd’e Acem’in Çinli’ye rüchânı mı varmış? Nerde?
Buluşmalardan birinde Nazif, Cenab’a Âkif sana çattıktan sonra onu nasıl affettin? diye sorar. Cenab’ın cevabı şaşırtıcıdır: Âkif bir Çanakkale daha yazsın, isterse on defa daha küfretsin!
Akif’in fikir ve dava adamı kimliği, sadece şair kimliğini değil, çağının bir müşahidi olarak değerini de gölgede bırakmıştır. Şiirlerinden
kullanılabilecek beyit ve mısralar seçilmiş, Safahat’ın çarpıcı gözlemleri yansıtan zenginlikleri, mizahı ve ironisi genellikle
gözden kaçırılmıştır. Âkif muhalifleri de öyle! Dünya görüşüne karşı oldukları için sanatkârlığını yok saydıkları Âkif’i asla
anlamaya çalışmamışlardır. Safahat’ı dikkatle okuyanlar, onun başlı başına bir dünya olduğunu iyi bilirler. Yirminci yüzyıl başlarındaki Türk ve İslâm dünyasını tanımak ve Türkçe’nin tadına varmak isteyen herkes Safahat okumalıdır. Şiir de vardır bu kitapta, fikir de; tiyatro da vardır, tuluat da; fotoğraf da
vardır, karikatür de; mizah da vardır, gözyaşı da
Seninle bir kafadaydık, Huda içün, Hak içün
Bereket versin düşmanıma kemliğim dokunmaz. Dostuma bir yararlılığım, karşıma gelince kusurlarını saymak olur. Bu da onu dostluğuma pişman eder. Buna sonuna kadar dayanan bir iki ahbab kaldı. Allah onlarla encamımızı hayır eyleye!
Ismail Hakkı Baltacıoğlu, onun en büyük özelliklerinden birinin temizliği olduğunu söyler. Temizlik Fuad Şemsi’de alışkanlık değil, adeta dindir. Temiz yemek, temiz içmek, temiz yaşamakla yetinmeyip bütün dünyayı temiz görmek ister, göremeyince hırçınlaşır, mutsuz olur.
Peki Akif’in yazdıkları şiir değilse, nedir? Safahat’taki manzumelerin bugün anladığımız manada şiir olmaması, onların değersiz olduğunu mu gösterir? Hayır, Akif, içindeki asıl şiir cevherini dökememiş olmanın azabıyla, âdeta, bir heykeltıraş gibi, Türkçe’yi büyük bir sabırla işlemiş benzersiz bir sanatkârdır. Çağdaşı hiçbir şair, Türkçe’nin girdisi çıktısıyla onun kadar didişmemiş, kullandığı dilin imkânlarını onun kadar kadar derinlemesine araştırmamıştır. Ākif dilin bütün gizli kapaklı
köşelerine girip çıkar, bütün yasak bölgelerinde dolaşırdı. Safahat’ı imbikten geçirebilseniz, elde edilecek şiir iksiri, sembolist şairleri kıskandıracak kadar yüksek kalitede çıkacaktır.
Esasen birinci ve yedinci Safahatlarda yer alan şiirler, onun yüksek bir şiir kudretine sahip olduğunu ispat etmeye yeter. Iç dünyasının kepenklerini kapaması natüralist olduğundan
değil, cemiyete karşı duyduğu sorumluluğun ağırlığındandır. Başka bir deyişle, natüralist ve pozitivist olduğu için değil, natüralizmin sanat anlayışını, düşüncelerini anlatabilmek
bakımından en uygun metot olarak gördüğü için kalbini dilsizleştirmiş, müthiş bir sorumluluk duygusuyla, halis şiirin taştığı iç dünyasının kepenklerini kapatıp faltaşı gibi açılmış
gözlerini, inanılmaz bir dikkat ve tecessüsle dış dünyaya çevirmisti. Yazdıklarının çağdaşlarınca şiir olarak kabul edilmediğini biliyordu, ama bu umurunda değildi. O, nazmin ifade ve tesir gücünü kullanarak doğru bildiklerini haykıracaktı. Ara sıra kulağına gelen eleştirileri kendi kendisiyle dalga geçmek için vesile addeder, mesela şöyle mısralar yazardı:

Mevzun düşürir saçmayı bir saçma adam var,
Manzum sayıklar gibi manzume sayıklar!
Zannim mütekaid şuarâdan olacak ki:
Hiç bir yenilik yok, herifin her șeyi eski.

Bize öyle geliyor ki, natüralizmin sınırlarını zorlayan bir gerçekçilik, Âkif’e Islam dünyasının içinde çırpındığı sefaleti, meskeneti ve uğradığı felaketleri bütün çıplaklığıyla göz önüne sermek için en uygun yöntem olarak görünmüştü. Zaman zaman,

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım!

diye çırpınması, kepenklerini kapadığı iç dünyasındaki isyanların, kaynamaların, coşmaların, başka bir deyişle, bastırmaya çalıştığı mistisizmin bulabildiği boşluklardan kendini dışa vurmasıydı.

Bir insan, şahsiyetinin bir parçasını yapan âlemi istediği zaman kolayca kesip atabilir
mi?
Davet Âkif’in şerefine verilmişti, ama Midhat Cemal, eminiz, masayı Şair-i Âzam’ın sofra zevklerini gözeterek donatmıştı. Makber’in azametli şairi, İsmail Hami Danişmend’in ifadesiyle, vardan hoşlanmaz, yoğa can atardı ; mesela kışın ortasında yaz çileği ister, bulup getirseniz ağzına bile almazdı. Lokantada ev yemeklerini metheder, evde lokanta yemeklerine hasret çekerdi. Bir gece yarısı Maçka Palas’taki dairesinde, o saatte o civardaki bütün dondurmacıların kapalı olduğunu bile bile dondurma istemişti. İsmail Hami, misafir olduğu halde, hemen dışarı fırlayıp bir otomobile atladığını, Pangaltı’da bulduğu açık bir dondurmacıdan birkaç çeşit dondurma aldığını, fakat Şair-i Âzam’ın bu dondurmaları çok soğuk bularak yemediğini anlatıyor. Başka bir gün de Danişmend’leri şereflendiren üstat, Nazan Danişmend tarafından onun arzu edebileceği bütün yiyeceklerle donatılan sofrayı Kızım bir makarna da mı yok? diyerek görmezlikten gelmiş, fakat alelacele pişirilip önüne getirilen makarnaya elini bile sürmemişti. Başka bir hikaye de şöyledir: Lüsyen Hanım bir gün mevsimin bütün meyveleriyle adeta manav dükkanına çevirdiği sofraya nasılsa karpuz koymayı unutmuş. Üstat, şöyle bir bakıp dudak kıvırmış: Dünyada bir karpuz da mı kalmadı? Hemen kan kırmızı bir karpuz kesip önüne koymuşlar, bu sefer de Ben kırmızı karpuz değil, sarı karpuz isterim! diye tutturmuş. Manava adam koşturulup bir sürü karpuz zayi edilerek sapsarı bir karpuz bulunmuş, ama hazrete beğendirmek ne mümkün.
Börek, Türk aşçılığının şaheseri idi.
Nail öteden beri sevdiği komşularının kızı İkbal ile nişanlıdır; fakat büyük bir aşkla bağlı olduğu bu güzel kızdan uzunca bir süre ayrılmak zorundadır; çünkü Ankara’da yeni bir devlet doğmuştur ve bu devletin yetişmiş insana ihtiyacı vardır. Arkasında gözü yaşlı bir nişanlı bırakarak tahsil için Lozan’a giden Nail, Halûk gibi gidip kaybolmayacak, Âsım gibi dönüp ülkesini kalkındıracaktır.
İnsan Nail olduğu İkbal e layık olmalıdır; harbin ateş tufanları içinde on yıldan fazla yandıktan sonra, kaknus (phenix) gibi, kendi küllerinden doğan bu vatana karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyenler Türk değildir; vatansızların sevgilisi de olmaz!
Hâmid, o gün ikisinin de şiirlerini dinlemiş, Midhat Cemal’in davetinde Faruk Nafiz’in de dikkatini çeken ünlü Benim eserlerimde bu muvaffakiyet ne gezer! Ben böyle şeyler yazamadım! gibi sözler söylemiştir. Ancak Âkif, Faruk Nafiz kadar iyimser değildir; köşkten çıktıklarında Midhat Cemal’e, Midhat der,
Makber şairi ne seni beğendi, ne beni! Hatta ikimizi de dinlemedi. O, oturduğu yerden o kadar emin ki, karşısına kim çıkarsa, o adamdan bir an önce kurtulmak için Dahi sizsiniz, ben değilim! diyor. Meramı kendi kendine kalmak! Haklı! Kendisi varken başkası çekilir mi?
Sohbet koyulaştığı sırada kapı çalındı, ismini şimdi hatırlayamıyorum, müştereken tanıdığımız bir doktor geldi. Âkif Bey, onu görür görmez, bir eline yeleğini, bir eline saatini alıp kalktı, Allahaısmarladık filan demeden çıktı, gitti. Yolda Niye öyle yaptınız? diye sordum, Sevmem o adamı! dedi. Yine bir gün Sebilürreşad’dan çıktık, Meşrutiyet Caddesi’nden aşağı doğru iniyoruz. Asım’ın henüz intişar ettiği günler. İzmir mebuslarından, gel de şimdi ismini hatırla, neyse hatırlarsam söylerim, ona rastladık. Adam Âkif’e Aman üstad dedi. o ne eser, o ne âbide! Âkif tutup adama Yahu sen beni sevmezsin, ben seni sevmem! Niye söylüyorsun bunları? demez mi? Yürüdü gitti. Adam arkamızdan Hastasın sen üstâd! diye bağırdı. Ben şaşıp kalmıştım. Adamın sözlerinde riya yok üstad, dedim, yeni eserin hakkında herkes onun söylediğini söylüyor!
Kitap hastalığının bir ara kendisine de bulaştığını, satın alamadığı bazı
kitapların geceleri rüyalarında dostları tarafından kendisine hediye edildiğini
Halbuki kahramanlık cehalete ve aptallığa itaat ederek ölmek değil, hayır demesini bilmekti. Millet olarak elimizdeki kılıcı Ortaçağ’da bırakmalı, ilim ve felsefeyle meşgul olmalıydık. Savaşta ve barışta kılavuzluğu hâla cehalet ve karanlıktan bekleyen bir milletiz, bu yüzden karşımıza sadece aciz ve izmihlâl çıkıyor. Bizi tehlikeden uzaklaştıracak adımı atmadığımız için, yaptıklarımızın cezası olarak işte sancaklarımızı parçalıyorlar! Çünkü harp hiçbir zaman fikre galip gelmemiştir, bilakis fikir er geç harbe galebe eder.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir