İçeriğe geç

İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi Kitap Alıntıları – Ziya Kazıcı

Ziya Kazıcı kitaplarından İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi Kitap Alıntıları

Osmanlı’da, muhtarlık teşkilatı kuruluncaya (1829) kadar mahalle yöneticisi olan imamlar, mahallenin gören gözü, işiten kulağı idiler.
Mahalle halkı tarafından biriktirilip imama teslim edilen ve “avarız akçesi” denilen bir nevi yardımlaşma sandığı vardı ki, burada biriktirilen para ile mahalledeki hasta ve fakirlere yardım edilirdi.
Gazete, radyo, televizyon vs. gibi neşir araçlarının bulunmadığı bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarını imam ile cami vasıtasıyla halka bildiriyordu. Bu sayede devlet, memleketin her yerine aynı zamanda (yatsı namazı vakti) istediği emri ulaştırabiliyordu. Çünkü mahallede, ergenlik çağına gelmiş bulunan bütün erkeklerin yatsı namazı vaktinde camide toplanacaklarını bilirdi.
İnsan fıtratında mevcut olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dini emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslam ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyon icra etmesinin sebebini burada (dini his) aramak lazımdır.
“Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz cennete giremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir.” Âl-i İmran, 92
Sırf Allah yolunda hizmet etmek, mal ve mülkünü onun istediği şekilde sarf etmek batılı adamın hafsalasının pek kolay kolay alamayacağı bir harekettir. Bu yüzden, onlar, böyle hayırlı bir işin altında da bir menfaatin yaptığını düşünürler.
Müslüman toplumların, ekonomik ve sosyal yapısının teşekkülünde harç vazifesi gören bu teşkilatın son zamanlardaki durumlarına bakıp bunların hep böyle olduğunu zannetmek, büyük bir haksızlık olur.
Psikolojik, pedagojik ve tıbbi meselelere varıncaya kadar geniş bir hizmet sahası olan tekke, o devrin mektebidir, hastanesidir, spor yurdudur, moral kaynağıdır, dinlenme kampıdır, beldenin güzel sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocağıdır. Velhasıl tekke, insanların hayrına olan her şeydir.
Tekke ve zaviyelerin, Osmanlı fütuhatını kolaylaştırmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu biliyoruz.
Toplumu, daha sağlıklı yetiştirmek, onu kültürel yönde geliştirmek ve fertleri arasında ahenkli bir hayat sağlamak için, öğrenci, fakir ve kimsesizlere yardımda bulunmak gerektiğini bilen İslam alemi, bu maksatla bir çok hayır tesisi kurmuştur.
İmaretlerden istifade eden ve örneğine başka yerde rastlanmayan bir sınıf daha vardır. Bu, kuşlar sınıfı idi. Gerçi özel olarak hayvanlar için pek çok vakfın kurulduğunu biliyoruz.
Asırlar boyunca, vakıfların medeniyet tarihimizde kazandırmış olduğu, devrinin mimari özelliği ve sosyal seviyesini gösteren muhteşem abideler arasında, kervansarayların özel bir yeri bulunmaktadır. Uzaktan bakılınca bir kaleyi andıran ve Anadolu’yu abideler ülkesi haline getiren bu kervansaraylar, İslam dünyasında daha önce kurulan Ribat’ların bir devamıdır.
İslam tarihinde tıpla ilgilenmeyi Hz. Peygamber devrine kadar götürmek mümkünse de, tam teşkilatlı ilk hastahanenin h. 88 (m. 707) tarihinde Şam’da Emevi Halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir.
İslam, insan sağlığına önem veren, insanın hastalanmaması için gereken tedbirlere başvurmasını ve hastalandığını zaman da tedavi edilmesini emreden bir dindir.
Cami, medrese, mektep, kütüphane, imaret, darüşşifa, muvakkithane, kervansaray vs. gibi müesseseleri bünyesinde toplayan külliyenin bir de hamamı bulunurdu. Böylece, sıhhat, eğitim, ibata, ibadet, dinlenme ve temizlik gibi, insanın maddi manevi tüm ihtiyaçlarını gidermeye yönelik faaliyetler için kurulan külliyenin, hamamsız olması düşünülemezdi.
İstanbul’da Osmanlılar eliyle yapılan ilk hamam, Fatih sultan Mehmed’in inşa ettirdiği Irgat Hamamı’dır. Bu hamam, cami inşa edilmeden önce inşa edildi. Çünkü camide çalışacak olan ırgatlar, önce hamamda gusletmeliydiler.
Arastalar, aynı cinsten eşyanın satıldığı dükkanların bulunduğu yerlerdir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
1874 yılında İstanbul’u ziyaret etmiş olan İtalyan Yazar Edmondo de Amicis, Padişah III. Ahmed’in yaptırdığı çeşme hakkında şu sözleri söylemiştir; “Bu çeşme, Türk sanatının en orjinal ve en kıymetli abidelerinden biridir. Bu bir abide değil, zarif bir sultanın bir aşk anında İstanbul’un alnına taktığı mermerden bir zinettir.”
Endülüs Emevi hükümdarlarından el-Hakem, siyasi faaliyetlerinin parlaklığı yanında, kendisi bir ilim adamıydı. İlmi koruyan bir kimse olarak o, ilim adamlarını cömertçe nimetlere gark etmiş ve sadece başşehirde (Kurtuba) öğrencilere ücretsiz eğitim yapan yirmiyedi okul açmıştır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Endülüs medreseleri, İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesine sebep olmuş, hatta bu medeniyetin Avrupa’ya geçiş yollarından biri haline gelmişlerdir. Yetiştirdikleri âlimlerin eserleri, yüzyıllarca Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuşlardır.
Nizamülmülk’e nispet edilen şey, hiç durmadan aralıksız devam eden öğretim faaliyetidir. Memleketin her köşesinde müslümanların eğitim ve öğretimini sağlamak için konulan nizamdır. Ve nihayet bütün köy, kasaba ve şehirlere yayılan medreseler manzumesidir. Bu vadide hiç kimse Nizamülmülk’e komşuluk iddiasında dahi bulunamaz.
“Dâru’t-Tıb”, İslam dünyasında tıp tedrisi ve tedavinin birlikte yürütüldüğü müesseseler, “Dâru’t-Tıb”, “Dâru’ş-Şifâ”, “Dâru’s-Sıhha”, “Daru’l-Merza”, “Daru’l-Afiye”, “Mâristan” ve “Bimaristan” gibi isimlerle anılmaktadır.
“Dâru’l-Hadîs”, Hazreti Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinden (tasvipleri) ibaret olan hadis tedris ve tetkiklerinin yapıldığı yer demektir.
“Dâru’l-Kurrâ”, Kur’an-ı Kerim’in öğretildiği, bir bölümü veya tamamının ezberletildiği ve kıraat vecihlerinin talim ettirildiği mektepler için kullanılmıştır. Anadolu Selçukluları ile Karamanoğulları dönemlerinde bu müesseseler “Dâru’l-Huffâz”adını almıştır.
Osmanlılar’da Tekkeler, edebiyat, tarih ve musiki ocakları idi. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşarlar, nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkarlar, tesellikar söz ve tarihi menkıbelerle yeniden canlanırlardı. Hasılı tekkeler, ye’s ve mahrumiyet ile canına kıyacak insanların, yeniden tamir gördüğü yerlerdi.
Osmanlı medrese teşkilatında “hariç” ve “dahil” derslerini gören talebe “Sahn-ı Seman” veya “Süleymaniye” seviyelerindeki tedristen sonra mezun olup icazet alırdı. Bu, onun “müderrislik” yapabileceğini gösteren bir diplomadır.
Başlangıçta tasavvufi bir mahiyet taşıyan Fütüvvet, XII. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadi ve siyasi yapılanmaya dönüşen bir müessese haline gelmişti.
Fütüvvet, cömertlik ve asalet gibi faziletleri kabul eden ve bunu uygulayan gençlerin teşkil ettiği birlikler olarak oluşmuştu.
Fütüvvet, gençlik, kahramanlık, cömertlik, yiğitlik, mertlik ve diğergamlık gibi anlamlara gelip “mürüvvet” kelimesi ile müteradif olarak kullanılan bir kelimedir.
Fütüvvetname, fütüvveti konu alan veya fütüvvetin âdab ve erkânı hakkında bilgi veren eserlerin ortak adıdır.
Özellikle birinci Alaeddin Keykubat’ın büyük destek ve yardımlarını gören Ahi Evran, bir taraftan İslami düşünceye ve Fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zaviyelerdeki şeyh-mürid ilişkilerine benzer bir sistemi geliştirmek suretiyle, işyerlerine usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadi hayatı düzenleyen Ahiliğin Anadolu’da kurulup gelişmesinde büyük rol oynamıştı.
O asırların dünyasında, esnaf ve dükkan sayıları ile iş aletleri ve tezgahlar sınırlandırıldığı gibi, ihtiyaca göre mal üretimi de esastı.
Fütüvvetnamelere göre ahilik teşkilatına mensup olanlar üç sınıftır. Bunlar: Yiğitlik, ahilik ve şeyhliktir.
Fütüvvetnamelere göre, teşkilat mensuplarında bulunması gereken vasıflar, vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etme, affedici olma ve tevbe idi. İçki kullanma, zina, yalan, gıybet ve hile gibi davranışlar ise meslekten atılmaya gerektiren sebeplerdi.
Ahi Evran-ı Veli’nin bu teşkilata girenlere verdiği öğütlere baktığımız zaman, bunların İslam’ın ruhuna uygun oldukları, onun sözlerinin Türkçeleşmiş birer hadisten başka bir şey olmadıkları görülür.
“Ey güzel görüşlü, sirke bile balla düşüp kalkarsa baş ağrısına ilaç olur.”
Sohbetten daha iyi hiçbir şey yoktur. Safa ehli ile sohbet, aziz bir iştir.
Nâsırî Fütüvvetnamesinde: “… İnsanoğlu terbiye edilmezse hiç kimse onu öküzden, eşekten fark edemez.” denilerek terbiye ve eğitimin önemine işaret edilmektedir.
Ahilik teşkilatına giren genç, hayatının her safasında ahlak eğitimi alıyordu.
“Tanrı’nın yolunu hatırla, dinini gözet, çekinme yolunu sıkı tut, ahiret işlerine hazırlan, insanların ayıplarını ört, kötü huyunu gider, insafı ver ahiret yurdunu al.”
“Nereye varırsın izzetle var, nerede oturursan edeple otur, bir söz söylersen hikmetle söyle, söylemezsen dinle, kalktın mı hizmetle kalk.”
İslami anlayışa göre “amelsiz ilme değer verilmez”. Bilginin olgunluk ve kemal derecesi, hareketlerle kendini ortaya koyar.
Sıradan bir insan İstanbul’dan kalkıp, Merakeş’e, Mezapotamya’ya, Kahire’ye, Mekke’ye, Şam’a, Bakü‘ye, Tahran’a, Şiraz’a, Kabil’e, Lahor‘a, Kalküta’ya, Semerkant’a gitse bu beldelerin hiç birisinde kendini tamamıyla yabancı hissetmez.
Ekin (ziraat) ve onun vasıtası ile elde edilen maddeler, insanların yaşamalarını sağlayan hayati gıdalar olduğu gibi kültür kavramına giren unsurlarda da bu şekilde hayatî önemi haiz unsurlar bulunmaktadır.
Gökalp’e göre: Kültür (hars), bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, entelektüel, bediî (estetik), lisanî, iktisadî, fennî (teknik) hayatlarının ahenkli mecmuasıdır.
Kültür millî, medeniyet ise beynelmileldir.
Çeşitli toplumları kültür bakımından ayırt eden şey, onların kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade, bu alet ve bu vasıtaların gerisindeki zihniyet ve manevi kıymetler bütünüdür.
Medeniyetler, birbirlerinden istifade ederler. Bu istifade, farklı şartlara bağlı olduğu gibi, şekilleri de farklı olmaktadır. Doğuşu ve gelişmesi esnasında İslam, Bizans, İran, Hint, Mısır ve Çin medeniyetleri ile karşılaştı. İslam, bu medeniyetlerin insanların faydasına olan ve nasslarla çatışmayan unsurlarını alıp geliştirmekte bir sakınca görmedi. Zira İslam’da “cahiliye döneminin faziletleri ile amel etme” prensibi kabul edilmiştir. Cahiliye dönemi de olsa, eğer bir şey faziletli ve hayırlı ise o şey alınıp kullanılabilir.
İslam öncesi Türk medeniyet tarihi bakımından korgan, ölen kimsenin bırakıldığı mezar odasıdır. Toprak altı kesiminde ağaç veya taştan yapılmış bir veya birkaç odacıktan meydana gelmiştir. Toprak üstünde ise ya yanyana halka dizisinde dikilmiş iri taşlar veya toprak yığını olarak yapılmış bir tepecik vardır. Mezar odacığı içinde bir veya birkaç ceset, onlar için konmuş çeşitli alet ve eşya ile kurban edilmiş hayvanlar (en çok at) bulunur.
Seyahat, suyun yeryüzünde sürekli akması anlamına gelen syh kökünden türeyen bir kelimedir.
Osmanlı döneminde tıp mesleği ile iştigal eden kimselerin, her türlü vergiden muaf tutulduklarını görüyoruz.
Müslüman Türkler, fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din buna müsaade etmez
eğer bundan sonra gelen halifeler, vezirler, ulema, ehl-i örften vesâir Ümmet-i Muhammed’den akça içün veya hatır içün neshine murad ederlerse Allah’ın ve Hz. Resûl’ün hışmına uğrasın.
Müslüman adaletten ayrılmayacaktır. Savaşta tahribattan kaçınılacaktır. Fiilen savaşa iştirak etmeyen (kadın, çocuk, yaşlı ve din adamı gibi) kimselere dokunulmayacaktır. Savaşta, insanlık haysiyet ve şerefine yakışmayan hareketlerden uzak durulacaktır. Esirlere iyi muamele edilecektir.
Endonezya ve Malezya gibi birçok bölgeye İslam’ın savaşla değil ticaret yolu ile girdiği görülür.
İslâm, Müslümanların fethettiği topraklarda yaşayan hiçbir kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez.
Adalet, sadece içtimaî bir olgu değil, aynı zamanda ferdî bir gerekliliktir.
Zulmün sadece zâlim ve mazlum arasında bir ilişki olmadığı, üçüncü şahısların da sükût veya tavırlarıyla zulme ortak veya sorumlu olabileceklerinin hatırlatılması, adalet ilkesi etrafında sosyal dayanışmayı destekleyici bir yaklaşımdır.
Yanına iki hasım geldiği zaman onların ikisini de dinlemeden hüküm verme
Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin
İslam medeniyetinin Batıya ikinci tesir kapısı Sicilya idi.

X. yüzyılda Sicilya’da, Norman hakimiyeti İslami bir karakter taşıyordu.

711 yılında İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethinden sonra, (İspanya) 755 tarihine kadar Suriye’deki halifelik merkezi tarafından idare edildi.
İslam medeniyeti Avrupa’ya İspanya yoluyla ilk defa adımını attı.
Bilgimize göre Arapça’dan Latince’ye yapılan tercümeler X. yüzyıldan itibaren Katalonya’da gerçekleştirilmişti ve XII. yüzyılın ilk yarısı esnasında Barcelona o dönemdeki ilk tercüme merkezi olmuştu.
Doğuşu ve gelişmesi esnasında İslam; Bizans, İran, Hind, Mısır ve Çin medeniyetleri ile karşılaştı.
Kur’ân, ilk âyeti ile eğitim ve öğretimi emreden bir dinin kitabıdır.

namaz kılmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, başını yerden kaldırıp gökleri araştırmak ve ay ile güneşin hareketlerini takip etmek zorundadır. Böylece basit bir şekilde de olsa bir astronomi bilgisine; zekat vermek isteyen bir başkası matematik bilgisine; Hacca gitmek veya namaz için kıble yönünü tayin etmek isteyen bir diğeri de en azından coğrafya bilgisine sahip olmak zaruretini duyar.

Ortaçağın en meşhur doktoru Avicenna’nın gerçek adı İbni Sînâ idi. Kendisine doktorların şahı ismi verilmişti.

En büyük eseri olan el-Kanun , Tıbbın Kanunları altı asır boyunca Avrupa’nın bütün tıp fakültelerinde okutuldu.

Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının, zihinlerde tablosunu çizdikleri İslam’ın tamamen iftira mahsulü olduğu çoktandır bilinmektedir.
Medeniyet kültürden doğar.
Bir millet medeniyetini değiştirebilir, fakat harsını (kültürünü) değiştiremez.
Türk Medeniyet devrelerinin ilki olan Yış Medeniyet devresi, adını doğduğu coğrafya ortamından almaktadır. Yış, sık ormanlarla kaplı dağlık yörelere verilen eski bir Türk coğrafya deyimidir.
Arapça şehir demek olan medine kelimesinden türeyen medeniyet , Batı dillerindeki civilisation a karşılık olmak üzere dilimizde XIX. yüzyıldan itibaren kullanılmaktadır.
Batılı milletler kendi medeniyetlerine ait konuları bütün teferruatıyla araştırıp kaleme aldıkları halde İslam dünyası kendi medeniyetini en basit şekliyle de olsa henüz tam anlamı ile ve gerektiği şekilde tespit edebilmiş değildir.
Şayet tarih, toplum için ibret vesilesi olmuyorsa kuru bir bilgiden ibaret kalır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir