İçeriğe geç

Yanılmışım Tanrı Varmış Kitap Alıntıları – Antony Flew

Antony Flew kitaplarından Yanılmışım Tanrı Varmış kitap alıntıları sizlerle…

Yanılmışım Tanrı Varmış Kitap Alıntıları

Fizikçi Freman Dyson; Evreni ne kadar araştırır ve mimarisinin ayrıntılarını ne kadar incelersem evrenin bir anlamda bizim geleceğimizi bildiğine dair daha fazla kanıt buluyorum. diyor.
Bir başka deyişle doğanın kanunları sanki evreni yaşamın ortaya çıkmasına ve devam etmesine hazırlamak üzere tasarlanmıştır.
eski ateist arkadaşlarıma şu soruyu soruyorum: En azından üstün bir Zihnin varlığını düşünmemiz için bir neden oluşturmak üzere ne olması ya da ne olmuş olması gerekir?
Bilimle ciddi biçimde uğraşan herkes, doğanın kanunlarının insanoğlundan üstün ve karşısında tüm alçak gönüllülüğümüzle saygı duymamız gereken bir ruhun varlığının tezahürü olduğuna inanır.
Stephen Hawking: Tanrının varlığına en büyük kanıt evrendeki düzendir. Evren hakkında daha fazla şey keşfettikçe evrenin mantıklı kanunlarca yönetilmekte olduğuna dair daha fazla şey keşfederiz.
Tanrı’yı keşfedişim inancın değil, muhakemenin bir yolculuğudur.
Russell bir keresinde şöyle demişti: Din öğretmenlerinin ögütlediği türde en yüksek yoğunluktaki sevgi dışında insan kalbinin yalnızlığını hiçbir şey dolduramaz.
Richard Swinburne, kozmolojik argümana ilişkin açıklamasını şu
şekilde özetliyor: Eğer bir Tanrı varsa, O’nun bir evrenin sınırlarına
ve karmaşıklığına sahip bir şey yaratacak olma olasılığı oldukça
yüksektir. Evrenin nedensiz yere var olduğu oldukça olasılık dışıdır,
fakat Tanrı’nın nedensiz var olduğu çok daha fazla olasıdır.
Dolayısıyla evrenin varlığından Tanrının varlığına uzanan argüman,
iyi bir tümevarımsal argümandır.
Gerçeğin ve onun insan aklına eşsiz biçimde erişebilmesinin mantıklı yapısına duyulan bu inancı ‘din’ kelimesinden daha iyi ifade edecek bir şey bulamadım. Bu inancın olmadığı yerde bilim, yavan bir süreç haline gelir. Eğer rahipler bunu kendi çıkarları için kullanacaklarsa bırakalım da bunu şeytan düşünsün. Bunun için herhangi bir ilaç yoktur.
Büyük bilim adamlarının çoğu, bilimsel çalışmaları ve üstün zekâ , yani Tanrı Zihnini doğrulamaları arasında doğrudan bir bağ gördüler. Nasıl isterseniz öyle açıklayın, ancak bu, popülerleştiricilerin kendi oluşturdukları gündemle gizlemesine izin verilemeyecek açık bir gerçek. Pozitivizmle ilgili olarak Einstein şöyle demişti: Ben bir pozitivist değilim. Pozitivizm, gözlemlenemeyen şeyin var olmadığını iddia ediyor. Bu kavram bilimsel olarak savunulamaz
Swinburne’ün güçlü bir biçimde savunduğu bir kavram, benim
God and Philosophy eserimin öncelikli hedeflerinden biri olan, her
yerde var olan cisimsiz bir ruh kavramıydı. Plantinga ile
münazaramda olduğu gibi Swinburne ile yaptığım münazara da
sonuçsuz kaldı; ikimiz de başlangıç noktalarımıza sıkıca
tutunmuştuk. Cisimsiz bir ruh kavramını anlamsız buluyordum ve
Swinburne bunda ne gibi bir problem olduğunu anlayamıyordu.
Swinburne ile diyaloğum bu noktada bitmedi ve, bu kitabın ilerleyen
kısımlarında daha iyi anlaşılacağı gibi, hâlâ devam etmekte. (Bu
arada, Tanrı ile ilgili fikir değişikliğime dair haberler üzerine
Plantinga şöyle dedi: Bu durum Profesör Flew’un dürüstlüğünü
açıkça gösteriyor. Bir Yaratan fikrine karşı çıktığı bunca yıldan
sonra, kanıta dayanarak fikrini tersine çeviriyor. )
Tarihteki hataları görmezden gelenler bunları bir noktada mutlaka tekrar edeceklerdir.
The Presumption of Atheism’de ise kanıt sorumluluğunun teizmde olduğunu ve ateizmin kanıt sorumluluğu olmayan taraf olduğunu ileri sürdü.
Öfkeli kalabalıklar tarihi yeniden yazamaz.
Birden fazla evren olsun veya olmasın, doğanın kanunlarının kaynağı meselesini sonuca bağlamak zorundayız. Ve bunun için geçerli sayılabilecek tek açıklama İlahi Akıl dır.
Tanrı’nın varlığı bizim açımızdan açıklanamaz bir durumdur, Tanrı açısından değil.
Bilimsel verilerden felsefi sonuçlar çıkarıyorsanız, bir filozof gibi düşünüyorsunuzdur.
Bir insan kötü bir iddiayla ikna edilebilirken,kabul edilmesi gereken bir iddiayla da ikna edilemeyebilir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bilgelik, kendilerini ortaya koyan ve sonuçları insanlık için önem taşıyan sayısız sorundan seçim yapma meziyetine sahip olmaktır.
Tipik bir mantıkçı olan Alvin Plantinga, teizmin aslında temel bir inanç olduğu fikrini sundu. Tanrı’ya inanmanın, diğer zihinlere veya algilara (bir ağacı görmek) ya da hafızaya (geçmişe inanmak) inanmak gibi diğer temel gerçeklere inanmakla aynı olduğunu savundu. Bütün bu durumlarda, söz konusu inancın gerçekliğini kanıtlayamasanız da, bilişsel yeteneklerinize güvenirsiniz. Aynı şekilde, insanlar bazı önermeleri (örneğin dünyanın varoluşu) temel olarak, diğerlerini de bu temel önermelerden türetilenler olarak kabul eder. Burada iddia edilen, inanç sahiplerinin Tanrı’nın varlığını temel bir önerme olarak kabul ettiğidir.

Thomist filozof Ralph McInerny yaptığı muhakeme ile insanların doğal olayların düzeni ve yasaya benzer karakterleri nedeniyle Tanrıya inanmalarının doğal olduğu sonucuna vardı. O kadar ki, ateizme karşı aksi ispatlanıncaya kadar geçerli gibi görünen bir iddia olarak,Tanrının varlığının neredeyse doğuştan gelen bir inanç olduğunu söyledi. Yani, Plantinga teistlerin ispatlama sorumluluğunu taşımadığını savunurken McInerny daha da ileriye giderek ispatlama sorumluluğunun ateistlerde olması gerektiğini iddia etti!

Burada, diğer antiteolojik iddialarımın tersine, ateizm varsayımına dair iddianın teistler tarafından tutarlı bir biçimde kabul edilebileceğine işaret etmeliyim. Bir Tanrı’ya inanmak için yeterli neden sunulduğunda, teistler buna inanarak felsefi bir günah işlemiyorlar! Ateizm varsayımı olsa olsa metodolojik bir başlangıç noktasıdır, varlıksal bir sonuç değil.

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
‘’ En büyük kanıt evrendeki düzendir. Evren hakkında daha fazla şey keşfettikçe evrenin mantıklı kanunlarca yönetilmekte olduğuna dair daha fazla şey keşfederiz. Ve aklınızda hala şu soru olur: Evrenin var olma nedeni nedir? İsterseniz Tanrı’yı bu denklemin cevabı olarak tanımlayabilirsiniz.’’
Tanrı’nın varlığına ilişkin muhtemelen en popüler ve akla en yatkın argüman, sözde tasarım argümanıdır. Bu argümana göre doğada açık biçimde görünen taarım, kozmik bir Tasarımcının varlığını göstermektedir. Genellikle bunun aslında bir düzen içerisinde tasarım yapılmasına yönelik bir argüman olduğunu vurgulamışımdır; zira doğadaki algılanan düzenden kaynaklanan argümanlar bir tasarımın, dolayısıyla bir Tasarımcının varlığını kanıtlamaktadır. Bir zamanlar bu tasarım argümanını sert biçimde eleştirmiş olsam da artık şunu anladım ki, bu argüman doğru biçimde formüle edildiinde Tanrı’nın varlığına ilişkin inandırıcı bir ifade teşkil etmektedir. Bu sonuca varmama özellikle iki alandaki gelişmeler yol açmıştır. Bunların ilki doğanın kanunlarının kaynağı sorusu ve günümüzün saygın bilim adamlarının bu konuyla ilgili görüşleridir. İkincisi ise yaşamın kaynağı ve üreme sorusudur.

Doğanın kanunları diyerek neyi mi kastediyorum? Kanun kelimesiyle anlatmak istediğim şey doğadaki düzen veya simetridir. Ders kitaplarında sık sık yer alan bazı örnekler ne demek istediğimi gösterebilir:

Boyle Kanunu; Sıcaklığın sabit kalması koşuluyla, bir miktar gazın basıncı ile hacminin çarpımı daima sabittir.

Newton’un Birinci Hareket Kanunu: Herhangi bir cisim üzerine bir kuvvet etki ediyorsa ya da etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfırsa, cisim durumunu değiştirmez; yani duruyorsa durur,
hareket ediyorsa hareketini bir doğru boyunca devam ettirir.

Enerji korunumu kanununa göre, kapalı sistemin içerisindeki toplam enerji miktarı sabittir.

Önemli nokta yalnızca doğada düzenlerin olması değil, bu düzenlerin matematiksel olarak kesin, evrensel ve ”birbirine bağlı ” olmasıdır. Einstein bunlara ”somut mantık ” diyordu. Bizim sormamız gereken soru, doğanın bu şekilde bir bütün haline geldiğidir.Bu kesinlikle Newton, Einstein ve Heisenberg gibi bilim adamlarının sordukalrı ve cevapladıkları sorudur. Bu kişilerin buldukları cevap Tanrı’nın aklı olmuştu.

Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış sayfa 86-87

Halka açık münazaralarımdan sonuncusu olan New York Üniversitesi’ndeki sempozyum Mayıs 2004’te gerçekleşti. Diğer
katılımcılar İsrailli bilim adamı ve başta The Science of God olmak üzere bilim ve dinle ilgili çok satan kitapalrın yazarı Gerald Schroeder ile Theism and Atheism adlı eseri arkdaşım Jack Smart ile Tanrı’nın varlığı üzerine bir münazara niteliğinde
olan İskoç filozof John Haldane’di.

Konuyla ilgili herkesi şaşırtacak biçimde, tartışmanın en başında bir Tanrı’nın varlığını kabul ettiğimi ilan ettim. Karşıt görüşlerin
karşılıklı olarak yoğun bir değişimi olabilecek bu münazara, daha yüksek Zeka’ya işaret ettiği görülen modern bilimdeki gelişmelerin beraberce keşfine dönüştü. Sempozyum gösterimindei spiker modern bilimdeki bütün büyük keşiflerin içinde en büyüğünün Tanrı olduğunu öne sürdü.

Bu sempozyumda bana, hayatın kaynağna dair son çalışmaların yaratıcı bir Zeka’nın etkinliğine işaret edip etmediği sorulduğunda şöyle dedim;

Evet, artık ettiğini düşünüyorum neredeyse tamamen DNA araştırmaları nedeniyle. DNA materyalinin yapmış olduğunu düşündüğüm şey, (hayatı) üretmek için gerekli düzenlemelerin neredeyse inanılmaz karmaşıklığıyla, bu kadar akıl almaz çeşitliliktei öğelerin bir arada çalışmasını sağlamak için işin içinde mutlaka zeka olması gerektiğini göstermiş olmasıdır. Söz konusu olan birçok öğenin korkunç karmaşıklığı ve bunların birlikte çalışma şekillerinin korkunç inceliği. Bu iki şeyin doğru zamanda şans eseri bir araya gelmesi çok düşük ihtimal.Bunların hepsi, bana zekanın eseriymiş gibi görünen, ortaya çıkan sonuçalrın elde edilmesini sağlayan bu müthiş karmaşıklık meselesidir.Bu açıklama benim için önemli bir yön değişikliğini temsil ediyordu ancak yine de, felsefi hayatımın başından beri benimsediğim prensiple de tutarlıydı iddianın götürdüğü yere gitmek.

Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, sayfa 72-73

Artık evrenin sonsuz bir zekâ tarafından var edildiğine inanıyorum. Bu evrenin karmaşık kanunlarının bilim adamlarının Tanrı’nın zihni dedikleri şeyi ortaya koyduğuna inanıyorum. Hayatın ve çoğalmanın ilahi bir kaynaktan başladığına inanıyorum. Yarım yüzyıldan fazla bir süre boyunca ateizmi açıklayıp savunduktan sonra neden buna inanıyorum? Buna kısaca şöyle cevap verebilirim: Modern bilimin ortaya çıkardığı dünya resmi, benim gördüğüm şekliyle böyle. Bilim, doğanın Tanrı’ya işaret eden üç boyutuna ışık tutuyor. Bunlardan ilki doğanın kanunlara uyduğu gerçeği. İkincisi, hayat boyutu; maddeden kaynaklanan ve zekice organize edilip amaca yönelik hareket eden varlık boyutu. Üçüncüsü ise doğanın varlığı. Ancak bana rehberlik eden sadece bilim olmadı. Klasik felsefi iddiaların yeniden incelenmesi de bana yardımcı oldu.” (Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış s.89-90)
Schroeder’in sunumunu dinledikten sonra ona, maymun teoremi nin bir yığın saçmalık olduğunu çok tatmin edici ve kesin bir biçimde gösterdiğini ve bunu bir soneyle yapmasının özellikle çok başarılı olduğunu söyledim; teorem bazen Shakespeare’in eserleri ya da Hamlet gibi tek bir oyunu kullanılarak öneriliyor. Teorem eğer tek bir sone için işlemeyecekse, o zaman hayatın kaynağı gibi daha karmaşık bir işin şans eseri gerçekleştiğini öne sürmek de saçma olacaktır.
bir kanıt üretmekle bir insanı ikna etmek arasındaki ayrımdır. Bir insan kötü bir iddiayla ikna edilebilirken, kabul edilmesi gereken bir iddiayla da ikna edilemeyebilir.
Pozitivizmle ilgili olarak Einstein şöyle demişti: Ben bir pozitivist değilim. Pozitivizm, gözlemlenemeyen şeyin var olmadığını iddia ediyor. Bu kavram bilimsel
olarak savunulamaz, çünkü insanların neyi
‘gözlemleyebildikleri’ ya da ‘gözlemleyemedikleri’ni geçerli biçimde doğrulamak imkânsızdır.
Bir şeyi bildiğinizi göstermek için harcanan çabanın, bilmediğinizi göstermek için harcanandan daha fazla olduğu
Engizisyon ve cadıların kazığa bağlanarak yakılmasından şikâyet edenler, şimdi aykırılık yapan kendi avlarıyla eğleniyorlardı. Hoşgörü savunucularının kendileri de pek hoş görülü sayılmazdı.
Din ile bilim arasında asla gerçek anlamda bir zıtlık olamaz, çünkü biri diğerinin tamamlayıcısıdır.
Ateizme dönüşümün ilk nedenlerinden birisi kötülük meselesiydi.
Bu kadar akılsız bir evren nasıl olur da özgün amaçları, üreme kabiliyetleri ve kodlanmış kimyaları olan varlıklar yaratabilir?
Hawking,”En büyük kanıt evrendeki düzendir.Evren hakkında daha fazla şey keşfettikçe evrenin mantıklı kanunlarca yönetilmekte olduğuna dair daha fazla şey keşfederiz ve aklımızda hala şu soru olur; evrenin var olma nedeni nedir? isterseniz Tanrı’yı bu denklemin cevabı olarak tanımlayabilirsiniz.
Fizikçi Freeman Dyson, Evreni ne kadar araştırır ve mimarisinin ayrıntılarını ne kadar incelersem, evrenin bir anlamda bizim geleceğimizi bildiğine dair daha fazla kanıt buluyorum. diyor.
Ben ateist değilim ve kendime panteist diyebileceğimi de düşünmüyorum. Aslında çok sayıda farklı dilde yazılmış yüzlerce kitapla dolu bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğa benziyoruz. Çocuk bu kitapları mutlaka birisinin yazmış olduğunu biliyordur ama bu kitapların nasıl yazıldığını bilmez. Bu kitapların yazıldığı dilleri anlamaz. Çocukta kitapların gizemli bir düzene göre yerleştirildiğine dair belli belirsiz bir kuşku uyanır ama bu gizemin ne olduğunu bilemez. Bence en akıllı insanın bile kafasındaki Tanrı düşüncesi bu çocuğun haline benzemektedir. Evrenin muazzam bir düzen ve belirli kurallar çerçevesinde işlediğini görür ama bu kuralları pek anlamayız. Belirli sınırları olan aklımız, takımyıldızlarını hareket ettiren gizemli gücü kavramaktadır.
Einstein
Din öğretmenlerinin öğütlediği türde en yüksek yoğunluktaki sevgi dışında insan kalbinin yalnızlığını hiçbir şey dolduramaz
Tanrının varlığı bizim açımızdan açıklanamaz bir durumdur Tanrı açısından değil
İlahi varlığın keşfedilmesi deneyler ve denklemlerle değil, bunların ortaya koydukları yapıların anlaşılmasıyla gerçekleşir.
Ve insan bedeni gibi görünen şeyler eriyerek nefes olarak rüzgara karıştı.
Shakespeare/Macbeth
Özgür düşünen blog dünyasında ise budalaca hareketler ve acemice karikatürlere sıkça rastlamak mümkündü. Enginizasyon ve cadıların kazığa bağlanarak yakılmasından şikayet edenler, şimdi aykırılık yapan kendi avları ile eğleniyorlardı. Hoşgörü savunucularının kendileri de pek hoşgörülü sayılmazdı.
Albert Einsteinın da dediği gibi Bilim adamı kötü bir filozoftur
Hayatın ve çoğalmanın, ilahi bir kaynaktan başladığına inanıyorum
Kahvaltıda bazen imkansız 6 şeye inandığım olurdu.
“Hayat, nasıl hayatın yokluğundan çıkıyor?”
“Bilim adamları,kötü bir filozoftur.” Albert Einstein
Seçiminizi yapın: Tanrı veya evren.Biri en başından beri vardı.
Teistler ve Ateistler artık bir şey üzerinde açık biçimde hemfikirdirler: Eğer bir şey var ise, ondan önce daima var olan bir şey olmalıdır.
.doğanın kanunlarının kaynağı meselesini sonuca bağlamak zorundayız. Ve bunun için geçerli sayılabilecek tek açıklama ilahi Akıl’dır.
en ateist bilim adamı bile doğada, en azından kısmen anlayabildiğimiz, kanun benzeri bir düzenin varlığını kabul eder.
Bilimle ciddi biçimde uğraşan herkes, doğanın kanunlarının insanoğlundan üstün ve karşısında tüm alçakgönüllülüğümüzle saygı duymamız gereken bir ruhun varlığının tezahürü olduğuna inanır.
Gerçeğin ve onun insan aklına eşsiz biçimde erişebilmesinin mantıklı yapısına duyulan bu inancı ‘din’ kelimesinden daha iyi ifade edebilecek bir şey bulamadım. Bu inancın olmadığı yerde bilim, yavan bir süreç haline gelir. Eğer rahipler bunu kendi çıkarları için kullanacaklarsa bırakalım da bunu şeytan düşünsün.
Conway’in de dediği gibi; tek tanrılı dinlerin Tanrı’sı, Aristoteles’in Tanrısı’yla aynı niteliklere sahiptir.
Bir hareket isteğe göre başlatılabilen ya da bastırılabilen bir harekettir; bir devinim ise bunun yapılamayacağı bir harekettir.
birinin serbest bir seçim yapacağı ve bu gelecekteki seçim hissinin önceden gelecekteki bir tarafça bilindiğini söylemenin yanı sıra, yapıldıkları anlamlarda yapılmalarına fiziksel olarak neden olunmuşsa ve bu anlamlarda yapılmaları bazı kanun veya doğa kanunlarıyla belirlense bile serbest seçimlerin hem serbest hem de seçim olabileceklerini söylemek tutarlıdır.
Bir Tanrı’ya inanmak için yeterli neden sunulduğunda, teistler buna inanarak felsefi bir günâh işlemiyorlar! Ateizm varsayımı olsa olsa metodolojik bir başlangıç noktasıdır, varlıksal bir sonuç değil.
on beş yaşında ateizmi kabul etme nedenlerimin yetersiz olduğu açıktı. Daha sonra ‘gençliğe özgü bir ısrar’ olarak tanımladığım iki şeye dayanıyordu: (1) kötülük sorunu, sınırsız iyiliğe sahip, her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığının aksini ispatlayan kesin bir kanıttı; ve (2) ‘özgür irade savunması’ Tanrı’yı kötü olduğu açık yaratı sorumluluğundan kurtarmıyordu.
Marksistler, toplumların gelişimini yönlendiren sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığı gibi evrensel kanunların olduğuna inanıyordu.
Sanırım çoğumuz yaşımız ilerledikçe, gençliğimize özlem ve utanç karışımı bir duyguyla bakıyoruz.
Bilgelik, kendilerini ortaya koyan ve sonuçları insanlık için önem taşıyan sayısız sorundan seçim yapma meziyetine sahip olmaktır.
Büyük bilim adamlarının çoğu, bilimsel çalışmaları ve ‘üstün zekâ’, yani Tanrı Zihni’ni doğrulamaları arasında doğrudan bir bağ gördüler.
Din öğretmenlerinin öğütlediği türde en yüksek yoğunluktaki sevgi dışında insan kalbinin yalnızlığını hiçbir şey dolduramaz.
Tarihteki hataları görmezden gelenler bunları bir noktada mutlaka tekrar edeceklerdir.
Mantıksal pozitivistlere göre, yalnızca duyu deneyimi veya tam olarak kendi biçimleri nedeniyle ve kullanılan kelimelerin anlamıyla doğrulanabilen ifadeler anlamlıydı. Bu nedenle bir ifade, doğruluğu ya da yanlışlığı deneysel gözlemle(örn. bilimsel çalışma) doğrulanabiliyorsa anlamlıydı.
Bütünüyle insan dışı bir olaydan bahsederken -örneğin güneş tutulması- o zaman neden sözcüğünü hem fiziksel gereklilik hem de fiziksel imkânsızlığa işaret eden bir anlamda kullanırız: olan şey fiziksel olarak gereklidir ve bu şartlar altında başka her şey fiziksel olarak imkânsızdır.
Birinci şahıs bakış açısı (Ben, beni, benim ve benzeri) gerçeğinin farkına vardığımız zaman en büyük ve aynı zamanda en heyecan verici gizemle karşı karşıya gelmiş oluruz. Ben varım. Descartes’in sözünü tersine çevirecek olursak, Ben varım, öyleyse düşünüyorum, algılıyorum, niyet ediyorum, anlıyorum ve iletişim kuruyorum. Bu Ben de kimdir? Nerededir? Nasıl var olmuştur? Varlığınız kesinlikle fiziksel bir şey değildir; tıpkı fizikötesi bir şey olmadığı gibi. Varlığınız cisimleştirilmiş bir kişilik ve ruh verilmiş bir bedendir; varlığınız (siz) belirli bir beyin hücresinde veya vücudunuzun herhangi bir bölgesinde yer almaz. Vücudunuzdaki hücreler sürekli değişir ve siz yine de aynı kalırsınız. Sinir hücrelerinizi inceleyecek olursanız, bunların hiçbirinin bir Ben olma özelliğine sahip olmadığını göreceksinizdir. Elbette bedeniniz sizin ayrılmaz bir parçanızdır, fakat o bir bedendir , çünkü kişilik tarafından bu şekilde oluşturulmuştur. İnsan olmak demek, bedene ve ruha sahip olmak demektir.
Tanrı’nın varlığı ile ilgili özellikle üç konunun cevaplanması gerektiğini ifade ettim:
Tanrı’nın nasıl tanımlanması gerektiği.
Cisimsiz gibi negatif terimlere karşı pozitif terimlerin Tanrı için nasıl uygulanabileceği.
Tanrı’nın tanımlanan özelliklerinin inkâr edilmeyen gerçeklerle tutarsızlığının nasıl açıklanabileceği (yani, evrendeki kötülüklerin her şeye gücü yeten bir Tanrının varlığıyla nasıl bağdaştırılacağı).
Gerçek düşünürler iddiaları değerlendirir ve kanıtları tartarken savunucunun ırkı, cinsiyeti ya da yaşıyla ilgilenmezler.
Ancak öfkeli kalabalıklar tarihi yeniden yazamaz.
Bir an için önünüzde mermer bir masa olduğunu düşünün. Bir trilyon yıl veya sonsuz zaman geçse bile bu masanın birdenbire ya da yavaş yavaş sizin gibi bilinçli, çevresinde olup bitenlerin ve kimliğinin farkında olabileceğini düşünebilir misiniz? Böyle bir şeyin gerçekleşebileceğini düşünmek imkânsızdır. Aynı şey her türlü madde için geçerlidir. Maddenin, kütle enerjisinin yapısını çözdüğünüzde, yapısı gereği, asla bilinç düzeyine gelemeyeceğini, asla düşünemeyeceğini ve asla ben diyemeyeceğini anlarsınız. Fakat ateistlerin görüşüne göre, evrenin tarihinin bir noktasında, imkânsız ve akıl edilemez şeyler gerçekleşmiştir. Onlara göre farklılaşmamış madde (buna enerjiyi de dâhil ediyoruz) bir zamanlar can bulmuş, ardından bilinç düzeyine erişmiş, ardından kavramsal düşünme yetisini elde etmiş ve sonunda ben düzeyine gelmiştir. Fakat yeniden masamıza dönecek olursak, bunun neden gülünç olduğunu anlarız. Masa, bilinç düzeyine erişmek için gereken özelliklerin hiçbirine sahip değildir ve sonsuz zamanda bile bu tür özellikleri edinemez. Yaşamın kaynağına dair akla en son gelebilecek senaryolardan birini kabul eden bir kişinin bile, belirli koşullar altında bir mermer parçasının kavramlar üretebileceğini ileri sürebilmesi için çıldırmış olması gerekir. Ve subatomik seviyede masayı bir arada tutan şey, evrendeki diğer bütün maddeleri de bir arada tutan şeydir.
İlahi varlığın keşfedilmesi deneyler ve denklemlerle değil, bunların ortaya koydukları yapıların anlaşılmasıyla gerçekleşir.
Uluslararası Yaşamın Kökeni Çalışmaları Derneği başkanı Antonio Lazcano şöyle diyor: Her şeye rağmen yaşamın bir özelliği kesindir: Zaman içerisinde değişebilen mevcut bilgilerini depolayabilen, çoğaltabilen ve iletebilen genetik bir mekanizma olmasaydı yaşam ortaya çıkamazdı . Ayrıca ilk genetik mekanizmanın tam olarak nasıl gelişmiş olduğu da çözülmemiş bir mesele olarak kalmayı sürdürmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir