İçeriğe geç

Kardeş Evi Kitap Alıntıları – Fahri Erdinç

Fahri Erdinç kitaplarından Kardeş Evi kitap alıntıları sizlerle…

Kardeş Evi Kitap Alıntıları

Dudaklarını kavuşturmasını bilmeyenler, şu sakızı çiğnememeli!
“Peki, ya çalgıların padişahı?”
“Hangisi o?”
“Kaval.”
“Ne diye padişahı oluyormuş çalgıların?”
“Hazreti Muhammedin düğününde çalınmış da…”
“Hangi düğününde, birincisinde mi, dokuzuncusu da mı?”
Allah’ı, gücümüzün bittiği, umudumuzun tükendiği yerde kendimiz başlatırız biz.
Elbette silahınız yok… Kaleminizden başka
“Yaşamam sizinle!” diye bağırdı adam. “Yaşıyamam öyle bok-boklavat adamlarla yan yana…”
… Sabahattin Ali’nin öldürülmesini, faşist özentili düzende gizli polisin kanlı kıyıcılığını göstermekte başarılı olduk. O kadar ki, Pınarhısar’ı geçerek, sınırda, orman içi bir subaşında dinlenirken, bir yandan cebinden çıkarıp açtığı kitapta bir Puşkin çevirisine dalmışken, kendisini güya sınıra ulaştıracak ve Bulgaristan’a geçmesini sağlıyacak olan Milli Emniyet ajanı Ali Ertekin’in, arkadan kahpece yaklaşarak kalınca bir sopayı Sabahattin Ali’nin başına nasıl indirdiğini, nasıl gözlüğünün bir yana, Puşkin’in bir yana düştüğünü, sonra sopanın bir daha, bir daha inerek ….
Yeter! Anlatmayın artık
Bu, tıp fakültesi öğrencisi bir genç kızın çığlığıydı. Dayanamamış, bayılmıştı. Çabuk ayıltmışlardı. Ama krizden kolay kurtulamadığı için, alıp götürmüşlerdi.
Hapiste bir, hastahanede iki, dakikaların her biri iki katına çıktığından, saatler geçmek bilmiyor.
… Bunların göçü altında zorlu nedenler olmalı; yoksa böyle öğretmen, yazar, gazeteci adamlar kurşunu göze alıp da sınır aşmaya kalkar mı?
… Neresi zannettiniz burayı siz? Dağbaşı mı?
Sevinç miydi bu içime sığmayan? Hayır, sevinç ufak söz. İçime sığmayanın bir tek adı vardı: Özgürlük!
Uzandık şezlonglara. Ayaklarımızın altında kumun altını, önümüzde denizin zümrüdü, üstümüzde göğün mavisi….
Faşizmin kıyım yöntemleri her yerde değişmiyor. Her ülkede faşizmin otuz iki dişi var. Ve otuz ikisi de köpekdişi.
Her şey insan için bu dünyada, sevinç de, keder de Kederin dozunu hislerinle değil, aklınla ayarla.
Sen şu aklını bana versen de, bir gecelik rahat uyuyabilsem!
kafamla değil, yüreğimle düşünüyordum. Çoğu kez ağır basan bu duygusallığım bana pahalıya oturabilirdi
Az yiyemiyoruz işte birbirimizi. Az kötü değiliz, az mızmız değiliz çünkü. Bu illetlerimizden kurtulabildiğimiz gün adam olacağız.
Duygulanmayı, duygusallığı aldın mı benden, geriye ne kalır? Yoksullaşırım, bütün zenginliğim gider,
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
Düşmanın önünde ağlamıyacaksın!
Yetişme yolumuz, ülkemizin koşulları bizi ancak bireyci, yazgıcı yapabilirdi. Biz materyalist eğitim görmedik öğretmen okulunda. Ama değil mi ki girdik arınma, yenilenme yoluna, o ipliklerden, o kalıntılardan da kurtulacağız.
Kötülük eden, sosyalist toplumda cezasız kalmaz
Bazan doğduğu yerde yaşar
Bazan doğmadığı yerde ölür insanlar .
Kapitalist Türkiye’de gerici basın
Anahtarını yitirirsen , kilidini değiştirebilirsin. Ya kilidi , kapıyı , yapıyı yitirirsen?
Aman canım, olumluya olumlu demesini de öğrenelim artık.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Sevinç miydi bu içime sığmayan? Hayır, sevinç ufak söz.
İçime sığmayanın bir tek adı vardı: Özgürlük!
Önce gerçekçi olalım, ondan sonra içtenlik
Zamanımızın tansiyonu yüksek!
Seninle kavga etmeye bile hasretim!
Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz!
Ama yan yanalığın sevinci her yarayı onduruyor. Özcesi, gönül birliği, duygu ve düşünce birliği bu samanlığı da seyran ediyor.
bir yerden bir yere yolculandın mı, yolun yarısına kadar bıraktığın yeri ve bıraktıklarını düşünürsün, yarısından sonra da varacağın yeri ve kavuşacaklarını.
hayırlısıyla bir özgürlüğe kavuşalım
. nedenler değişmedikçe sonuçlar değişmez,
Ne yazık ki, bu olmaz olası grip karantinası, buluşmalarını daha da erteliyecekti.
Yabancı toprağın lokması hep acıdır. Ben tattığım için söylüyorum.
Memleketimi görüyorum göz kapaklarımın içinde harita gibi.
Söz yok ama, açlık grevi, bence, kaynağı ve kimlerin emeğiyle üretildiği bir yana, yaşamayı sürdüren aştan-ekmekten el çekme anlamındadır. Haksızlığa son verilmedikçe, bu haksızlığın kurbanı olarak yaşamayı durdurma kararını duyurmadır.
Bütün bunlar bir yana, en çok, Nâzım Hikmet’e yapılan haksızlığı, kanunsuz olarak hapislik durumunun sürdürüldüğünü anlatmakta çok inandırıcı ve etkili olabildiğimizi anımsıyorum. Bir de Sabahattin Ali’nin öldürülmesini, faşist özentili düzende gizli polisin kanlı kıyıcılığını göstermekte başarılı olduk. O kadar ki, Pınarhisar’ı geçerek, sınırda, orman içi bir subaşın da dinlenirken, bir yandan cebinden çıkarıp açtığı kitapta bir Puşkin çevirisine dalmışken, kendisini güya sınıra ulaştıracak ve Bulgaristan’a geçmesini sağlıyacak olan Milli Emniyet ajani Ali Ertekin’in, arkadan kahpece yaklaşarak kalınca bir sopayı S. Ali’nin başına nasıl indirdiğini, nasıl gözlüğünün bir yana, Puşkin’in bir yana düştüğünü, sonra sopanın bir daha, bir daha inerek
Yeter! Anlatmayın artık
Bu, tıp fakültesi öğrencisi bir genç kızın çığlığıydı. Dayanamamış, bayılmıştı. Çabuk ayıltmışlardı. Ama krizden kolay kurtulamadığı için, alıp götürmüşlerdi.
Kendilerine Türkiye’yi ne kadar nesnel bir bakışla, ne kadar kanıtlı anlatırsak anlatalım. inandırıcı olamıyorduk. O memlekette patronla işçiye, ağayla köylü emekçiye, ırgata, marabaya hep çalışan denildiğini, ama çalışma nın sonuçlarının benimsenmesinde en çok kazananla en az kazanan arasında 22 bin misli ayrım olduğunu kafaları almıyordu. Biz ya yalan söylüyor, ya abartıyorduk, kasten kötülüyorduk ülkemizi. Hain miydik, neydik? Ensonu, yoksullar. işsizler mi çoktu Türkiye’de? Öyleyse tembeldiler. Bitliler mi çoktu? Cahildiler, pistiler. Sosyal adaletsizlikler mi ağır basıyordu? Eh, bu da göreceli bir kavramdı, altta kalanın elbette can çıkardı. Gözünü açmalıydın. Sen eşek olursan, herkes binerdi. Bindirmemekti hüner. Gemisini yürüten kaptan. Böyle gelmiş. böyle gider.. Siz geminizi yürütememişsiniz, sonra küsmüş, feleğe kahretmiş, sınır burasıdır deyip bas ederek buraya gelmişsiniz. Oldu mu ya! Yurtseverlik nerde kaldı? Orası vatan be bayrağımızın gölgesi
Öteki küçük yazılarda da, benim gibi solcu adamın, yıllar yılı öğretmenlik gibi kutsal bir meslekte, radyo gibi önemli bir kurumda yuvalanmasına göz yuman ilgililer yeriliyor, kökü dışarıda adamlığımın zaten yazılarımdan belli olduğuna parmak basılıyordu.

Bütün bunlar ne kadar yerici olursa olsun, düşman yerdiği için, gönenmesem bile alınmıyor, yüksünmüyordum. Düşmanın benim gibi adamı asıl övmesi tehlikeliydi. Ve asıl düşman tarafından övülen kişi, ünlü bir düşünürün dediği gibi, oturup da ne aptallık ettiğini düşünmeliydi. Demek ki, aptallık etmemiş tim. Böylece, her yergiyi, her sorguyu okudukça, içimin bunaltı karanlığına, bir çatlaktan sızarcasına, pencereden girercesine, bir işin oluğu vuruyor, soluğum birden genişliyordu.

Biz çıkarken, kolunda karanfil sepetiyle on yaşlarında bir kız giriyordu içeri.
Çiçekçi kız çokça esmer! dedim, Kara müslümanlardan mi?
Peki, çingene olsa ne gerekir? dediler.
Hiç. dedim. Yalnayak da. Bu millet burada da mı böyle diye geçti içimden.
Kerem halk öyküsünde bir aşık, biliyorsunuz. Öykünün sonunda ağzından alevler çıkarak yanar. Şiirin özü de, Türkçe okuyunca melodisine nasıl olsa tam varamıyacağınız için, özünü söylüyorum, kül olayım Kerem gibi yana yana diyor Nazım rahmetli. Ve soruyor: Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa? diyor.
Nâzım’da en çok sözüyle işinin uygunluğu hoşuma gidiyor.
Doğru bir saptama bu, paşam.
Yanabildi nitekim adam, ama sizde ortalığın ışıması epey uzadı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir