İçeriğe geç

Şua’lar Mecmuası 1 (Osmanlıca) Kitap Alıntıları – Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Şua’lar Mecmuası 1 (Osmanlıca) kitap alıntıları sizlerle…

Şua’lar Mecmuası 1 (Osmanlıca) Kitap Alıntıları

■ Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor.

■ Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.

Ve asıl hüner, kardeşini fenâ gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyâde uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir.
Hem, ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise, sırat-ı müstakîmde( doğru yol) istikamettedir.
Kur’anın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.
Çünki insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki, yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüzbinler tarzlarda lezzetleri zevkederek ister.
Vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur.
Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nâzenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.
Demek şirkin hakikatı yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümteni’dir.
Elhamdülillahi alâ nuri’l-iman
Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak! Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı kendine kıyas eyle.
رَبِّ الْعَالَمٖينَ
Bu kâinâttaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemâdiyen değişen ve tazelenen kâinât, bütün mevcûdâtıyla âyinedârlık dilleriyle, o güzelin cemâlini tavsif ve ta’rif eder.
Amma hâkimiyet ve âmiriyetin vahdete şehadetleri ise Risale-i Nur’un çok yerlerinde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş. Hülâsatü’l-hülâsası şudur ki:

Hâkimiyetin şe’ni ve muktezası, istiklaliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Hattâ aczleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklaliyetini muhafaza etmek için bir memlekette iki padişah, bir vilayette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa herc ü merc olur, ihtilal başlar, intizam bozulur.

Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse; elbette aczden münezzeh bir Kādir-i Mutlak’ta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetle dergâhından tard eder. İşte Kur’an-ı Hakîm’in ehl-i şirk aleyhinde gayet şiddet ve hiddetle beyanatı bu mezkûr hakikatten ileri geliyor.

Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet kadîr ve rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder..”
Biz dahi deriz: Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen küllî bir haklı tenkidi hiçbir kanun suç saymaz.
bir bülbülü yaratan, bütün kuşları yaratan olabilir; ve bir insanı halk eden ancak kâinatı icad eden zâttır. ~RN-Şualar/661~
Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi.. Ve kainatın en kıymetdar meyvesi.. Ve mahlukatın en nazenini ve en mükemmeli.. Ve zihayatın en bahtiyarı.. Ve en mesudu..Ve Halık-ı Alem’in muhatabı ve dostu olabilir.
Rivayette var ki: Fitne-i âhir zaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz.
“Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”
En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i îmân için bir terhistir. Ecel; terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindân-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân’a girmeğe bir nöbettir ve dâr-ı saâdete gitmeğe bir dâvettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım

Şualar

Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve HÜKÛMETİ bizimle, VATANA ve MİLLETE zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka CUMHURİYET namı vermekle, irtidad-ı mutlakı REJİM altına almakla sefahet-i mutlaka medeniyet ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takmakla hem sizi iğfal, hem HÜKÛMETİ işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve MİLLETE ve VATANA ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.
Said Nursî
Neden hiçbir SİYASETLE alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’an cadde-i kübrasında giden ve kendilerini ve VATANDAŞLARINI i’dam-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak için Kur’anın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir SİYASİ cem’iyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cem’iyet namı verip ilişmişsiniz. Onları pek acib bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz. dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.
Said Nursî
Reis bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur’u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kur’aniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle; binüçyüz seneden beri her senede üçyüz milyon onda yürümüş ve üçyüz milyar müslümanların hakikata ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübralarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celbetmektir.
Said Nursî
SİZİ İĞFAL EDEN VE ADLİYEYİ ŞAŞIRTAN VE HÜKÛMETİ BİZİMLE, VATANA VE MİLLETE ZARARLI BİR SURETTE MEŞGUL EYLEYEN MUARIZLARIMIZ OLAN ZINDIKLAR VE MÜNAFIKLAR,..

Reis bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur’u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kur’aniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle; binüçyüz seneden beri her senede üçyüz milyon onda yürümüş ve üçyüz milyar müslümanların hakikata ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübralarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celbetmektir. Çünki o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek VATANIN başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır.
Acaba mahkeme-i kübrada, bu üçyüz milyar davacıların karşısında sizden sorulsa ki: Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serapa İslâmiyetiniz ve VATANINIZ ve dininiz aleyhinde ve firenkçe Tarih-i İslâm namındaki eseri gibi, zındıkların kütübhanelerinizdeki eserlerine, kitablarına ve serbest okumalarına ve o kitabların şakirdleri kanununuzca cem’iyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi SİYASETİNİZE muhalif cem’iyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir SİYASETLE alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’an cadde-i kübrasında giden ve kendilerini ve VATANDAŞLARINI i’dam-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak için Kur’anın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir SİYASİ cem’iyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cem’iyet namı verip ilişmişsiniz. Onları pek acib bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz. dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.
Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve HÜKÛMETİ bizimle, VATANA ve MİLLETE zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka CUMHURİYET namı vermekle, irtidad-ı mutlakı REJİM altına almakla sefahet-i mutlaka medeniyet ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takmakla hem sizi iğfal, hem HÜKÛMETİ işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve MİLLETE ve VATANA ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.
Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirdlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belalardan siz mes’ulsünüz!
Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferidde mevkuf
Said Nursî

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Çünki o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar.
Said Nursî
(R.A) ALLAH RAZI OLSUN MANASINDA BİR DUADIR.
Bazı müstensihler, bu bîçare Said hakkında (R.A.) kelimesini bir dua NİYETİYLE yazmışlar. Ben bozmak istedim, hatıra geldi ki: Allah razı olsun manasında bir duadır, ilişme. Ben de bozmadım.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım.
Halbuki; bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.
Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tali’li ve muvaffakıyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister.
Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
Yedinci Nokta:
Nur-u iman ile bilinir ki: Allah’ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki; sonsuz nimetlerin enva’ını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.
Binaenaleyh zerrat-ı âlemin adedince iman nimetine hamd ü sena etmek bir borçtur.
Risale-i Nur’un eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır.
Maahâzâ iman-ı billahtan bahseden Risale-i Nur’un cüz’leri, bu nimetten perdeyi kaldırarak gösteriyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdler ile hamdedilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de, rahmaniyet nimetidir.
Evet rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir.
Çünki bilhâssa insan, herbir zîhayatla alâkadardır.
Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur.
Öyle ise herhangi bir ferdde bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir.
Ve keza vâlidelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senalara kesb-i istihkak edenlerden birisi de rahîmiyettir.
Evet annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette vâlidelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur.
İşte bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükür isterler.
Ve keza kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün enva’ u efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder.
İşte bu itibarla ağız dolusuyla Elhamdülillah söylemekle hamd ü senaları istilzam eder.
Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nâzenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.
Onuncu Söz çıktı ve tab’edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’ın bu takdirine liyakatını isbat etti. Kimin şübhesi varsa gelsin onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.
Ruhumda büyük bir boşluk hissederek okuyacak kitap ararken, Risale-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ihtiyacı Risale-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran aklî ve imanî ispatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.
Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.
Said Nursî
Aziz kardeşlerim!:
Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.
İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cem’iyetin efradındanız ve hususî vazifemiz de Kur’anın imanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi i’dam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve ENTRİKALI cem’iyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
Aynen öyle de ;

■ Bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir ;

■ Âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir.

■ Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor.

■ Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.

Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
İYİLİKLER HASENE CEMAATE, ORDUYA
MENFİLER TAHRİBAT VE KUSURLAR BAŞA VERİLİR
Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünki bir şeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki; kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademi ile ve bir rüknün bozulması ile olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahib çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken nasılki bir aşiret fütuhat yapsa Âferin Hasan Ağa , mağlub olsa Aşirete tuh diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatın aksine hükmedilir. Aynen öyle de; beni ittiham eden o müddeî bütün bütün hak ve hakikatın aksine bir hatasıyla, güya adliye namına hükmetti.
Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse okuduğunu gizleyemez. Bilakis iftiharla bilâ-perva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği icab ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur.
Her müminin namazı, onun bir nevi mi’racı hükmündedir.
Biz Risale-i Nuru seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur’an tefsiri biliyoruz.
Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanı bir takdir meselesidir.
Buna kimse müdahele edemez.
Biz Bediüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. 
Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümranolduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız.
Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.
Demek hakikî ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir.
Şualar – 199
İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cem’iyetin efradındanız ve hususî vazifemiz de Kur’anın imanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi i’dam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cem’iyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
Savcı iddianamesinde diyor ki:“Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.”
Biz de buna mukàbil deriz ki: “Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır.
Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.”
Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitap ararken, Risale-i Nuru okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım.
Evvelâ iki şey ihtar edilecektir:
1- Felsefe, her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür.
İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.
2- Bütün mahlukatla alâkadar ve herşeyle bir nevi alış-verişi olan ve kendisini abluka eden şeyler ile lafzan ve manen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.
İnsan mezkûr iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkûr cihetlerde bulunan mahlukatı, ahvali görebilir.
Sağ Cihet:
Bu cihetten maksad, geçmiş zamandır.
Binaenaleyh felsefe gözlüğüyle sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir.
Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, me’yusiyete maruz kaldığında şübhe yoktur.
Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur.
Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor.
Ve o kabirler, çukurlar da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telakki edilecektir.
Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itminan, inşirah, binlerce Elhamdülillah dedirten bir nimettir.
Sol Cihet:
Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğüyle bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir.
Fakat iman gözlüğüyle bakılırsa Cenab-ı Hakk’ın Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefîs, leziz me’kûlât ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir.
Ve binlerce Elhamdülillah okutturarak tekrar ettirecektir.
Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.
Kusurunu bilmek, fakr u aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahîye iltica etmek ki; o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bîçare, âciz, kusurlu görüyorum.
Sen Risale-i Nurun talebesi imişsin? denildi:
Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhînin şâkirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla Evet Risale-i Nur Şâkirdiyim derim.
Beş-on senede medrese hocalarının tahsil derecelerini, Nur Şâkirdleri on haftada kazanır
Bu kainattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudâtiyle âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemâlini tavsif ve târif eder.
Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Madem ölüm var, kabre girilecek. Bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfenk denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.
Dinsiz bir millet yaşayamaz
Bir Latîfe:
Bu sabah, yanımdaki jandarma koğuşundan biri beni çağırdı, pencereye çıktım. Dedi: Bizim kapımız kendi kendine kapandı, ne yapıyoruz açılmıyor. Ben de dedim: Size işarettir ki; nöbetdar olduğunuz ve üstlerinden kapı kapattığınız adamlar içinde sizin gibi masumlar var. Hattâ on seneden beri görmediğim bir kardeşimle bir dakika görüşmek BAHANESİYLE bana ihanet ve başka bahane ile dış kapımızın ikincisini dahi kapadılar. Onun cezası olarak, sizin kapınız dahi kapandı.
Said Nursî
Çünki Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek olduğundan, onların PLÂNLARINI inşâallah tam akîm bırakacak ve meslek-i Risale-i Nur ise tarîkatlara kıyas edilmez diye onları susturacak.
Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu lezzetli ZEHİRLERİYLE İFSAD ETMEK ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını İHANETLERLE çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarlarından SUKUT ETTİRMEKTİR ki; Nakşîlere ve ehl-i tarîkata karşı istimal ettikleri aynı silâh ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar.
Elbette herşeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir.
Vahid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikati bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder.
ASIL HÜNER KARDEŞİNİ FENA GÖRDÜĞÜ VAKİT ONU TERKETMEK DEĞİL DAHA ZİYADE UHUVVETİNİ KUVVETLEŞTİRİP ISLAHINA ÇALIŞMAKTIR.
Bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz 
Bu asırda ikinci dehşetli hal:
Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi.
Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu.
Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi.
Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi.
Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir.
Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş.
Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça parça edecek- bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.
İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pekçok muvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’anın elmas kılıncı ile kırıyor.
Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmibeş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlub olmayıp galebe etmiş ve ediyor.
Evet Risale-i Nur, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatları bilmüşahede isbat ediyor.
Meselâ: YİRMİİKİNCİ SÖZ’ün iki makamının bürhanlarına ve lem’alarına ve OTUZİKİNCİ SÖZ’ün Birinci Mevkıfına ve OTUZÜÇÜNCÜ MEKTUB’un pencerelerine ve ASÂ-YI MUSA’nın onbir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki; bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyedir.
İnşâallah nasıl Tılsımlar Mecmuası’nda, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-i âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış.
Aynen öyle de, ehl-i dalaletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada lezaiz-i cennetlerini gösteren ve iman Cennet’in bir manevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren NUR’un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak, inşâallah neşredilecek.
Said Nursî
İki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.

(Şualar, Risale-i Nur)

Büyük bir üstadın eserlerinden müstefid olmayı lütuf buyuran Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ederim İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nailiyetime sebeb olan bir üstada, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferidliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakim üstad için senelerce dünya hapsinde kalmağa hazırım. Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda îdam edileceksem, sehpaya Allah Allah.. Ya Resulallah sadâları ile koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın Risale-i Nur! Risale-i Nur! yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum. ~RN-Şualar/550~
Elbette hayat-ı bâkiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin MÜSBET menfaatlerine çalışan ve Ecel birdir itikad eden talebeler, o fedailerden geri kalmazlar.
Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile onların FÜNUN-U MÜSBETE ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zîr ü zeber etmişim.
Evliya ve asfiya,en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelimei tevhid olanLâ ilahe illallah zikrinde ve tekrarında buluyorlar.
Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve Böyle olmasaydı şöyle olmazdı diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir