İçeriğe geç

Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık Kitap Alıntıları – Irwin W. Sherman

Irwin W. Sherman kitaplarından Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık kitap alıntıları sizlerle…

Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık Kitap Alıntıları

Aşının üretilmesi aylar sürecektir ve yeterli ilaç yoktur. Karantina sınırlıdır ve istenen sonucu vermez. ..Okullar ve işyerleri kapatılır, ulaşım sistemi durdurulur, fakat vaka ve ölü sayısı artmaya devam eder. İnsanlar yüzlerine maske takar, kalabalığa karışmaktan kaçınırlar ve hatta birbirleriyle tokalaşmaktan korkar olmuşlardır. Borsa çakılır, ekonomi çöker. 18 ay sonra epidemi geriler. Fakat ölü sayısı muazzamdır: 1 milyardan fazla insan hastalanmış ve 40 milyonu gripten ölmüştür.
Eğer Bir Sonraki Pandemi adlı bir film olsaydı, bu tüyler ürpertici bir gerilim filmi olurdu. Açılış sahnesi, kuş ve insandan elde edilen viral RNA parçalarının karıştırılarak yeni bir virüs oluşturulduğu Çin’de bir yerde geçerdi.
Kediler virüsü diğer kedilere bulaştırabilirler ve kediden insana bulaşma olduğuna dair hiçbir kayıt bulunmasa da, bu kuramsal olarak olasıdır. Şimdiye kadar şanslıydık, çünkü bu kuş gribi insandan insana bulaşabilen bir tür değildi. Ancak, insanlar arasında bulaşıcı bir tipin ortaya çıkmasına yol açacak biçimde mutasyon olursa, yayılmasını dizginlemek için hazırlıklı olacak mıyız?
Gerçekten de, 17D’nin büyük miktarlarda üretilmesiyle milyonlarca kişi sarı hummaya karşı aşılanmıştır. Bu çalışmalarıyla Max Theiler sarı humma ve bununla mücadeleye ilişkin keşifleri nedeniyle 1951 Nobel Ödülü’nü aldı.
Tüberküloz akciğerler dışında bağırsaklar ve gırtlak gibi başka organları da tutabilir; bazen boyundaki lenf düğümlerini de tutarak skrofula denilen bir şişlik oluşturur
Karantinanın geçmişi dehşet yüklüdür; Rönesans’ın acımasız hücrelerinde, insanlar açlıktan ölüme terk ediliyor veya korkunç bir yalnızlık içinde ölüyorlardı. Fakat günümüzde insanlar, yapılması gerekeni yapacak ve bir salgın olduğunda, halka açık yerlerden uzak duracak ve olanaklıysa evlerinden çıkmayacaktır.
Tuskegee Çalışması,tıpta ırkçılığın, tıp araştırmalarında etik dışı uygulamaların, paternalizmin ve hükümetin toplumun en savunmasız kesimini oluşturan yoksul ve eğitimsizleri suistimal etmesinin bir sembolü olarak görüldü.
Birincil veba pnömonisinin insandan insana bulaşabilmesi ve enfeksiyonların kemirgenler ve sıçanlar olmadan da devam edebilmesinden hareketle 1990’larda Sovyetler, biyolojik silah olarak kullanılabilecek bir aerosol geliştirmiştir. Bu materyalin stoklarının akıbeti bilinmemektedir.
1930’larda Japon ordusu vebayla enfekte pireleri uçaklardan bırakarak vebayı Çin’de yaymaya çalışmıştır. Pire ısırmasıyla oluşan insan enfeksiyonları, genellikle bubon vebası formunda olur ve çoğu kez bu bulaşma sonrasında insandan insana hastalık geçmez.
Karantina sözcüğü, İtalyanca quaranto giorni’den gelir ve gemilerin limana girip yolcularının, mürettebatının ve yüklerinin indirilmesine izin verilmesinden önce izolasyonda kalmaları zorunlu olan kırk günlük süreyi tanımlar.
Avrupa’da 18. yüzyıl, çiçekbozuğunun sık görülmesi nedeniyle pudra ve ben devri olarak anılır. Birçok portrede görülen güzellik benleri (küçük bir parça renkli malzeme) nedbeleri kapatmak için kullanılıyordu. Böylelikle çiçekbozuğu yeni bir moda yaratmış oldu.
Pirinç suyu görünümünde, çok fazla miktarda sıvı anüsten dışarı akar. Ağrı arttıkça kişi az da olsa rahatlamak için çenesini dizlerine dayayarak büzülür; soluğu dişlerinin arasından ıslık gibi çıkar. Ölümün bu evrede gerçekleşmesi durumunda bacaklar açılamayacağından kurban, fetüs pozisyonunda gömülmek zorunda kalır.
1846-47 kışı çok sert geçti. Kara 47 (Black 47 adıyla bir rock grubu vardır) olarak adlandırılan 1847 yılının ilk aylarında sokaklarda köpeklerin cesetleri yediği söyleniyordu.
Satış değeri 4 sterlin olan bir domuz, köylü için mali bir güvenceydi; kumbara kelimesi de buradan türemiştir.

-İngilizcede kumbara anlamına gelen ifadelerden biri de piggy bank tir.
Türkçe kelime karşılığı domuzcuk bankası dır. Batı ülkelerinde kumbaraların
domuz şeklinde olmasının bir nedeni de budur.

Patates soya fasulyesinden daha fazla protein içerir ve yarım patates insanın günlük C vitamini gereksiniminin yarısını sağlayabilir.
Patatesin ilk başta yiyecek olarak kabul görmemiş olmamasının sebebi muhtemelen, zehirli de olabilen patlıcangiller ailesinin bir üyesi olmasındandı.
Hayat adil değildir. Kimileri hasta, kimileriyse sağlıklıdır
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
III. George’un tahmini hastalığı porfiri ve onun sonucu yaşanan melankoli, depresyon,terlemeler ve mani nöbetleri, o zamanlar deli işi olarak tanımlanan psikiyatrinin kurulmasına neden olmuştur. Porfiriye bağlı kalıtsal delilik İngiliz monarşisinin ve Hannover Hanedanı’nın başına bela olmuş ve 500 yılı aşkın bir süre dünya tarihini etkilemiştir.
Geçmişi hatırlamayanlar onu yeniden yaşamak zorundadır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
1980’lerde Victoria Gölü çevresinde Uganda-Tanzanya bölgesinde ishal, kilo kaybı, ateşle seyreden yeni bir hastalık-slim disease- tanımlandı. Görünüşe göre hastalığı Uganda’ya tüccarlar ve askerler Tanzanya’dan getirmişti. 1900’den 1950’ye kadar Afrikalı HIV-1 sadece endemik bir hastalık olarak kalacak ancak virülansının artmayacağı bir hızla bulaşmış gibidir. Ancak, 1960’ların sonu ve 1970’lerde tüccarlar ya da askerlerin girdiği heteroseksüel ilişkiler ve fuhuş virüse yeni imkânlar sunmuş ve sonuçta HIV-1A ortaya çıkmıştır. Morbidite ve mortalite değerleri artan ve kendini aşırı zayıflamaya neden olan ince hastalık ile gösteren virüs, Victoria Gölü çevresindeki merkezinden, kamyon yolları boyunca Uganda ve Tanzanya’nın ötesine taşınmıştır. AIDS, bugün Afrika’da giderek daha çok yayılmaktadır.
Peki, HIV-1B nereden geldi? Avrupa’ya muhtemelen Afrika’dan geldi ve en olası bölge de bir zamanlar Alman Doğu Afrikası olan Kamerun’dur. 1880’lerde Avrupalılar Afrika’yı çok sayıda koloniye ayırmıştı. Fransızlar Bati Afrika’yı almışlar; İngilizler Sierra Leone, Gana ve Cape ile Mısır’a yerleşmişti; Almanlar Togo, Kamerun ve Batı Afrika’da etkindiler. Avrupa sömürgeciliği Afrika’da büyük çalkantılara neden olmuştu ve Avrupalıların yerel halkla cinsel ilişki kurması hiç de ender değildi. Askerler ve denizcilerin Batı Afrika’dan Doğu Afrika’ya giderken virüsü de beraberlerinde taşıdıkları düşünülmektedir.
Şempanzeler arasında cinsel ilişkiyle bulaşan ve hastalık oluşturmayan SIVcpz, insan popülasyonuna, ormanda yaşayan ve vahşi hayvan eti ticaretiyle uğraşan insanlar aracılığıyla girmiştir veya biz böyle olduğuna inanıyoruz (şempanzeleri veya diğer maymunları ilkel yöntemlerle parçalayan, bu hayvanların etini satan ya da çiğ veya az pişmiş olarak tüketen avcılar şempanzelerin tükürük ve kan gibi vücut sıvılarıyla temas etmişlerdir). Virüsün şempanzeden insana bu tür atlaması muhtemelen bati ekvatoral yağmur ormanlarının doğu kısmında, yani Kamerun’un doğusu, Kongo’nun kuzeyi ve Batı Afrika Cumhuriyeti’nde gerçekleşmiştir. İnsan popülasyonuna girmesinin ardından virüs cinsel temasla bulaşmıştır. 200-400 yıllık bir dönemde HIV-0 ve HIV-I’e evrildiği, zamanla HIV-I’den daha virülan HIV-1A’nın türediği tahmin edilmektedir.
HIV virülansındaki artışın bir sonucu olan AIDS’in, insanların cinsel davranışlarındaki değişim nedeniyle virüsün bulaşma oranının artmasından kaynaklandığı düşünülmektedir: Cinsel partnerlerin sayısın da artış, HIV’in yayılmasında öylesine etkiliydi ki insanların hayatta kalması, parazitin hayatta kalmasının karşısında önemini yitirdi. HIV başlıca üç yolla bulaşır: (i) Virüsün vücuda girmesine olanak veren korunmasız cinsel ilişki (enfekte bir kadınla enfekte olmayan bir erkek arasındaki cinsel ilişkide bulaşma oranı daha düşüktür, çünkü vajinal salgı semenden çok daha az miktardadır; bununla beraber HIV oral seksle de bulaşabilir; kadınlara yapılan oral seks erkeklere yapılana oranla daha az etkindir);(ii) HIV’le kontamine kan ve kan ürünleriyle; (iii) Plasentadaki ufak yırtılmalara ve/veya anne sütüyle beslenmeye bağlı olarak enfekte anneden çocuğa bulaşma.
Eğer Bir Sonraki Pandemi adlı bir film olsaydı, bu tüyler ürpertici bir gerilim filmi olurdu. Açılış sahnesi, kuş ve insandan elde edilen viral RNA parçalarının karıştırılarak yeni bir virüs oluşturulduğu Çin’de bir yerde geçerdi. Virüs kuşların yüzey proteinlerinde gizlendiği ve daha önce insanın bağışıklık sistemi tarafından hiç görülmediği için, enfekte ettiklerindeki ateş, baş ağrısı, bulantı, kas ağrısı ve bitkinlik gibi semptomlar dışında kendini belli etmez. Başlangıçta, çok az sayıda insan vakasıyla karşılaşılır ve bunlar da Asya’daki kanatlı yetiştiricileri ve çocuklarla sınırlıdır. Ölen birkaç Asyalı ile dünyanın geri kalanı pek az ilgilenir, fakat Asya’da, çok sayıda yerel kanatlı sürü sünü öldürerek hastalık kontrol altına alınmaya çalışılır. Dünyanın geri kalanı büyük bir güvenle, bir tür bariyeri olduğuna, virüsün sadece diğer kanatlılara bulaşabileceğine ve yalnızca enfekte kuşlarla temas etmiş az sayıda insanı etkileyeceğine inanır. Ancak, insan vakaları Asya’nın dışına yayılmaya başlayınca ve enfekte insanların enfekte kuşlarla temasına ilişkin ortada bir kanıt olmayınca virüsün başkalaşım geçirdiği ve insandan insana bulaşma açısından etkin hale geçtiği anlaşılır. Asya’daki halk sağlığı yetkilileri kanatlıların itlafının işe yaramadığını anlayıncaya ve insan vakaları yığınlar halinde görülmeye başlayıncaya kadar virüs çoktan, kıtalararası uçuşlarla Avustralya, Avrupa ve ABD’ye ulaşmıştır. Yüzlerce ve sonra binlerce kişi, akci gerlerinin sıvı ve cerahatle dolmasıyla ölmeye başlayınca büyük bir panik havası yaşanır. İnsanlar, Sıradaki kim? , Enfekte olanları ya da gribe en duyarlı olanları karantinaya alabilir miyiz? , Aşı ve ilaçlar nerede? diye sorarlar. Ancak, hemen bir çözüm bulmak kolay değildir. Aşının üretilmesi aylar sürecektir ve yeterli ilaç yoktur. Karantina sınırlıdır ve istenen sonucu vermez. İsyan başlar. Hastaneler ve sağlık klinikleri hücuma uğrar. Eczaneler soyulur. Hasta neler, hastalarla ve can çekişenlerle tıka basa dolar; doktor, hemşire ve hatta tabut sayısı yetersizdir. Okullar ve işyerleri kapatılır, ulaşım sistemi durdurulur, fakat vaka ve ölü sayısı artmaya devam eder. İnsanlar yüzlerine maske takar, kala balığa karışmaktan kaçınırlar ve hatta birbirleriyle tokalaş maktan korkar olmuşlardır. Borsa çakılır, ekonomi çöker. 18 ay sonra epidemi geriler. Fakat ölü sayısı muazzamdır: 1 milyardan fazla insan hastalanmış ve 40 milyonu gripten ölmüştür.
1957 (Asya gribi) ve 1968 (Hong Kong gribi) yıllarında grip pandemilerinin gerçeklemesine ve 1976’da (domuz gribi) ve 1977’deki (Rus gribi) gibi korku dolu dönemlerin yaşanmasına karşın tüm pandemilerin anası 1918’dekidir. 1918 grip salgını halen dünyanın en büyük toplum sağlığı felaketlerinden biri olarak kabul edilir. Kimilerine göre bu, 20. yüzyıldaki kitle imha silahıdır. Nazilerden ve hatta Japonya’ya atılan iki atom bombasından çok daha fazla insanı öldürmüştür. 24 hafta içinde AIDS nedeniyle 24 yılda ölenden daha fazla insanın hayatını sonlandırmıştır. AIDS gibi, yaşamının en güzel çağında olan insanları, 20’li ve 30’lu yaşlarındaki genç erkek ve kadınları öldürmüştür.
Genç Amerikan askeri, tüm savaşları bitirecek savaşta çarpışmak üzere sevk edilmişti. Tek bir kurşun bile atmasa da, düşmanın gücünden daha öldürücü bir güç tarafından yaralanmış, incinmiş olarak çaresizce bir hastane karyolasinda yatıyordu. Her şey son derece masum başlamıştı: baş ağrısı, üşüme, titreme ve ateş. Eklem ağrıları nedeniyle ayağa kalkamaz hale gelmişti. Midesi bulanıyordu; terlemeye başladı ve kustu. Boğazındaki ve burnundaki mukozalar şişmişti ve inatçı bir öksürüğü vardı. Dudakları, kulakları, burnu, bademcikleri, yanakları ve parmakları, tüm vücudu mor bir renk almaya başladı. Çürümenin pis kokusu burun deliklerine doluyordu; bu, çürüyen bedenlerin mide bulandırıcı tatlımsı kokusuydu. Ölümün nefesiydi. Aniden bütün gövdesinden kan gelmeye başladı. Önce burnundan, ağzından, kulağından ve gözlerinin çevresinden damla damla akan kan bir süre sonra sele dönüşecekti. Akciğerleri paramparça olmuştu. Otopsiyi yapan doktor, askerin akciğerlerinin erimiş frenk üzümü peltesine benzediğini söyledi.

1918 sonbaharında o gün genç acemi askeri öldüren hastalık, sonraki iki yıl boyunca 22 milyon insanın daha hayatına mal olacaktı. Tümü de tedavisi olmayan gripten öldü. Grip, yazılı tarih boyunca düzensiz aralıklarla dünya çapında salgınlara yol açmış çok eski bir hastalıktır. Geçti ğimiz üç yüz yılda en az on belki de yirmi küresel epidemi -pandemi- aralarda bundan da çok sayıda daha hafif ve daha yerel salgınlar gözlenmiştir. 1889’da Rus gribi 1 milyon, 1957’de Asya gribi 2 milyon ve 1968’de Hong Kong gribi 1 milyon kişinin ölümüne yol açmıştır. Ancak, 1918 gribi farklıydı: En sağlıklı ve en güçlü olanlar en duyarlı görünmüş, ortaçağın Kara Ölüm’ünden ve geçtiğimiz yirmi beş yılda AIDS’in neden olduğundan çok daha fazla insanı, hem de çok çabuk öldürmüştür. Büyük bir hızla kıtalar arasında yayılmış, arkasında ölüm ve karmaşa bırakmıştır. Basın ve yetkililerin 1919 ile 1920 arasında toplumda panik ve korkuyu hâkim kılmasının nedeninin, tehdidi abartmaları değil tam tersine salgını küçümsemeleri ve insanlan bunun sadece la grippe olduğunu söyleyerek rahatlatmaya çalışmaları olması hayli ironiktir. Yeniden ölümcül bir grip salgını olması kaçınılmazdır. İşin zorluğu, öngörüleme yene nasıl hazırlanılacağımızdır.

Mahşerin Dört Atlısı’ndan Salgın Hastalık, sıtma şeklinde uzun zamandır bir diğer atlı Savaş’a eşlik etmektedir Bildiğimiz dünyanın çok büyük bir bölümünü fetheden Büyük İskender, Hindistan kıtasını tümüyle ele geçiremeden MÖ 323’te otuz üç yaşındayken sıtmadan ölmüştür. Sıtma, eski Roma’nın yabancı istilacılar tarafından yağmalanmasını önlemiş ve Caesar’ın seferlerini durdurmuştur. 12. yüzyılda Friedrich Barbarossa’nın ordusu kötü hava nedeniyle Roma’ya saldıramamıştır. Sıtma, Ingiltere’nin bataklık bölgelerinde ve kolonilerden oluşan Amerika’da yaygındı ve tarımla geçinen nüfusu perişan etmişti. Gerçekten de sıtma, bazı durumlarda Amerikan kolonilerinin büyüyüp gelişmesinin önünde en büyük sosyal ve ekonomik engel olmuştur.
İtalyanların zanzarone adını verdikleri iri kahverengi benekli kanatları olan sivrisineklerin bulunduğu her yerde sıtma görülüyordu. Grassi zanzarone’nin Anopheles olduğunu saptayarak şunları yazdı: Sıtmayı taşıyan anofel sivrisineklerdir Grassi’nin doğru gözlemlediği gibi, Sivrisinekler sıtmasız olabilir ancak sıtma asla sivrisineksiz olamaz.
Bugün, çoğunluğu 5 yaş altı Afrikalı çocuk olmak üzere 10 saniyede 1 insan sıtmadan ölmektedir. Sıtma vakalarının toplam sayısının 300-500 milyon olduğu hesaplanmaktadır ve bunların yüzde 10 kadarı Afrika dışındadır. Sıtma her yıl 2-3 milyon ölüme neden olmaktadır. Sıtma enfeksiyonları dünyanın birçok bölgesinde artmaktadır ve hastalık, yaşadığımız, çalıştığımız, seyahat ettiğimiz ve mücadele ettiğimiz yerlerde bizleri etkilemeye devam etmektedir.
Fransız hekim René Laennec tanıda kullanılan diğer bir araç olan stetoskopu 1816’da icat etti. Laennec’ten, fazla kilolu bir kadını muayene etmesi istenmişti. Kadının göğsüne vurmakla akciğerlerinde sıvı olup olmadığını anlayamayacağının farkına varan Laennec, çocukluğunda tahta bir silindirin ucuna kulağını pıştırıp diğer ucunu bir iğneyle çizdiğinde çıkan sesi nasıl duyduğunu hatırladı. Hemen not defterinden bir sayfa kopararak sıkıca yuvarladı ve kadının göğsüne dayayıp dinledi.

Kadının kalp ve akciğer seslerini gayet net duyunca çok şaşırdı. Birkaç denemeden sonra ilk stetoskopu geliştirdi. Bu, içi boş, 30 cm’lik tahta bir tüptü. Laennec’in stetosko pu sürekli geliştirilmiş olsa da, stetoskop halen hekimler akciğerlerdeki durumun akustik bir resmini verir. Ancak stetoskop, anormal akciğer seslerinin nedeni olan özgül etkeni ortaya koyamaz.

1895’te Wilhelm Roentgen (1845-1923) X-ışınlarını keşfetti. X-ışını fotografisi veya radyografi, hastalığın neden olduğu tüberkül lezyonlatını, belirtiler ortaya çıkmadan çok önce görünür kıldığından hastalığın tedavisi çok daha erken bir evrede yapılabilir. Ancak radyografi, 1920’li yıllara kadar güvenilir bir tanı aracı değildi; o zaman bile tüberküloz tedavisi tatmin edici olmaktan çok uzakti.
Enfekte sütün insanlar için hastalık kaynağı olduğunun bilindiği o günlerde tüberkülin deri testi, enfekte hayvanları taramak için kullanılıyordu. Testin pozitif çıktığı inekler itlaf ediliyordu. Bu durum, değerli hayvanların üretim dışında kalması ve birkaç hayvandan fazla tüberkülin-pozitif hayvanı olan çiftçilerin muazzam kayba uğraması demekti. Ancak aslında hayvanların kesilmesine gerek yoktu, çünkü pastörizasyon, sütün bulaştırıcı özelliğini ortadan kaldırıyor, böylesi sütleri içenlere hastalık bulaşmıyordu. Bu hayvan katliamına şiddetle karşı çıkıldı; bazen kırsal bölgelerde pastörizasyon uygulanmayan mandıralarda test yapan veterinerlerin güvenliği için milis kuvvetlerinin korumasına gereksinim duyuldu. Iowa’da 1932’de öfkeli 400 çiftçinin katıldığı İnek Savaşı nda veterinerlerin otomobilleri parçalandı ve nihayetinde sıkıyönetim ilan edilmesi gerekti. 1930’lu yılların sonlarında ABD’deki idari bölgelerin yüzde 95’inden fazlasında enfekte sığır kalmadığı ilan edildi ve böylelikle sütle bulaşan tüberküloz tehlikesi azalmaya başladı. Ancak sorun tamamen ortadan kalkmış değildir; Meksika da dahil olmak üzere diğer ülkelerde sığır tüberkülozu varlığını sürdürmektedir.
Tüberküloz, yazılı tarih boyunca ve hatta daha önceleri insanlığın felaketi olmuş çok eski bir hastalıktır. Akciğer tüberkülozu hastalığın en bilinen şeklidir. Tüberküloz akciğerlere yerleştiğinde akut bir seyir izleyerek birkaç ay içinde akciğer dokusunda -hızlı ilerleyen verem adı verilen şekilde büyük çaplı hasara neden olabilir. Hastalık alevlenme ve sönmeler ile seyredebilir; hastalığın hafiflediği dönemlerde yanlışlıkla, kan tükürmenin eşlik ettiği kronik bronşit teşhisi konabilir.
Veremin diğer bir adı da tüberkülozdur. Metafor Olarak Hastalık kitabında Susan Sontag şöyle yazar: Tüberkülozun öfori nöbetlerine neden olduğu, iştahı arttırdığı ve cinsel arzuyu kamçıladığına inanılıyordu ve halen de inanılmaktadir Tüberkülozun afrodizyak olduğu ve olağanüstü baş tan çıkarma gücü verdiği düşünülüyordu. Batı Avupa’da tüberküloz epidemisinin en yaygın olduğu 1800’lü yıllarda enfekte kişiler aşırı zayıflıkları, uzun boyun ve elleri, parlak gözleri, solgun tenleri ve kırmızı yanakları ile güzel ve erotik olarak kabul ediliyorlardı. Ancak bu güzelliğin bir bedeli vardı: Kişinin kendi kanı içinde boğularak acılar içinde ölmesi. Tüberküloz kronik bir enfeksiyon hastalığı olarak tanınmadığı ve anlaşılmadığı için romantikleştirilmiş, mitleştirilmiş ve ruhanileştiren bir güç olarak kabul edilmiştir.
Lateks kondomlar I. Dünya Savaşı sırasında vardı, fakat askeri yetkililer ahlaki zayıflığa neden olacağı ve cinselliğe teşvik edeceği düşüncesiyle birliklerde kondom bulunmasına izin vermedi.
Mahşerin Dört Atlısı’ından Salgın Hastalık, sıtma şeklinde uzun zamandır bir diğer atlı Savaş’a eşlik etmektedir. Bildiğimiz dünyanın çok büyük bir bölümünü fetheden Büyük İskender, Hindistan kıtasını tümüyle ele geçirmeden MÖ 323’te otuz üç yaşındayken sıtmadan ölmüştür.
Fransız hekim Renè Laennec tanıda kullanılan diğer bir araç olan stetoskopu 1816’da icat etti. Laennec’ten, fazla kilolu bir kadını muayene etmesi istenmişti. Kadının göğsüne vurmakla akciğerinde sıvı olup olmadığını anlayıp anlayamayacağını farkına varan Laennec, çocukluğunda tahta bir silindirin ucuna kulağını yapıştırıp diğer ucunu bir iğneyle çizdiğinde çıkan sesi nasıl duyduğunu hatırladı. Hemen not defterinden bir sayfa kopararak sıkıca yuvarladı ve kadının göğsüne dayayıp dinledi.
Kadının kalp vr akciğer seslerini gayet net duyunca çok şaşırdı. Birkaç denemeden sonra stetoskopu geliştirdi.
Büyük Çiçek’ten sorumlu olan özgül etken beş yüz yıl boyunca bilinemediğinden, kökenine ilişkin tahminler yürütmek için bolca zaman olmuştur. Kimileri astrolojik bir açıklama önermiştir: 1484’te Mars, Jüpiter ve Satürn, genellikle cinsellikle ilişkilendirilen akrep burcunda sıralanmıştı. Kimileriyse, Tanrı’nın insanları cinsel aşırılıkları için cezalandırdığına inanmıştı. Bunun sonucunda, hamamlar kapatılmış, fuhuş azalmış ve arkadaşlar ve sevgililer birbirine daha az güvenir olmuştu. Hastalığın neden olduğu yaraları gizledikleri için, peruk ve eldiven takma modasının da Büyük Çiçek’le ilişkili olduğu öne sürülür.
Fransızlar, bu hastalıktan İtalyanları sorumlu tutarak, frengiyi Napoli hastalığı olarak adlandırmışlardır; buna karşılık İtalyanlar, hastalığa Fransız hastalığı adını vermişlerdir. Bu değişik adlandırmanın sebebi, VIII. Charles’in disiplinsiz birliklerinin, İtalya’dan memleketlerine dönerken hastalığı Avrupa’nın pek çok yerine taşımış olmalarıdır. Bundan kısa bir süre sonra hastalık, sevilmeyen ve kirli olarak kabul edilen insanların milliyetlerine göre adlandırılmaya başlanmıştır: Ruslara göre Leh hastalığı , Japonlara göre Çinli hastalığı ve İngilizlere göre İspanyol hastalığı gibi.
1930’lardan Japon ordusu vebayla enfekte pireleri uçaklardan bırakarak vebayı Çin’de yaymaya çalışmıştır. Pire ısırmasıyla oluşan insan enflasyonları, genellikle bubon vebası formunda olur ve çoğu kez bu bulaşma sonrasında insandan insana hastalık geçmez. Ancak bakteri akciğerlere girerse (yakın tarihli çalışmalara göre vakaların yüzde 12’sinde durum budur) bu kişilerde, başkalarına öksürükle, tükürükle ve hatta solukla bulaşarak birincil veya pnömonisine neden olabilen ikincil veba pnömonisi gelişir.
John Hunter, çiceğin ne olduğunu tamamıyla çözmüştü. İki tipi olduğunu düşünüyordu. Eğer, peniste bir sivilce olarak başlamışsa belirli bir süreç izliyordu. İdrar yolunun iç kısmı etkilenmişse ve bir akıntı oluşturmuşsa diğer tip söz konusuydu. Çiçekli bir hasta önünde durmuştu Penisinin ucunda küçük sanımsı bir damla asılıydı Bu klasik bir çiçek vakasıydı. Çiceğin tek bir hastalık olduğunu kanıtlamak için tüm gereksinimi, bir yas vaka olan bu hastanın cerahatinin başka bir peniste bir şankr (yara) veya kuru bir vaka oluşturabileceğini göstermekti. John’un elinde sadece bir sağlıklı penis vardı; o da onu kullandi. Hasta önünde ayakta dururken, John damlayı neşterle alarak kendi penisinin ucuna sürdü. Daha sonra, damlanın bulunduğu yeri nesterle kesti ve bunu birkaç kez tekrarladı. Kesikleri acarak sivinin içeri sızmasını sağladı. Hastaya biraz civa vererek kasıklarına sürmesini istedi. O pazar günü defterine penisinin yanmaya başladığını yazdı; nesterin deriyi kestiği yerlerde kızanıklık da oluşmuştu. Ertesi salı sivilceye benzer iki şankr olusmustu. Akıntılı bir hastalık kuru bir hastalık oluşturmus, çiçeğin tek bir hastalik olduğu kesinkes kanıtlanmıştı. John, kasıklarına civa sürdüğünde yaralar kayboldu Üç ay sonra deride kızarıklıklar ve lekeler olustu; kasıklarına ve lekelerin üzerine yüksek doz civa uyguladı. Defterine neyse ki belirtilerin kaybolduğunu yazdı. Kaçınılmaz son 1793’te geldi ve hayatını kaybetti. John Hunter yanılmıştı. John Hunter frengiden (sifilis) ölmüştü, hem de kendi elleriyle.
Hemofolili babalar çekinik geni bütün kızlarına geçirirler, fakat oğulları babadan X kromozonu değil Y kromozomunu aldıklarından, hastalık oğullarına geçmez. Taşıyıcı anneler, diğer bir deyişle, bir normal ve bir hatalı geni yüzde 50 olasılıkla çocuklarına geçirirler; genin geçtiği erkek çocuklar hemofolili, kızlar ise taşıyıcı olurlar.
Tarihçi William H. McNeill, Iustinianos vebası sonucun da Akdeniz’in artık Avrupa’nın rakipsiz uygarlık merkezi olmadığını ve daha kuzeydeki ülkelerin önemlerinin arttığını gözlemlemiştir. Iustinianos vebası ve iki yüzyılı aşkın süre boyunca akabindeki veba salgınları Klasik Dünya’ya -Grek ve Roma uygarlıklarına- son noktayı koymuş ve Karanlık Çağları başlatmıştır. Akdeniz’deki ticareti zayıflatan veba, çoğu ülkeyi takas ekonomisine mahkûm etmiştir; şehirler ihtişamlarını kaybetmiş, feodalizm güçlenmiş, din daha kaderci olmuş ve Avrupa iyice kendi içine dönmüştür.
Kilise, bunun Kıyamet Günü olduğunu ve günahkârların daha az acı çekmesi için hiçbir şey yapılamayacağını öne sürerek vebanın sorumluluğunu Tanrı’ya yükledi. Ancak, insanlara son dualarını yaptıran rahipler arasındaki yüksek ölüm oranı, ruhban sınıfına yönelik inancı sarstı, çünkü hastalıktan kaynaklı ölümleri ve bu ölümlerin yayılmasını önlemekte çok aciz görünüyorlardı. Kilisenin artık insanlara yeterince huzur sağlayamaması, istirap çekmenin ne demek olduğunu bilmekle kalmayıp hastaları da iyileştirme gücüne sahip koruyucu azizlere olan ilgiyi artırdı. Bu salgın hastalık azizlerinden biri Aziz Roch, bir diğeri de Aziz Sebastian’dı.
Çiçek hastalığının etkeni olan çiçek virüsü en büyük virüslerden biridir ve uygun aydınlatmayla ışık mikroskobunda saptanabilir; ancak ayrıntılı yapısının büyük bir bölümü sadece elektron mikroskobunda görülebilir. Virüsün dış yüzeyi (kapsit) bir elmasın dış yüzeyine benzer ve iç bölümündeki halter şeklindeki esas kısım, çift sarmallı DNA olan genetik materyali içerir. Virüs, 35 tanesinin virülansla ilgili olduğu düşünülen 200 gene sahiptir.

Çiçek virüsü vücuda genellikle damlacık enfeksiyonu şeklinde solunum yoluyla girer; ancak doğrudan temas veya virüsle kirlenmiş giysi, çarşaf, battaniye ve toz gibi eşya veya maddeyle (cansız şeyler) de bulaşabilir. Püstüllerdeki enfeksiyöz materyal aylarca bu özelliği bozulmadan kalabilir. Virüs ağız ve burun mukozasında ürer. Enfeksiyonun ilk haftasında hastalığa ilişkin hiçbir işaret yoktur, ancak bu evrede virüs öksürük veya sümük ile çevreye dağılabilir. Lenf düğümlerine ve daha sonra kan yoluyla iç organlara yayılır. Buralara yerleştikten sonra yine ürer. Yeniden kan dolaşımına girer. Yaklaşık dokuzuncu günde belirtiler ortaya çıkar: baş ağrısı, ateş, üşüme-titreme, bulantı, kas ağrısı ve bazen kasılmalar. Kişi çok hasta olduğunu hisseder. Birkaç gün sonra tipik bir döküntü ortaya çıkar. Hasta, döküntünün ortaya çıkmasının bir gün öncesinden tüm döküntü kabukları dökülünceye kadarki sürede hastalığı bulaştırabilir. Hastaların çoğu döküntü ortaya çıktıktan birkaç gün veya bir hafta sonra ölür. Derideki yağ bezlerinin tahribati sonucu, çiçekbozuğu olarak bilinen kalıcı, kratere benzeyen nedbeler ortaya çıkar.

Çiçek, ilk biyolojik silah sayılır. Kuzey Amerika’yı zapt etmek amacıyla 1763’te İngiltere ile Fransa arasında yaşanan savaşta, Sir Geoffrey Amherst’in (Kuzey Amerika’daki başkomutan) emriyle İngiliz birliklerine şöyle sorulmuştu: Hastalıktan etkilenmemiş Kızılderili kabilelerine çiçek hastalığını göndermenin bir yolu bulunamaz mı? Sayılarımı azaltmak için gücümüzün yettiği her savaş hilesine başvurulmalıdır. Pennsylvania cephesindeki en yüksek rütbeli Ingiliz subayı Albay Henry Bouquet şöyle yanıt vermişti: Ellerine geçebilecek battaniyelerle hastalığı Kızılderililere bulaştırmayı deneyeceğim ve kendim hastalanmamaya dikkat edeceğim. Çiçek püstülünden alınmış kabuklu materyalin bulaştırıldığı battaniyeler Kızılderililere verilip pek çok hastalığa karşı hiç direnci olmayan bu insanlar arasında çiçeğin yayılması sağlandı. Sonuçta çok sayıda Kızıldereli hayatını kaybetti ve yenilgi kaçınılmazdı.
On iki yıl sonra (1532) başka bir İspanyol fatih, Francisco Pizarro, emrindeki 168 askerle İnka İmparatorluğu’nun lideri Atahualpa’yı tutsak etti. Pizarro, Atahualpa’yı sekiz ay esir tuttu; özgürlüğüne karşılık halkından fidye olarak altın istedi, altınları aldıktan sonra sözünden dönüp Atahualpa’yı idam ettirdi. İspanyolların Güney Amerika’yı fethetmelerine çiçek hastalığı yine katkıda bulunmuştu. Pizarro 1531’de Peru’da karaya çıktığında İnka fethi için ortam hazırdı; çiçek salgını önceden İnka İmparatorluğu’nu zaten zayıflatmıştı.
Çiçek, Aztekleri öldüren ancak İspanyollara dokunmayan seçici bir hastalıktı; bu durum, hastalıktan kurtulan Amerika Yerlilerinin moralini bozuyor ve yalnız İspanyolların Tanrı’nın lütfuna mazhar olduğunu düşünüyorlardı. İspanyolların taptığı Tanrı’nın bu üstün gücünün farkına varan Aztekler ve diğer yerliler Hıristiyanlığı kabul ettiler. Cortes ve adamlarının zamanında Meksika’nın toplam nüfusunun üçte birini oluşturduğu tahmin edilen 3 milyon Amerikan Yerlisi çiçek hastalığından öldü.
Kolera, sağlık reformlarının yapılmasına ve toplum sağlığı kavramının önem kazanmasına neden olmakla birlikte hastalığı taşımalarından kuşkulanılan kişileri, özellikle göçmen ve yoksulları günah keçisi konumuna soktu. Kimi zaman, tüm insanları korumakla yükümlü toplum sağlığı kuruluşları, sağlık polisi gibi davranıp marjinalleştirilmiş bu kişileri toplum için bir tehdit olarak yaftaladılar. Bazen hastaların ait olduğu etnik veya kültürel azınlığın tüm üyeleri damgalandı. Doğal olarak, her zaman olduğu gibi, yük ve suç, para veya politik güçten yoksun göçmenlerin ve şehirde yaşayan yoksulların üzerine kaldı.
Bir yüzyılı aşkın bir süre boyunca, kolera belasin içki içerek, aşırı yiyerek ve sekse dalarak günah işleyenlere Tanrının gönderdiği bir ceza olduğuna inanıldı. Ruhbas sınıfının iddiasına göre yaşama güçleri zayıflayan ve yok olan günahkarlar hastalığa yenik düştü. Burada suçlu olan sadece insan değildi, kolera aynı zamanda tüm milletin ahlaki bir çöküntü içinde olduğuna işaret ediyordu.
Kiliselerden de pek umut yoktu, çünkü Irlanda Kilisesi dinlerine bakmaksızın tüm kiracılardan vergi toplamakla yükümlüydü. İşin garibi, Katolik Kilisesi İrlanda’daki mülk varlığını kıtlık zamanında arttırdı. Kilise, İrlanda dışında yaşayan mülk sahiplerinin tarafındaydı ve Irlandalılar için uzun vadede kurtuluş yollarını arama işi Quaker’lara düştü.
Malthus’un kuramına göre, İrlanda nüfusundaki artış, insanların şehvete düşkün ve ahlaksız olmalarından kaynaklanmalıydı. Nüfus patlamasını ancak bir kıtlık önleyebilirdi ve Malthus’un sözcükleriyle, İrlandalılar da bunu hak ediyorlardı. İngilizlere göre, İrlandalılar hep aşağı tabaka kalacak olan iflah olmaz ahlaksızlardı ve bu nedenle aşırı çoğalmalarını kısıtlayacak kıtlığı hak ediyorlardı.
Birleşik Krallık’ı 1837-1901 tarihleri arasında kraliçe olarak yöneten Victoria (d. 1819), Bolşevik Parti’nin iktidara gelmesinden kısmen sorumludur, Romanov Hanedani’nin çökmesine katkıda bulunmuştur, Ispanya’da General Franco’nun iktidara gelmesinde etkisi vardır ve hatta tartışmalı olsa bile, Almanya’da Üçüncü Reich’ın yükselmesinde farkında olmadan rol oynamıştır. Bütün bunları politikaları veya orduları ile değil genleriyle yapmıştır. Kızlarını ve kız torunlarını Avrupa’daki kraliyet ailelerine evlilik yoluyla sokmuş, güçten düşüren ve ölümcül olabilecek bir hastalığın tohumlarını saçarak bu ailelerin bazılarında yıkıcı sonuçları neden olmuştur.
Doğumuyla birlikte İskoçya kraliçesi olan Mary Stuart üç yaşındayken Fransa tahtının varisi Prens Francis le nişanlandı; on beş yaşında evlendiğinde kocası artık Kral II. Francis idi ve böylelikle hem Fransa hem de İskoçya kraliçesi oldu. Ancak bu ihtişam uzun sürmedi; evlenmelerinin ertesi yılı II. Francis beklenmedik bir şekilde öldü. Bunun üzerine Mary İskoçya’ya döndü ve İngiliz kraliyet ailesiyle bağı olan Henry Stuart’la (Lord Darnley) evlendi. Mary, tarihçilerin sarhoş ve embesil olduğunu söylediği Lord Darnley’ye devlet işlerinde güvenmiyordu. Danıştiği çok sayıda erkek sekreteri vardı. Mary’nin gözde sekreterlerinden David Rizzio’yu çok kıskanan Darnley onu öldürmey planladı. Ancak ertesi yıl hayatını kaybeden Darnley oldu;yaygın inanç, Dördüncü Bothwell Kontu James Hepburn ve kraliçenin bu suikastı birlikte planladığıydı. Mary çok geçmeden Bothwell ile evlendi. Evliliğin yanı sıra Mary’nin körlük, depresyon, konuşamama ve ayakta duramama akselerinden rahatsız olan İskoç soyluları kraliçeyi tahttan feragat etmeye zorladı. Mary, İngiltere’ye sığınıp kuzeni Kraliçe I. Elizabeth’in koruması altına girdi. Ancak İngiltere’de nankör ve hain bir konuk olan Mary, Elizabeth’i öldürmeye yönelik bir komplo içinde yer aldı. Komplonun ortaya çıkarılması sonucu Mary 1587’de kafası kesilerek idam edildi.
Bu kitabın mesajı basittir: Geçmiş salgınları anlamak, gelecekteki salgınlara daha iyi hazırlanmamızı sağlayabilir.
Konstantinopolis şehrinde ( bugünkü İstanbul ) aylarca ortalığı kasıp kavurdu. O kadar çok ceset vardı ki bunlar , henüz tamamlanmamış surlardaki kulelerin boşluklarına atıldı .
Mahşerin Dört Atlısı’ndan Salgın Hastalık, sıtma şeklinde uzun zamandır bir diğer atlı Savaş’ a eşlik etmektedir. Bildiğimiz dünyanın çok büyük bir bölümünü fetheden Büyük İskender, Hindistan kıtasını tümüyle ele geçiremeden MÖ 323’te otuz üç yaşındayken sıtmadan ölmüştür.
Günümüzde bulaşıcı hastalığı olan hastaların tecridi, çapraz bulaşmanın önlenmesi, yiyeceklerin steril koşullarda hazırlanması, servislerin havalandırılması, insan atıklarının ve tıbbi atıkların uygun şekilde uzaklaştırılması gibi sağlıkla ilgili pek çok uygulama, Florence Nightingale’in Selimiye’deki çalışmalarına dayanmaktadır. İstatistiki analizleri, Kırım’daki askerlerin çoğunun kurşun yarası, kılıç darbesi veya bombardımandan değil, tifüs, dizanteri, kolera ve iskorbüt gibi önlenebilir hastalıklardan öldüğünü kanıtladı. Nightingale askerlere yardım etmekle kalmadı, ölen ya da ölmek üzere olan askerlerin ailelerine mektuplar yazarak hastalık ya da ölümle ilgili bilgiler verdi. Bu mektuplarda çoğu kez askerlerin duygularına da yer verdi. Nightingale, ölümcül hastalara yönelik tedavi uygulayan ilk insanlardan biriydi.
“Bu oyunda, bir kişi ebe olarak seçilir; oyunun kuralına göre bu oyuncu diğerlerine dokunmaya çalışır, dokunabildiği oyuncu ebelememiştir ve yeni ebe olur. Bu şekilde ebelenen herkes diğerini ebelemeye çalışır. Eğer başka oyuncu ebelenmezse oyun biter, fakat birden fazla oyuncu ebelenirse ebelenenlerin sayısı artar.”
Kimilerine göre tüberküloz, Tanrı’nın hem zenginlere hem de yoksullara gönderdiği ve insanın elini kolunu bağlayan bir hastalıktı.
Batı Avupa’da tüberküloz epidemisinin en yaygın olduğu 1800’lü yıllarda enfekte kişiler aşırı zayıflıkları, uzun boyun ve elleri, parlak gözleri, solgun tenleri ve kırmızı yanakları ile güzel ve erotik olarak kabul ediliyorlardı. Ancak bu “güzelliğin bir bedeli vardı: Kişinin kendi kanı içinde boğularak acılar içinde ölmesi. Tüberküloz kronik bir enfeksiyon hastalığı olarak tanınmadığı ve anlaşılmadığı için romantikleştirilmiş, mitleştirilmiş ve ruhanileştiren bir güç olarak kabul edilmiştir.
Kemoterapi çağı, Paul Ehrlich’in Frankfurt’taki çalışmalarıyla başlamıştır ve günümüzde de devam etmektedir.
1530’da Girolamo Fracastoro (1483-1553), Büyük Çiçek denen hastalığa, Apollo’yu lanetlemesine çok kızan Tanrı’nın yeni bir hastalıkla cezalandırdığı hayali çobanın adını vermiştir: Syphilis (sifilis).
“Bu oyunda, bir kişi ebe olarak seçilir; oyunun kuralına göre bu oyuncu diğerlerine dokunmaya çalışır, dokunabildiği oyuncu ebelememiştir ve yeni ebe olur. Bu şekilde ebelenen herkes diğerini ebelemeye çalışır. Eğer başka oyuncu ebelenmezse oyun biter, fakat birden fazla oyuncu ebelenirse ebelenenlerin sayısı artar.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir