İçeriğe geç

Bilgi Felsefesi Kitap Alıntıları – A. Kadir Çüçen

A. Kadir Çüçen kitaplarından Bilgi Felsefesi kitap alıntıları sizlerle…

Bilgi Felsefesi Kitap Alıntıları

Modernitenin getirdiği bilim kavramını temele alan post-modern anlayış, öncelikle Modernitenin bilim kavramını eleştirmekle işe başlar.Doğru bilginin tek gerçek kaynağı bilim midir? ve Bilim her şeyi açıklayabilir mi? diye soran Roger Trigg, modern bilimin akılcılık üzerine temellendiğini öne sürer. Trigg, modernitenin bilim, doğru, akıl ve yöntem anlayışlarını bir kez daha irdeleyerek, bu kavramların bilgi için yeterli olup olmadığını sorgular. Trigg’e göre, modern bilim, insan aklını tek şekle sokmaktadır. Sınırlanmış insan aklı, her şeye, nesnel doğruluğu içeren bir bilim anlayışı ile bakmaktadır. Monist bir yaklaşımla hakikatin peşinde koşmanın, insanın inançlarını ve yeni bilgi olanaklarını körelttiğini ileri süren düşünür, modern bilimi tek bir yöntem, önermesi ve akılcı tutumu bakımından eleştirir. Monist, akılcı, realist ve tek yöntemci olan modern bilim, hakikati ve doğru bilgiyi de tekleştirmektedir. Buna karşılık, post-modern anlayışın tümü, bilgiyi ve gerçekliği teklikle değil, çoklukla;akılla değil, diğer olanaklarla ve tek yöntemle değil, birçok yöntemle açıklamayı kendilerine hedef seçmiştir. Çağımız, çoğulcu görüşe paralel olarak, göreceliği de benimsemiştir. Tek gerçek ve doğru yoktur. Sonuçta, bilginin kaynağı konusunda post-modern anlayış, çoğulcu kaynak ve yöntem anlayışı ile inanç kaynağını tamamen yadsımamıştır.
Heidegger’e göre, doğru yargıda, önermede, tümcede bulunamaz.
Bunlardan daha önsel bir yapıya sahiptir. Doğruluğun özü özgürlüktür.
Çünkü özgürlük doğruluğun temelidir; çünkü özgürlük kendini varlığın-olmasını-sağlama olarak ortaya çıkarır. Başka bir deyişle, özgürlük her durumda varlıkları ne tür varlık olduğu biçiminde varlık yapar. Bu anlamıyla, varlık-ol- masını sağlama, özgürlük, Yunan düşüncesinde aletheia; yani açıklıktır. Varlık-olma olarak varlık, kendini varlık olarak ortaya çıkarır, yani varlık var-oluştur. Özgürlük insana ait olarak değil, onun var-oluşu olarak onu tarihsel varlık yapar. Bu anlamıyla doğruluk, doğru önermelerin bir karakteri değil, fakat varlığın varlık olarak açıklığa çıkmasıyla olanaklıdır.
Bunalım dönemi içinde genç bir insanı çıkar ve yeni bir bakış açısı; yani paradigma öne sürer. Önceleri büyük bir tepki alan genç bilim insanı, sonraları taraftar bulmaya başlar. Böylece genç bilim insanının yeni paradigmasının etrafında yavaş yavaş yeni bilim insanları bir bilim topluluğu kurmaya başlar. Böylece iki bilim topluluğu karşı karşıya gelmiş olur. Öncelikle yeni paradigma, eski paradigmayı kabul eden bilim topluluğu tarafından büyük bir tepki ile karşılanır. Eski topluluğun yaşlı üyeleri genç bilim insanının önerdiği yeni paradigma karşısında büyük bir karşı koyuş yapmalarına rağmen, eski paradigmayı kabul edenler arasından bazı genç bilim insanları topluluktan ayrılarak, yeni paradigma etrafında toplanırlar. Ne zaman yeni paradigma eski paradigmadan daha çok bilim topluluğuna sahip olursa, devrim gerçekleşir. Devrimin gerçekleşmesi ve eski paradigmanın yaşlı üyelerinin ölmesiyle yeniden olağan bilim dönemine girilir. Bulmaca çözme işlemi devam eder.
Olguların mantıksal resmi düşüncedir.
-Wittgenstein
Wittgenstein’a göre, dünya, var olan şey durumlarının (olguların) toplamıdır. Şey durumlarını resim kuramıyla açıklayarak, gerçekliğin yapısını mantıksal yapıya özdeşleştirmiştir. Doğru önermenin, doğru resmedilmiş şey durumu olduğunu ileri sürer. Cümle, resim ve şey durumu arasındaki ilişkiyi çok iyi anlayan Wittgenstein, gerçekliği zihnimizde canlandırdığımız olarak yorumlar. Gerçeklik ve düşünce benzeşiminin dille ifade edildiğini belirterek anlamlı cümleler üzerinde durur.
Tümel kuşkuculuk mantıksal olarak çürütülemezse de pratik bakımdan verimsizdir.
Russell
Fiziksel nesne, onu gözlemleyen öznenin gerçek deneyselliğiyle ortaya çıkan bir kurgudur. Fenomenolojik bir anlayışla özne, duyu deneyleriyle ancak kendisine verileni algılar ve bilir.
Bir nesne olarak önermenin doğru veya yanlış diye inandığımız inançlardan geldiği görüşünü sonradan terk eden Moore, yanlış inancı açıklamaya çalışır. Yanlış inancın, öne sürülen bir kuramda önerme bile olmadığını düşünür; çünkü eğer bir şey varsa, yanlış inançla örtüşecek bir şeyin de olması gerekir. O şeyin varlığı sonucu inanç yanlış değil, doğru olur. Bu nedenle, inanç zihnimiz ve nesne arasındaki ilişkide ortaya çıkamaz. Önermeler kuramını reddetmesi onun realizminin temelindeki savlardan kaynaklanmaktadır. Moore, zihinden bağımsız olarak var olan gerçekliğin bilineceğinden vazgeçmeden, ne zaman nesnel biçimde var olan önermenin varlığını içeren bir yanlış inanç olsa bile, yine de kavramsal olarak gerçeklikle örtüşecek bir doğrunun olduğu inancından vazgeçmemeliyiz, demektedir.
Bradley’in idealizmini eleştiren Moore’e göre, idealizm bilinç ve bilincin nesnesi ayırımını göremedi. Zihinsel etkinlik formu ile nesnesi arasındaki ayırımının üzerinde ısrarla durarak, önermelerin inançlarımızın bir nesnesi olduğunu ileri sürdü. Algı ile algılananın aynı şey olmadığını göstererek, idealizmi çürütmeyi amaçlar. Çünkü algıdaki eylemin kendisi ile eylemin nesnesi iki farklı durumdur; bir şeyi algılamak, onun nesnesinin var olduğunu ya da algının nesnesine özdeş olduğunu söylemeyi gerektirmez.
Bergson bilimsel bilgiyi reddetmez, fakat onu tek bilgi türü olarak hatta gerçekliğin tek bilgisi olarak hiçbir zaman kabul etmez. Gerçekliğin tek doğru ve aracız bilgisi, dille ifade edilemeyen fakat hissedilen sezgi bilgisidir. Böylece Bergson, rasyonel bilimsel bilgi karşısına, kavramsal ve dilsel olmayan sezgiyi koyar. Çünkü sezgi, gerçekliği bir temsil veya bir yapı içinde değil de, olduğu gibi kendisini direkt olarak verir. Sonuçta o, iki tür bilginin olanağını kabul eder: Birinci bilgi nesneleri kavramsal, soyut ve akılsal olarak veren analizci bilimsel bilgidir. Bu tür bilgi nesnelerin özünü değil, onların görünüşlerini verir. İkinci tür bilgi nesnelerin özünü direkt ve aracısız veren sezgidir.
Kant Saf Aklın Eleştirisi’ nin Transendental Analitik dediği bölümünde anlamanın kategorilerini inceler. İki tür argümanla kategorilerin ne tür kavramlar olduğunu belirlemeye çalışır. Birinci argüman metafıziksel düşünme ile geleneksel felsefenin daha doğrusu klâsik mantığın kategorilerini inceleyerek, anlamanın kategorilerini belirlemeye çalışır.
Kategorilerin metafıziksel; yani mantıksal düşünmeye göre belirlenişi:
ı. Niceliğe göre: Tümel, tikel, tekil;
2. Niteliğe göre: Evetleyici, değilleyici, sonsuz olan;
3. İlişkiye göre: Kesin, koşullu, ayırıcı;
4. Kipliğe göre: Sorunlu, onaylayıcı, zorunluluklu
Zihnin bütün öbür algılarında da benzer bir ayrım gözleyebiliriz.Tepesi atmış bir kimse ile öfkeyi sadece düşünen bir kimse çok farklı şekillerde etkilenirler. Bana birisinin sevdalı olduğunu söylerseniz, ne kastettiğini kolayca anlarım ve o kimsenin durumunu hakkında doğru bir fikir edinirim: ama bu fikri, hiçbir zaman bir tutkunun gerçek karışıklıkları ve heyecanları ile bir tutamam.Geçmiş duygu ve heyecanlarımız özerinde düşündüğümüz zaman, düşüncemiz sadık bir aynadır ve objelerini gerçeğe uygun biçimde kopya eder, fakat kullandığı renkler ilk algılarımızın renkleri ile karşılaştırılınca, silik ve sönük kalır. Aralarındaki farkı görmek için ince bir seçme gücü ya da metafizik bir kafa gerekmez.
İzlenimlerimiz kesin bir tutarlılık ve düzen içindedir. İmgelerimiz inanç ve alışkanlıkla izlenimlere yönelerek gerçekte bir nesnenin sahip olduğu özelliklerden daha çoğunu onlara yükler. Böylece biz kalıcı nesnelerden oluşmuş bir dünyaya inanırız. Akıl, felsefî bir tavırla sağduyunun kabul ettiği inancı eleştirir. Bu farklılık her zaman olacaktır. Hume’un da kabul ettiği gibi dış dünyanın bilgisi ve varlığı felsefî bir yolla verilemez;verilirse Kant’ın dediği gibi bu felsefenin skandali olur.
Her basit ide bir izlenimle örtüşmelidir. ilkesi hem akılcılığa karşı çıkmak için hem de anlama yetisinin resmini çizmek için gereklidir.
İzlenimler ve ideler daha yüksek ve canlı izlenimler tarafından bölünebilirken, fizik nesneleri veya akıl tarafından bölünemezler; çünkü fizik nesnelerinin bilgisi de yalnızca izlenimlerden gelmektedir.
İdelerin doğası: Hume keskin bir ayırımla ideleri ikiye ayırmıştır: 1.
Duyu algılarına izlenim derken, 2. İmgeleme ve bellek algısına ideler demiştir. İzlenim ve ideler, zihnimizin temel bilgi kaynaklarıdır. Hume, ide terimini orijinal anlamında kullanarak, her basit idenin bir izlenim sonucu oluştuğunu söyler. Örneğin kırmızı izlenim sonucu kırmızı idesi elde edilir.İzlenimler, basit idelerle temsil edilir ya da onlarla benzeşim gösterir.
Karmaşık idelerde basit idelerin birleşmesi sonucu oluşur.
Tanrı ve ruha yaptığı referansları bir kenara bıraktığımızda, Berkeley’in katı bir deneyci (empirist) olduğunu görmekteyiz. Bilgi için gerekli tüm materyallerin duyumlardan gelmesinin yanı sıra bilginin kendiliği bile duyu algısı üzerine temellenmiştir. Locke bu anlamda; tam bir deneyci değildir; çünkü o, çok katı anlamda bilgiyi, sezgi ve kanıtlama üzerinde temellendirdiği için duyu algıları üzerinde kuşkucu bir tavır takınarak, kuşkuculuğu bilgi kuramında olanaklı yapmıştır. Berkeley’e göre, akıl yürütme ile elde edilen bilgi bile, duyu algısının bilgisiyle temellenmelidir.Locke’un öne sürdüğü temsil kuramını kuşkuculuğa karşı açtığı savaş nedeniyle reddeder. Çünkü, Berkeley’e göre, tüm algı ideleri doğrudandır; bunların bir şeyi temsil etmesine gerek yoktur. Hume, bu görüşe karşı çıkarak bazı idelerimizin imgelemeden geldiğini söylemektedir.
Bilgi iki ide arasındaki uyuşmanın ya da uyuşmamanın algılanmasıdır. Böylece, benim görüşüme göre;bilgi, iki ide arasındaki bağıntı ve uyuşmanın ya da uyuşmamanın ve karşıtlığın algılanmasıdır. Bu algının bulunduğu yerde bilgi de vardır, bulunmadığı yerde, imgeleyerek, varsayarak, inanacak bir şeyler bulsak da bilgi bulamayız. Akın kara olmadığını biliyorsak, bu iki idenin uyuşmadığını algılamaktan başka ne yapmış oluruz; bir üçgenin üç açısının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu, tanıtlamanın bütün güvenine dayanarak bildiğimiz zaman, iki dik açıya eşitliğin bir üçgenin iç açısıyla zorunlu olarak uyuştuğunu ve ondan ayrılmaz olduğunu algılamaktan öte ne yapmış oluruz?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bilgiyi oluşturan bu unsurları dörtlü bir sınıflamayla açıklar: 1. Özdeşlik veya başkalık 2.Bağıntı 3. Birlikte var olma veya zorunlu bağıntı 4. Gerçek var olma.
Özdeşlik veya başkalık bir idenin ne olduğunu tanımlamaya yarar.
Bir idenin ne olduğu hem kendisiyle özdeş olan tanımı hem de başkalarından farklı yanlarını ortaya çıkartır. Örneğin bir masanın ne olduğu ancak başka varlıklardan ayırarak, kendine özdeş yapılarak tanımlanabilir. Özdeşlik ve başkalığın belirlenmesiyle oluşan bilgi, bir şey ne ise o olan bilgiyi verir.
İkinci bilgi çeşidi olan bağıntı, iki ide arasında nasıl bir ilişki olduğunu veya olmadığını ortaya koyar. Örneğin bir üçgen idesi ile düzlem idesi arasında bir bağıntı varken, elma idesi ile düzlem idesi arasında bir bağıntı yoktur.
Gerçekten ruhumuz herhangi bir doğayı ya da biçimi düşünmek olasılığı çıktığı zaman onun sunumunu ortaya koymak niteliğine sahiptir.
Sanırım ruhumuzun bu niteliği, bir doğayı, bir biçimi ya da bir özü açıkladığı ölçüde, bir şeyi düşünelim ya da düşünmeyelim, o şeyin bizde bulunan tam fikridir. Çünkü ruhumuz Tanrı’yı ve evreni, tüm varlıkları olduğu kadar tüm özleri açıklar.
Bu benim ilkelerimle uyuşuyor, çünkü, elbette, zihnimize dışarıdan hiçbir şey gelmez; ruhumuz dışarıdan bazı haberleri içeri alıyormuş,ruhumuzun kapıları, pencereleri varmış gibi düşünmemiz kötü bir alışkanlıktır. Biz ruhumuzda tüm bu biçimlere sahibiz; çünkü zihin her zaman tüm gelecek düşünceleri açıklar ve seçik olarak düşüneceği ne varsa hepsini bulmak bir biçimde şimdiden düşünür. Fikri zihnimizde önceden bulunmayan hiçbir şey bize öğretilemez, bu düşüncenin oluşma biçimi gibidir bu fikir de.
Platon anımsama sını öne sürmekle çok doğru bir tutum almıştır, anımsama sı çok sağlamdır, yeter ki iyi ele alınsın, öncesellik yanılgısından arındırılan, ruh şu sıra öğrenip düşündüğü şeyi daha önceleri de seçik biçimde bilip düşünmüştür diye düş kurulmasın. Platon görüşünü pek güzel bir deneyle pekiştirir Bu da şunu gösteriyor, ruhumuz her şeyi gücül olarak bilir, doğruları tanımak için yalnızca iyi bakması gerekir, dolayısıyla ruhumuz hiç değilse kendi fikirlerine, bu doğruların bağlı bulunduğu kendi fikrine sahiptir. Ayrıca bu doğrular, fikirler arasındaki ilişkiler olarak alınırsa ruh bu doğrulara önceden sahiptir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Leibniz’e göre, tüm doğru önermeler, bir tözün özünün bir kısmını veren doğru ve analitik önermelerdir; biz (insanlar) bir tözün özünün yapısını tamamen bilemeyiz; ancak Tanrı tözün özünü tamamen bilebilir. O hâlde, biz ancak zorunlu olarak doğru bir önermenin doğru olduğunu biliriz, fakat verilmiş bir önermenin doğru olup olmadığından kesinlikle emin olamayız. Bir önermenin doğruluğu hakkındaki yargımız, olasılık üzerine temellenir; hangi nedenle bu sonuca vardığımızı tahmin etmeye çalışırız. Bu yüzden olgular hakkındaki her tür yargı, olasılıklı doğru veya yanlıştır. Tanrı için olasılık, hangi evrenin seçilmesi gerektiğinde ortaya çıkar. Ondan sonra her şey zorunluluk içerir.
Evrenselin tüm öğelerine içsel biçimde sahip olan her bir monad aynı zamanda determinizmi de içermektedir. Bunun doğal sonucu olarak Leibniz, tözlerin içsel zorunlu doğrularıyla şeylerin olasılıklı doğrularını birbirinden ayırt eder. Çünkü tözler kendi içlerine doğru olan pencerelerinde evrenselin tüm öğelerini zorunlu olarak kendilerinde görürler. Bu zorunluluk mantıksaldır; buna karşılık sıradan varlıklar; yani şeyler böyle bir mantıksal ilişkiyi değil de, olasılıklı bir ilişkiyi ve bunun olasılıklı doğru bilgilerini verirler.
Mantıksal ve zorunlu doğru, akıl doğrularıdır. İkincil doğrular ise olgulara aittir. Akıl doğrulan, çelişmezlik ilkesi üzerinde temellenir;
çünkü onların yanlışlanması çelişkiyi ortaya çıkartır. Akıl doğruların terim ve kavramları tanımlanırsa, onların özdeşlik ilkesine indirgenebileceği anlaşılır; A, A’dır, gibi bir önerme ancak terimlerin tanımlanmasıyla ortaya çıkar. Leibniz için matematiksel doğrular böyledir. Felsefe tarihi içinde Leibniz, matematiği mantıkla temellendirmek isteyen ilk kişilerden biridir.
Birincil ve ikincil nitelikler: Descartes’ in bilgi kuramında birincil nitelikler şekil, büyüklük ve harekettir; ikincil nitelikler ise renk, koku ve sestir. Birincil nitelikler zihnin sezgi gücüyle bilinirler. Bunlar üzerine olan idelerimiz açık ve seçiktir; çünkü birincil niteliklerin ideleri matematiğin öğeleridir ve zihin onları gerçekliğin nesneleri olarak kavrar. Fakat bu demek değildir ki biz onlar üzerine hata ve yanlış yapmayız. Onların açık ve seçik olması onlar üzerine doğru bilgimiz olduğu sürece kesinliklerini kabul etmek zorundayız. Aynı durum ikincil niteliklerin bilgisi için geçerli değildir; çünkü ikincil nitelikleri zihin değil de, duyular algılar. Descartes için birincil nitelikler, matematiğin ögeleriyle ilişkili iken, ikincil nitelikler fiziksel nesnelerle ilişkilidir.
Descartes’ın bilgi kuramı akılcılığı temele alarak ruhun maddeden farklı bir yapıda olduğunu ileri sürmektedir. Bilgi kuramı varlıkları temsillerinden oluşan ideler üzerinde temellenmiştir.
Sonuçta, görmek için ışık nasıl gerekliyse, anlamak için de etkin anlık gereklidir. Aziz Thomas’a göre, insan aklının nasıl çalıştığını, bildiğini ve anladığını açıklamak istiyorsak, etkin anlığı kabul etmek zorunludur.
Duyu verilerinin deneyimi olmadan, hiç kimse zihinsel bilgi elde edemez. Önce duyu deneyimi, sonra bunların imgelenmesi ve en sonunda bu imgelemeleri etkin anlığın soyutlaması, anlamanın aşamalarıdır. Etkin anlık, imgeler üzerinde çalışarak, onlardan elde edeceği soyutlamalar sonucu zihinsel olana; yani maddesiz olan ruhsal veya akılsal bilgilere ulaşır. Böylece etkin anlık, ruhun ayrı veya özel bir gücü olarak anlamayı sağladığı gibi ayrıca yaşamın özelliği olarak her zaman etkindir.
Kavradığımız duyu nesnelerinin formları, zihinsel şeyler değillerdir. Böylece, bir şey etkinlikte değilse, hiçbir şey edilginlikten etkinliğe geçemez; duyumlar, gerçekte duyu verilerine gelenleri edimsel yaparlar. Bu nedenle, anlığın gücü şeyleri edimsellikten soyutlayarak zihinsel nesneler hâline getirir.’
Eğer anlama, nesnenin nasıl olduğunu tam olarak verirse bu doğru bilgi olur. Bu, bir uygunluk kuramıdır. Anlatımın doğru olması, nesnelerde var olanın tam olarak verilmesiyle olanaklıdır. O hâlde, doğruluk nesnede yani hakikatte olanın kendisidir. Nesneler hakikati içermektedirler; çünkü en yüksek ve yüce varlık Tanrı, bu hakikati tüm nesnelere vermektedir. Hakikatin ve doğruluğun nesnelerdeki nedeni Tanrı’dır. Fakat en yüksek varlığı bilmek yani Tanrı’yı bilmek inançla başlar. Credo ut intelligam, bilmenin ilk koşuludur. İnanç olmadan anlamak ve bilmek gerçekleşemez. Önce inanç, sonra bunları akılla temellendirmek gelir. Anlamak için inanıyorum. ilkesiyle, mutlak varlığın; yani Tanrı’nın yarattığı tüm varlıklarda hakikate ulaşmak mümkündür.
Bilme güçleri kendi içlerinde bir hiyerarşik sırayı takip ederler. En üst bilme gücü anlamadır. En alttaki ise, duyumlardır. Üst alttaki güce sahipken, alttaki üstün gücüne sahip değildir. Boethius bunu şöyle ifade eder: Nitekim duyumlar maddenin dışında hiçbir şey elde edemez. Boethius’a göre, bilgideki bu hiyerarşik düzen, varlık sıralamasında da vardır. Varlık sıralamasında üst sıradaki varlık alt sıradaki varlığın bilme gücüne sahiptir; fakat alttaki varlık, üsttekinin bilme gücüne sahip değildir. Hareket etmeyen canlılar yalnızca duyumlara; hareketli canlılar duyu ve imgelemeye; insan ise duyu, imgeleme ve akla sahiptir.Tanrı saf anlamaya sahiptir.
Ünlü sofist Protagoras’a göre, tek gerçeklik olan görünüşler insana nasıl görünüyorsa onun bilgisine sahibizdir.Başka bir söyleyişle tek gerçeklik (doğa), görünüşlerdir ve biz onları nasıl görüyorsak onlar da öyledir. Bizim gördüğümüz veya algıladığımız görünüşlerin dışında başka bir doğa veya gerçeklik yoktur. Protagoras bu düşüncelerini meşhur önermesiyle şöyle ifade etmiştir: Her şeyin ölçüsü insandır. Diğer bir söyleyişle, İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının, var olmayan şeylerin de var olmadıklarının ölçüsüdür.
Temelci görüşün en önemli temsilcisi, bilginin temeline düşünmeyi, yani cogito’ yu koyan Descartes’tir. Descartes’in amacı, tüm bilgilerinin temeline koyacağı bir bilgiyi aramaktı; ama bu bilgiyi temellendiren başka bilgi veya inanç olmamalıydı. Temeldeki. bilgi, açık, seçik, apaçık, kendi-kendine kanıt, çürütülemeyen, tersi düşünülemeyen, yok edilemez ve değiştirilemez olmalıydı. Başka bir söyleyişle, temel bilgi, başka bir şeye dayanmamalıydı; her şey ona dayanmalıydı. O, ilk kalkış noktası olmalıydı.
Descartes böyle bir kalkış noktasını düşünen öznede bulur. Ona göre, cogito, düşünen varlık olarak, her türlü önyargıdan, kültürden, ideolojiden, dünya görüşünden,tarihten, duyulardan, deneyden, toplumdan kısaca her şeyden bağımsız ve soyut olarak saf ustur. Matematiksel düşünme ile doğayı, toplumu ve evreni kavrayabilen düşünen özne, hakikatin temellendiği tarafsız bir varlıktır. Descartes’in temelciliği, doğa bilimlerinin önüne açarak, onların meşru temelini de hazırlamıştır. Her şeyi matematikleştiren özne sayesinde, doğa bilimleri tarafsız bilimler hâline gelmişlerdir.
Bu görüşe göre, bildiğimiz her şey ide adını verdiğimiz kendi zihinsel içeriklerimizdir. Bilgi, insanın zihninden bağımsız olarak bir gerçekliğin değil de, insanın kendi zihin durumları, içerikleri ve zihinsel süreçleridir. Berkeley ve içkin idealistlere göre, dış dünyanın varoluşu bizden bağımsız olarak söz konusu olamaz. Tüm maddi varlıklar, öznenin zihin ideleridir. Bilginin sınırları zihnimizdeki idelere bağlıdır; çünkü hiçbir zaman zihnimizdeki idelerin nesnelerin gerçek niteliklerine benzeyip benzemediğini bilemeyiz. Doğru, kesin ve tam olarak bildiğimiz her şey bizim aracısız ve dolaysız algıladığımız kendi idelerimizdir. Bilginin tek kaynağı algılarımız olup, bu algılar da yalnızca zihnimizde var olan idelerden ibarettir. Bunların dışında herhangi bir maddî varlığın varoluşundan söz edemeyiz. Algılarımız ve idelerimize neden olan bir varlığın var olduğunu ve bu varlığın da Tanrı olduğunu öne süren öznel idealizm, bilgiyi, öznenin zihinsel içerikleriyle sınırlar. Özne, kendi zihninin ötesinde var olduğu öne sürülen hiçbir varlığı bilemez; çünkü özne, kendi zihinsel idelerinin dışında hiçbir şeyi aracısız ve dolaysız olarak bilemez.
İnsan bilimlerinin konusu insan olduğu için, doğa bilimlerinde olduğu gibi kesin yasalara varamazlar; çünkü insan doğadaki cansız varlıklarda bulunan sabit ve genel yasalara bağlı hareket etmez. İnsan, cansız doğadan farklı olarak, özgür iradeye sahiptir. Nedensellik ve genel-geçer yasalar, insan bilimlerinde tam bir karşılık bulamazlar. Bu nedenle, insan bilimlerinin amacı genel-geçer yasalara varmak yerine, insanın yapıp ettiklerini anlamaktır. İnsan bilimleri, açıklama yöntemi yerine anlama yöntemini kullanırlar.
Doğa bilimlerinin temel özelliği, olgusal ve deneysel oluşlarıdır. Bu özeliği bu bilimlerin reel varlık alanı hakkında bilgi vermelerinden kaynaklanır. Olgu veya olgular arası ilişkiyi neden-sonuç bağıntısı ilkesine göre açıklamaya çalışırlar. Nedensellik ilkesi doğa bilimlerinin genel, kesin, tümel ve doğru yasalara erişmesinin en önemli temelidir. Doğa bilimleri, doğada egemen olan yasalara varmayı kendine amaç edinmiştir. Çünkü doğadaki varlıklar, bir düzen içinde aynı yasalara göre hareket etmekteler. Bu yasalar bulunur ve açıklanırsa doğadaki varlıkların ne olduğunu anlayabiliriz. Bu amaç doğrultusunda, doğa bilimcileri olgular üzerine deney ve gözlem yaparlar. Buldukları yargıları tümevarım yöntemiyle genelleyip, yasaları elde ederler.
Formel bilimlerin tersine, reel dünyada var olan varlıkların bilgisini inceleyen bilim dalına doğa b ilimleri denir. Konu alanı reel varlık alanı olan doğa bilimleri, kendi içinde fizik bilimleri, yer bilimleri ve yaşam bilimleri olarak üçe ayrılır.

Fizik bilimleri, doğa bilimleri içindeki varlıkları birçok açıdan ele alarak, onlar hakkında olgusal, tümel ve doğru bilgiler verirler. Fizik, maddeyi, hareketi ve enerjiyi; kimya maddenin yapısını, bileşen:erini, özeliklerini ve değişimlerini; astronomi gezegenleri, yıldızları kısaca uzayı inceler. Yer bilimleri, jeoloji,
meteoroloji ve oşinografi (deniz bilimleri), mineraloji ve paleontoloji (fosil bilimi) ; yaşam bilimleri, biyoloji ve tıp bilimidir.

Formel bilimlerin incelediği alandaki varlıklar, doğa ve insan bilimlerinin varlık alanının aksine, zaman ve mekanda yer almazlar. Örneğin; ”2 + 2 = 4 ” gibi bir matematik ifadesi zaman ve mekana bağlı değildir. Mantığın geçerli çıkarımları da zaman ve mekana bağlı olmadan daima geçerlidirler. Çünkü hem matematik hem de mantık tümdengelimsel çıkarımları kullanırlar.
Formel bil imlerin yöntemi, bir düşünme yöntemi olan tümdengelimdir. Buna karşılık doğa ve insan bilimleri çoğunlukla deney, gözlem ve tümevarım yöntemlerini kullanırlar.
Konusunu doğadan almayan; yani duyu deneyinden gelmeyen, buna karşılık duyular üstü ideal bir varlık alanını ele alan bilim dallarına formel bilimler denir. Duyular alanının ötesinde kalan düşünce alanını ya da tasarlanan varlık alanını incelediği için formel bilimlere ideal bilimler de denir. Matematik ve mantık
bu tür bilimlerdir. Her iki bilimin incelediği varlık alanı düşünceye veya tasarıma aittir. Örneğin, matematiğin bir ögesi olan
rakam ”bir ”i doğada bulmak olanaksızdır. Yine mantığın bir önermesini doğada değil, düşüncede veya zihinde bulmaktayız. Görüldüğü gibi, formel bilimler konusu bakımından hem doğa
bilimlerinden hem de insan bilimlerinden farklıdır.
Heidegger’e göre, doğru yargıda, önermede, tümcede bulunamaz. Bunlardan daha önsel bir yapıya sahiptir. Doğruluğun özü özgürlüktür. Çünkü özgürlük doğruluğun temelidir; çünkü özgürlük kendini varlığın-olmasını-sağlama olarak ortaya çıkarır. Başka bir deyişle, özgürlük her durumda varlıkları ne tür varlık olduğu biçiminde varlık yapar.
Benim dilimin sınırları, benim dünyamın sınırlarını gösterir.
Hegel’e göre, evrensel varlığın bilgisi, kendi diyalektik gelişimi sürecinde kendini insan aklının ürünleri olan sanat, din ve felsefede açığa çıkartır. Felsefenin görevi, evrensel aklın insan zihninde açığa çıkmasına yardım etmektir.
Schelling’e göre, gerçeklik, insan tinine çok benzer olan ve kendi kendini belirleyen bir süreçtir. Bundan dolayı, doğa cansız ve özgür iradenin karşıtı olan mekanik düzen olarak tanımlanamaz. Eğer doğa öyle olsaydı, insan onu anlayamazdı ve bilemezdi. Doğa ve insan arasında bir ilişki vardır; çünkü doğa dinamik bir aklın açılımı olup bir yaşama, akla ve amaca sahiptir.
Evrensel Ben, öznel Ben’in mantıksal temelidir ve aynı zamanda tek gerçekliktir. Öznel Ben’lerde ortak olan saf etkin evrensel Ben’dir. Öznel Ben’in amacı, kendisinde olan evrensel Ben’i kavramak ve anlamak olmalıdır.
Ve vücut, üzerinde acı ve zorlukla sürdüğü bir gezegene bağlı kalırken; düşünce bizi evrenin en uzak bölgelerine, daha, evrenin ötesine, doğanın tam karışıklık hâlinde olduğu sanılan sınırsız kaos’a bir anda ulaştırabilir. Hiç görülmemiş ya da işitilmemiş bir şey yine de kavranabilir: Mutlak çelişki içeren şeyler dışında hiçbir şey düşünce gücünün ötesinde değildir.
Nihayet uyanıkken zihnimizde bulunan aynı düşüncelerin hiçbiri gerçek olmaksızın, uyurken de usumuza gelebileceğini dikkate alarak, şu ana kadar zihnime girmiş olan tüm nesnelerin, düşüme girmiş hayallerden daha gerçek olmadığını düşünmeye başladım.
Ne zamandır, çocukluğumuzdan beri pek çok yanlış kanıları doğru diye kabul ettiğimi ve yine o yaştan beri hiç de sağlam olmayan ilkeler üzerine kurduğum şeylerin pek kuşkulu olabileceklerini düşünüyorum.
Her ne kadar gözümüz varsa bile, bu görmek için yeterli değildir. Bakmak gerekir.
Ancak yargının olduğu yerde yanlış ve doğru olabilir. O hâlde, yanlış ve doğru zihindedir.
Akıl, duyu dünyasını düzenleyebilir ve güzel hâle getirebilir. İnsan, ruhundaki akıl gücü ile güzeli, doğruyu ve iyiyi seçerek, duyuların egemenliğinden kurtulabilir.
Algılar her zaman bir şeyle ilişkili olarak ya diğer nesnelere ya da kavrayana göre kavranmaktadır.
Her şeyin ölçüsü insandır. Diğer bir söyleyişle, “İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının, var olmayan şeylerin de var olmadıklarının ölçüsüdür.”
Bilgi, Kant’ın dediği gibi, yalnızca saf aklın anlama yetisinin bir ürünü olmaktan çok, insanın tüm bilme yetilerinin bir ürünüdür. Çünkü inançlarımız, arzularımız, duygularımızdan bağımsız bir bilme yetisi olamaz. Bunların dışlandığı bir özne mantıksal bir yapının ürünü olabilir. İnsan mantıksal yapıya sahip olduğu kadar, psikolojik yapıya da sahip bir varlıktır. Psikolojik özelliklerimiz, mantığımız kadar inançlarımız ve bilgimiz üzerinde de etki yapar.
Doğrulama doğrudan ya da dolaylı olabilir. Günümüzde çoğu bilgilerin doğrudan doğrulaması gittikçe azalmaktadır. Karmaşıklığın ve tekniğin arttığı bir ortamda artık beş duyumuzu temele alarak yapılan doğrudan deneyimlerin yerini, teknik araçların kullanıldığı dolaylı kanıtlamalar almıştır.
Bilginin sınırları yalnız zihinle sınırlanamaz; bilgi sınırsız bir alana sahiptir; çünkü bizim dışımızdaki dünyanın sınırları ne kadarsa bilgimiz de o kadardır. Dış evrenin sınırları arttıkça bilgimizin sınırları ve kapsamı da genişlemektedir.
Şüphesiz veya kuşkusuz felsefî düşünme olamaz. Felsefî düşünme, bir tavır olarak kuşkuculuktan beslenerek oluşur. Felsefenin olduğu her yerde şüphe de vardır. Fakat şüphenin ölçüsü, kuşkuculuğun derecesini belirler.
Eğer var olan her şey hareket ve oluş içindeyse, nasıl olur da bu değişen varlıkların değişmez, kesin ve doğru bilgisini bilebiliriz?
Kesin olan, ancak kendi varlığımdır. Ondan şüphe edemiyorum; çünkü edersem, kendi varlığımı ortadan kaldırmam gerekir. Bu ise yanlıştır ve saçmadır. Var olmamdan emin olmam ise yaşadığımın kanıtıdır. O halde, yaşadığımdan da şüphe edemem.
Felsefî tavır sahibi birisi her şeyi olduğu gibi kabul etmez; felsefî bilgi olaylar karşısında merak duyan insanın olaylara olduğundan farklı yaklaşmasını sağlar.
İnsan bilimlerinin konusu insan olduğu için, doğa bilimlerinde olduğu gibi kesin yasalara varamazlar; çünkü insan doğadaki cansız varlıklarda bulunan sabit ve genel yasalara bağlı hareket etmez. İnsan, cansız doğadan farklı olarak, özgür iradeye sahiptir. Nedensellik ve genel-geçer yasalar, insan bilimlerinde tam bir karşılık bulamazlar. Bu nedenle, insan bilimlerinin amacı genel-geçer yasalara varmak yerine, insanın yapıp ettiklerini anlamaktır. İnsan bilimleri, açıklama yöntemi yerine anlama yöntemini kullanırlar.
Felsefe tarihinde ilk defa Herakleitos, Logos’u felsefesinin temel ilkesi yaparak evreni, yanı varlığı bu ilke ile açıklamıştır. (logos; doğru söz, konuşma, düşünce, us, anlam, açıklama, yöntem, neden, ilke ve bilim anlamına gelir)
İnsan, dünyadaki varlıkları farklı gördüğü zaman, onları bilmek ve anlamak ister.
Heidegger’e göre, doğru yargıda, önermede, tümcede bulunmaz. Bunlardan daha önsel bir yapıya sahiptir. Doğruluğun özü özgürlüktür. Çünkü özgürlük doğruluğun temelidir; çünkü özgürlük kendi varlığını – olmasını- sağlama olarak ortaya çıkarır. Başka bir deyişle, özgürlük her durumda varlıkları ne tür varlık olduğu biçiminde varlık yapar. Bu anlamıyla, varlık olmasını sağlama, özgürlük, Yunan düşüncesinde ‘aletheia’; yani açıklıktır. Varlık-olma olarak varlık, kendini varlık olarak ortaya çıkarır, yani varlık var-oluştur. Özgürlük insana ait olarak değil, onun var-oluşu olarak onu tarihsel varlık yapar. Bu anlamıyla doğruluk, doğru önermelerin bir karakteri değil, fakat varlığın varlık olarak açıklığa çıkmasıyla olanaklıdır.
düşünmenin bütün malzemesi dış ya da iç duygumuzdan gelmedir: bunların sadece karışımı ya da birleşimi zihin ve nesneye aittir. ya da felsefi bir dille söyleyecek olursam, bütün idealarımız ya da zayıf algılarımız, izlenimlerimizin ya da canlı algılarımızın kopyalarıdır.
(idelerimizin kaynağı üzerine, david hume)
ve vücut, üzerinde acı ve zorlukla sürdürdüğü bir gezegene bağlı kalırken; düşünce bizi evrenin en uzak bölgelerine, daha, evrenin ötesine, doğanın tam karışıklık halinde olduğu sanılan sınırsız kaos’a bir anda ulaştırabilir. hiç görülmemiş ya da işitilmemiş bir şey yine de kavranabilir: mutlak çelişki içeren şeyler dışında hiçbir şey düşünce gücünün ötesinde değildir.
(idelerimizin kaynağı üzerine, david hume)
locke’a göre, duyularımızın algılayamadığı şeylerin gerçek doğası bilgimizi sınırlamaktaydı; buna karşılık, berkeley böyle bir sınırlamanın olmadığını çünkü zihnimizin kavrayamayacağı hiçbir şeyin aynı zamanda yok olduğunu ileri sürmüştü. ona göre, duyu deneyi gerçekliği tam olarak vermekteydi ve hatta kutsal dilin bir türü olarak bizim idelerimiz tanrı kavramını da içeren manevi kavramlara sahipti. hume, berkeley’in duyu algılarımızın dışında nesnelerin gerçek doğası diye bir şeyin olmadığı düşüncesine katılmakla birlikte, ondan farklı olarak bilgimizin sınırlı olduğunu ve bilgi elde etmede kuşkuculuğun tek tutarlı yaklaşım olduğunu kabul etmektedir.
descartes’a göre, insan zihni anlayış ve irade yetisiyle yargıda bulunur. anlayış doğası gereği, sadece açık ve seçik olanı bulur ve onlar üzerine yargıda bulunur. anlayışın görevi doğruyu yanlıştan ayırmaktır. bu nedenle zihin anlayış yetisi yanlışa düşmez. buna karşılık, irade yetisiyle zihin sınırsız bir alanda yargıda bulunur. irade açık ve seçik olmayan bilgiler üzerinde bile çeşitli yargılarda bulunur. doğruyu yanlıştan ayırma gibi bir işleve sahip olmayan irade yetisi, zihnimizi yanlışa düşürür. yanlış yaparız; çünkü anlayışımızın sınırları içinde kalmayıp, irademizin sonsuz isteğine kapılırız.
aristoteles’e göre, platon öğretmeni sokrates’in ahlaki erdemlerin değişmez form öğretisinden etkilenmiştir. örneğin, adalet duyular dünyasında tam ve mükemmel olarak bulunmadığından adaletin ideal varoluşunu temellendirmek için böyle bir duyular-üstü, idealar dünyasını kabul etmeliydi; çünkü adaletin değişmez bir varlığı olduğunu gösterebildiği sürece duyular dünyasında standart bir yargıdan ve adaletten bahsetmek olanaklı olabilirdi.
hegel’e göre, doğru bilgi en temeldeki ilkeden kalkarak elde edilemez, çünkü en temeldekini doğrulayacak veya yanlışlayacak bir başka ilkenin olması gerekir. bu nedenle bilgi bir tür süreçtir, çünkü bilgi, mutlak tin’in kendisini gerçekleştirme devinimindeki süreçte ortaya çıkar. böylece doğru bilgi, temelci yaklaşımla ancak kendisinin bir kısmını ortaya koyar. doğru bilginin tümelliği, mutlak’ın kendisini fark etme sürecini veren bu sistemde anlaşılabilir.
temel inançların epistemolojik açıdan gerekçelendirilmeleri ve bilgi statüsünü elde etmeleri için başka inançların desteğine ihtiyaçları yoktur. imtiyazlı olan bir epistemolojik statüye sahip bu inançlar, kendiliğinden gerekçelidir. sujenin bu inançlara sahip olması, onlara gerekçeli olarak inanması ya da onları bilmesi için yeterlidir. diğer bütün inançların gerekçesi ve destekleyicisi, doğruluğu apaçık olan yani çıkarımsal olmayan bu altyapı inançlardır.
tümel uzlaşım doğruluk kuramına göre, doğa bilimlerinde ortaya konulan yasaların evrensel, mutlak ve değişmez olduğunu söylemek imkansızdır. dış nesnel dünyayı açıklamak için öne sürülen, tüm hipotezler ve yasalar aslında doğayı daha iyi anlamak ve kavramak için oluşturulan ortak ifade ya da uzlaşım şekilleridir. doğa bilimlerinin öne sürdüğü yasalar, gerçekliğin kendisini değil, bizim gerçekliği nasıl görüp algıladığımız üzerine oluşturduğumuz ortak görüşlerdir. bu nedenle, doğa yasaları da değişebilen ve yerine daha doğru açıklamalar yapan yasaların konulabileceği yasalardır.
uygunluk ancak zihnin bilme yetileri çerçevesinde gerçekleşir. uygunluk düşüncenin kendini bilme yetilerine uygunluğudur; gerçeğe uygunluğu değildir. bu konu kant’ın fenomen-numen ayrımı göz önüne getirildiğinde daha da açık olur. kant’a göre, bilen özne, ancak anlığın kategorileri ve olanaklı deneyin algıları eşliğinde fenomenleri bilebilir; olanaklı deney algıları dışında kalan numenleri bilemez. bilen öznenin bildiği bilginin doğruluğu ise kendi bilme yetilerinin sonucu oluşturduğu yargıların fenomenlere uygunluğu ile sağlanır.
kant’ın eleştirel kuşkuculuğu bize deneyimlerimizin ötesinde var olan gerçekliğin bilinemeyeceğini de göstermiştir; çünkü insan zihni ancak kendisine duyarlık yoluyla gelen deney görüleri üzerinde bilgisel etkinlikte bulunabilir. o halde, bizim dışımızda var olan gerçek nesneleri, görülerimizin kapasitesi ölçüsünde biliyoruz. görülerimizin dışında kalan asıl gerçekleri bilmiyoruz. görülerimizin dışında kalan gerçekliğe kendinde-şey diyen kant, kendinde-şeylerin deneye açık olmadığı için bilgi nesnesi olmadığını, deneye açık olan şeylerin görünüşler olduğunu söylemektedir. kant’ın eleştirel kuşkuculuğu, kendinde-şey ve görünüş (fenomen) ayrımını ortaya koyarak insan zihninin bilme sınırlarını ortaya çıkartmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir