İçeriğe geç

İstanbuldan Sayfalar Kitap Alıntıları – İlber Ortaylı

İlber Ortaylı kitaplarından İstanbuldan Sayfalar kitap alıntıları sizlerle…

İstanbuldan Sayfalar Kitap Alıntıları

Şehrin biçimlenmesine, iktisadi hayatına, İstanbul’u hiç tanımayanlar, ondan hoşlanmayacak kadar bilgisiz olanlar ve hatta onu sevmeyenler hükmediyor.
Bizde tarih ve sanat sevgisi de henüz sohbet konusu olmaktan öteye pek geçemedi.
Kitabı; ekmek, su, gömlek, taşıt aracı derecesinde gerekli görmeyen, gazete bilgisiyle yetinen bir toplumda kütüphaneciliğin ve kütüphanelerin gelişmesi konusunda pek ümitli olamayız.
Bizim toplumumuzda dün ve bugün okumak olayına ve okuyana karşı her yerde görülmeyen teatral bir saygı gösterilir. Ancak okumanın verimli sonuçları olan farklı düşünce ve eleştiriye karşı ilgisizlik ya da giderek artan dozda bir düşmanlık vardır.
Eskinin Ramazanları mı, şimdikiler mi daha renkli; daha doğrusu renklilik ne, elli yıl sonra bugünün Ramazanları nasıl anlatılacak, yaşayan görür.
Bu şehirde 1950’lerden beri her açılan yol, her kurulan köprü, yığınla güzelliği, tarihî eseri de birlikte sürükleyip götüren bir imar afeti olmuştur.
Tarihin yakasına sarılıp hesap sormak ilkel bir düşünce tarzıdır. Aslolan tarihin şu âna uzanan örgüsüdür; tarih her ânımızın, hayatımızın içindedir.
Latinlerin ‘historia est magistra vitae’ tarih hayatın öğretmenidir deyişi, bir bakıma tarihten ibret almayı değil, belki daha çok zamanımızı tanımayı ve öğrenmeyi emreden bilgece bir ifadedir.
İstimlakler ve yapı giderlerini diline dolayıp dedikodu yapanlar çoktu. Bunlardan biri de Şehremini(Belediye Başkanı) Hüseyin Bey’di. Üstelik sadrazam Fuad Paşa’yı o yokken çekiştirip yüzüne karşı ise övgüler yağdıran biriydi: Taş döşenince yollar ve meydan ne güzel oldu, istimlakle de genişledi dediğinde Keçecizade Fuad Paşa Evet o yolları sizin attığınız taşlarla döşedik demiş.
Bir zamanlar Ayasofya ve Istanbul bütün insanlık için şehir uygarlığının başta gelen örneğiydi.
İstanbul hep su ve yiyecek sıkıntısı çeken, her zaman suçlulukla uğraşan bir dünya başkentiydi. Bu yüzden Büyük Konstantin’den bu yana on beş asırlık tarihinde bu sorunların üstesinden gelip yüz güldüren yönetici çok azdır. Ama idareimaslahat dahi büyük marifet isterdi. Metropolün özelliği, çok şikayet eden ama idareye asla katılmayan bir halktı, bu hiç değişmedi.
Nasıl Osmanlı tarihi üç kıtadaki halkların yazgılarıyla örülen bir duvara benzerse, Osmanlı mimarisi de bu tarihin zaman ve mekandaki birlikteliğinin bir yansımasıdır.
Frenklerin ekmeğinden ise, Türk’ün kılıcı daha iyidir sözü tarihi bir vakıadır.
Bu otel yapma merakı da yeni çıktı, İstanbul’da önlerine gelen yerde otel yapmaya özeniyorlar, adı da turizm hizmeti 1700 yıllık dünya başkenti, bağrındaki ana meydana kadar pervasızca yüklenen bu iş bitiricilere nasıl dayanacak bilinmez.
Ahşap bina, İstanbul’un ta Bizans’tan beri en tipik konutuydu. Konut yapımında bazı yasaklar vardı; sur diplerine, suyolu(kanalizasyon) üzerine ev yapılmazdı. Süflî(tek katlı) ve fevkâni(yüksek) yapıların nereye yapılacağı belliydi. Bazı yerlerde cumbaların ve sundurmaların taşırılması yasaktı.
Yaşarken yıkıp-yapan, yapıp-satanlar, ölümünde de aynı işi devam ettiriyor. Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını(!) temsil edecek.
Eski taşları kırıp kaldırıyorlar, apartman boyunda soğuk beyaz mermerden kabirler yaptırıyorlar. Bu yeni türeyen zevksiz ölüler evi, bu arsızca yerleşme
Büyük şehir İstanbul’un, Bursa’nın ve diğerlerinin mahallelerindeki irili ufaklı mezarlık alanları, yeşillikler, servilerle doludur. Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan kenti güzelleştirir.
Devamlı avda olan IV. Sultan Mehmed için yapılan dedikoduyu da kaydetmiştir: Âl-i Osman pâdişahı ol kadar asker ile Edirne’de, Sofya’da, Tuna, Belgrad’da ne işler? Çoktan ol yerlerde eğlenür, araba ile tavşan avlar. Bazı kimseler rivayet ederler ki, hünkârun vâlide ile gavgası vardur. Ol sebebten Stambol’a varmaz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Nüfus arttı, yapı pek çoğaldı. Acaba bu şeyler, bin yıllık dünya başkentinde kıyamet alameti mi, yoksa akıllıların seferber olmasını bildiren şeyler mi?
Mahalle zaten alkışlamada da aforoz etmede de ilk ve son merci. İnsanın hayatı orada geçer.
Toplananlar devlet idaresine dil uzatanları da dinlerdi. Devlet sohbeti denirdi böyle dedikodulara. IV. Murad’ın meyhane ve kahvehane kapatmasının nedeni bu; içkiyle dili çözülen, kafeinin parlattığı zekâyla cevher yumurtlayanların İstanbul ahalisini kışkırtması istenmezdi.
Hangi şehrin böyle bir silüeti var ki? İstanbul’un dışı cihanı yakar içi bizi. 50 senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz, gene de güzel
Bir pazar günü Balat, Ayvansaray üzerinden Edirnekapı’ya bir tur yaptığınızda; her dakika insanda Istanbul tutkusu yaratacak bir güzellik, bin yıla uzanan bir anı veya üzüntü verecek bir tahriple karşılaşmanız mümkün. Istanbul galiba böyle gezilerle daha çok sahiplenilecek bir şehir.
Beyoğlu bal gibi Şark’tı, her sınıftan Şark’a gelen Garplının misafir edildiği bir Şark şehriydi Beyoğlu’nun farklı yönü, hayatın her yönünün, her safhasının ve her gerçeğinin, kendini gizlemeden ortaya koyması ve örgütlenmesidir
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Meydan dediğinize etraftaki yollar açılır; oysa Beyazıt, etraftaki yollarla küs olan, etraftaki yollara bana gelmeyin diyen belki de tek meydandır.
İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihin mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre lâyık hemşehriler ve İstanbul’un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir.
Bâbıâlî’de çıraklık ücretsiz başlanan, amirlerin sert disiplin ve terbiyesiyle öğrenilen memurluk demekti, okul demekti.
Yerel bürokrasi usulüne uygun iş görmeyi öğrenemediği için; hala Başbakan’ın, bakanların, meclis başkanının odası önünde benzer kuyruklar oluşuyor.
Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını (!) temsil edecek..
Ölümü olağan bir tavır, çelebice bir estetikle karşılayan eski toplumun yerini; onu telaşla ve kapkaçla yemeye çalışan, pervasızca yıkıp yapan ham bir toplum aldı.
Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan kenti güzelleştirir. Eyüp’e, Karacaahmet’e, baktığımızda köşeli soğuk mezar taşları görülmez. Etraftaki otlarla, ağaçlarla bütünleşmiş binlerce taş dışarıdaki hayattan kopuk değildir.
Bayramda, Ramazan’da, kandilde, düğünde, sünnette, başa bir dert geldiğinde, dert kalktığında mezarlıkta yatan büyükler ziyaret edilir..
Ölüler Osmanlı kentinde dirilerle birlikte yaşamaya devam ederler.
Eski toplumumuzun insanı ölüm olayına, onu geciktirip kaçarak değil; sıcak bir dostlukla kucaklayıp yanına alarak direnir. İstanbul, Bursa, Edirne gibi Osmanlı kentlerinde bazen geniş alanlarda, bazen mahalle aralarındaki mescitlerin etrafında mezarlıklar yer alır. Akdeniz coğrafyasının ölümsüz, soylu ağacı servilerin ve eğrelti otlarının arasında her biri bir üslup harikası olan mezar taşları, dışarıdaki hayatla bir bütünlük içindedir.
Sultanahmet sadece görkemli bir alan değildir, bu dünyanın sıfırıncı noktasıdır. Bunu sadece Bizans devrinden kalan (ama nasıl ve ne hâlde) kilometre taşı değil meydandaki her şey, etraftaki binalar ve daha aşağıda onu kuşatan deniz de söylüyor.
İbrahim Paşa 16. yüzyılın Batı modasına dönük aydını sayılır. Budin’den getirdiği üçlü bir heykel grubunu meydana diktirmiş, sofuların gulgulesi üstüne şair Figânî’nin hicvi tüy dikmişti. Figânî onu putperestlikle itham eden beyti döktürdü. Öyle dedik ama beyit de galiba pek kendi yaratısı değildi; çünkü Firdevsî’nin Gazneli Mahmud’a yazdığı benzer bir hicviyeyi dilimize çevirmiş görünüyor: “ Bu cihana iki İbrahim geldi. Biri putşikest (putkıran), diğeri putperest (putatapan)” diyordu özetle. Aşırmacılık eski illet.
Kapalıçarşı esnafı eşi bulunmaz adamlardır. Her devirde kendilerine göre yollarını bulurlar. Gelene geçene asılırlar, hem de her dilde. Bir hafta çarşıya otuz Finli turist gelsin, ertesi hafta Fince pazarlık etmeyi öğrenirler. İğneden başlayıp deve yüküyle çıkmayan yoktur oradan, hiçbir zaman da olmadı.
19. Yüzyılda İstanbul’un Modernleşmesi
Konut bölgesi: Konut bölgesinde İstanbul yakasında büyük değişmeler görülmezken Beyoğlu tarafında hızlı bir değişme göze çarpmaktaydı. Her şeyden önce Beyoğlu konut bölgesinde mimari bakımdan bitişik düzen binalar, kârgir yapılar artıyor, etnik yönden karışma ve sosyal sınıflaşmaya göre bir mekânsal biçimlenme göze çarpıyordu. Konut alanı Beyoğlu’nda genişlemiş, o vakte kadar kentin çevre ve mezarlık bölgesini bile kapsamaya başlamıştı. Örneğin bugünkü Taksim gezisi önceleri Latin mezarlığı iken bu mezarlık Feriköy’e nakledildi ve bölge konut alanı içinde kaldı. Gene park vs. gibi kamusal eğlence alanları kuruluyordu (Tepebaşı Bahçesi). 20. yüzyıl başında apartman yaşamı bu bölgede tipik hâle gelecektir. Bu modernleşen yaşam ve yerleşme kalıpları; ulaşım, sağlık, itfaiye gibi belediye hizmetlerinin de Beyoğlu yakasında mükemmelleştirilmesini gerektirdi. Buna karşılık İstanbul yakasında bu konudaki değişmeler yavaş oluyor ve kârgir binalarla doluşan Beyoğlu, eski İstanbul’un ahşap yapılarına ve harap semtlerine tepeden bakıyordu.
Hangi şehrin böyle bir silüeti var ki? İstanbul’un dışı cihanı yakar, içi bizi. 50 senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz, gene de güzel.
Tramvaydan atlamanın da usûlü üslubu vardı.Bir-iki kapaklanma tehlikesi geçirerek öğrenirdi İstanbul gençleri bu işi.
Rivayete göre Sultan Hamid elektrikten çekinirmiş.Bu yüzden İstanbul elektrikli tramvaya,Selânik ve Beyrut’tan daha geç kavuştu.
İzmir’de tramvay hatları geçen yüzyılda İstanbul’dan önce kurulmuştu.
Tanzimat Dönemi’yle başlayan nüfus kaydı,nüfus kağıdı verme işlemi Çingenelere uygulanmıyordu.
Yakın gelecekte İstanbul’a metro yapılacak;o zaman hoyrat bir zihniyetin yeraltındaki zenginlikleri ezip geçeceğini,yerüstündeki şaheserlerin temellerini kaygı duymadan sarsıp yıkıma terk edeceğini görmek için falcı olmaya gerek yok.
Âdettir bizde,imar yolsuzluğuna önce kamu kurumları başlar,vatandaşların açıkgözleri de büyüklerimizi izler.
Türkiye’de balo reformu,yarı resmi ve samimice toplantılarla İkinci Meşrutiyet yıllarında başladı.
Âlî Paşa;Sultan Abdülaziz kendisini takkeli,gecelikli karşıladı diye huzurdan çıkıp gitmişti.
Kapıkulu askerine ulufe dağıtıldığı gün saraydaki görkemli,şatafatlı törene bütün elçiler,Osmanlı’nın haşmetini görsünler,anlasınlar diye çağırılırlardı.
1634 kışında Bursa’ya giderken yolların karını küretmedi diye İznik kadısını astırdı.
Görev başında ölen sadrazamların cenaze namazı protokol gereği Fatih Camii’nde kılınırdı.
İstanbul yangınları,nice yazmanın,el işinin,sanat eserinin eridiği bir fırındı.
Ölüler Osmanlı kentinde dirilerle birlikte yaşamaya devam ederler.Küçük mahalle mezarlığının yanı başında çocuklar her gün neşeli çığlıklarla oynar,ötede bir bakkal günlük alışverişle uğraşırken mescidin yanındaki mahalle mektebinden taşan çocukların sesi,mezarlığın köşesinde rastlaşan iki hatunun dedikodusuna karışır.
İstanbul Türkçesi;Türkçenin hası,imparatorluğun edebî ve resmî dili olarak kabul ediliyor.
II. Osman(Genç) sade giyindiği için ahali kızardı kendisine;Osman Çelebi diye hafife alırlardı.
İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihi mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre layık hemşehriler ve İstanbul’ un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir.
Rumelikavağı’ nda son zamanlarda içkili lokantaların önünü otomobil panayırına çevirdiler. Çevre kirlenmesini kimler yaratıyor? Sorumsuz sanayiciler, doğru. Görgüsüz ve düşüncesiz bürokratlar, o da doğru. Ama her şeyden önce küçük insanın kendisi. Bir kadeh rakısını denizi seyrederek yudumlamak dururken; ille de arabamı gözümün önünde isterim diyenlerin yüzünden, Boğaz’ın en sakin yeri otoparka döndü.
Roma’ da pretor kararıyla yok edilen kitabın bedeli, hazine tarafından kitapçıya ödenirdi. Biz ise kitaba saygıdan vazgeçtik, mülkiyet hakkı bile hiçe sayılarak kitap imha edilen bir toplum olmaktan ne zaman çıkacağız diye bekliyoruz.
Kitabı; ekmek, su, gömlek ve taşıt aracı derecesinde gerekli görmeyen, gazete bilgisiyle yetinen bir toplumda kütüphaneciliğin ve kütüphanelerin gelişmesi konusunda pek ümitli olamayız.
Okumayı seven bir toplum değiliz. Geçmişte de pek okuduğumuz söylenemez. Sözlü kültür düzeyinden, yazılı bilgi aktarımı düzeyine geç geçen bir toplumuz.
Eski esere saygı, refah ve eğitimle gelişir.
İstanbul ülkemizin ışığıdır.
-M.Kemal ATATÜRK
Balat az gezilen, az bilinen bir köşe ama bir pazar günü Ayvansaray üzerinden Edirnekapı’ da bir tur yaptığınızda; her dakika insanda İstanbul tutkusu yaratacak bir güzellik, bin yıla uzanan bir anı veya üzüntü verecek bir tahriple karşılaşmanız mümkün. İstanbul galiba böyle gezilerle daha çok sahiplenilecek bir şehir.
Mezarlıklar bu anlamda bir toplumun uygarlık düzeyini gösteren, rengini en yiyi anlatan yerlerdir. Bir toplumun insanları, ölümün unutturucu soğukluğuna karşı nasıl durabilecektir? Hiç değilse gömüldükleri bir iki metrekarelik alanda tüm yaratıcılıklarını yoğunlaştırıp isimlerini süsleyerek .
Eski İstanbul mahallelerini bugün gravürden seyredenler hoş bir atmosferin varlığından söz ederler. Oysa yaşanan hayat, bugünkü nostalji derecesinde kolay ve hoş olmamalıydı. Toplanamayan çöpler, yazın toz toprak, kışın çamur ve rüzgârlı havalarda bir kıvılcımla başlayıp bütün şehri telaşa veren ve gerçekten de mahalleleri süpürüp kül eden yangınların korkusu; İstanbul’u ilk elde kârgir yapılara ve giderek betonarmeye hem de çirkin bir betonlaşmaya itti. Mahallelerden gün ışığını, yeşili, nihayet komşuluk ve mahalle kültürünü de götürdü.
Bir güzelliğin çirkinleştirilmesi, er geç insanın vicdanını uyandırır, onları direnmeye davet eder. Bir binanın inşaatını durdurduk, ama etrafta küstahça yükseltilenler var.
Başka İstanbul yok; bu söz İstanbulluyu dehşete düşüren, derhâl harekete geçiren bir slogan olmalıydı aslında.
Bizim toplumumuz ezelden beri içkiyi sevmiş ve de pek gizlememiştir. Domuz haram, salyangoz Müslüman mahallesine girmeyecek bir nesne sayılmış ama domuz kadar haram (!) olan içkinin keyfinden vazgeçilmemiş. Yüksekçe bir vergiyle (hamr resmi) içkinin âlâsı satılmış, taşralarda da kaçak içki üretimi ustalık derecesine ulaşmış, hâlâ da öyledir. Osmanlı bürokratı içki üretimi ve satışından elde edilen gelirleri yüksek oranda vergilemiş ve hamr resmi demiş. Bu gelirleri hamr mukataası adı altında çoğunlukla güvenlik görevlilerinden birine ihaleye vermiş. Hazine’ye peşin akça, görevliye iyice bir gelir kalemi
Bizim toplumumuzda dün ve bugün okumak olayına ve okuyana karşı her yerde görülmeyen teatral bir saygı gösterilir. Ancak okumanın verimli sonuçları olan farklı düşünce ve eleştiriye karşı ya ilgisizlik ya da giderek artan dozda bir düşmanlık vardır.
Âdettir bizde, imar yolsuzluğuna önce kamu kurumları başlar, vatandaşların açıkgözleri de büyüklerimizi izler.
Beyoğlu’nda Avrupalı tüccar ve girişimcinin sevildiği söylenemez. Fransız rahipler kendilerinin ve diplomatların gereksinimi için bir galeta ve ekmek fırını kurmuşlar, Galata fırıncıları ise fırını basıp ticaretimizi engelliyor diye devlete şikâyet dilekçesi vermişlerdi. Tahmislerdeki kahve dövücüsünden tutun her daldaki esnaf ve Osmanlı tüccarı, Avrupalı tüccardan devamlı şikâyet ediyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir