İçeriğe geç

Flört Üzerine Kitap Alıntıları – Adam Phillips

Adam Phillips kitaplarından Flört Üzerine kitap alıntıları sizlerle…

Flört Üzerine Kitap Alıntıları

Bazı filozoflar, psikanalistler ve şairlerin benimsediği teamül göre, aşık olmak bir tür deliliktir çünkü (buna başka nedenler de gösterilmiştir ama) kesinlik ile kuşkuculuk arasındaki her türlü ayrımı onarılmaz bir şekilde ironikleştirir.
Ancak aşık olmak daima bir anımsatıcıysa eğer, Freud’a göre bir imkansızlığı anımsatmaktadır. Çoculukta aşk sınır tanımaz diye yazar Freud, tek başına sahip olmayı talep eder, ‘hep’ten daha azıyla yetinmez. Ama ikinci bir özelliği daha vardır: Aslında bir hedefi yoktur ve tam bir doyum sağlamayı beceremez; esas olarak da bu nedenle düş kırıklığına mahkumdur. Doyumsuzluğa, sonu gelmez bir mahrumiyete dair bu hikaye artık şaşkınlığa -ve dehşete- düşürmektedir bizi; modern bir yüceltmedir aşk ve Jacques Lacan’ın parodi düzeyindeki ifadesiyle, sahip olmadığımız bir şeyi var olmayan birine vermektir.
Bazı insanlar vardır ki, aşk hakkında hiçbir şey duymamış olsalar, asla aşık olmazlardı.
-La Rochefoucauld
Freud’a göre insan unutmak zorundadır, çünkü hatırlamanın sonuçlan fazlasıyla acı verir veya fazlasıyla tehlikelidir..
Her şeyi hatırlamak, bir tür deliliktir.
”Daima en az iki şeyi aynı anda yaparız.. ”
Şansa bağlı bir dünyada daha iyi ve daha kötü diye bir şey var mıdır?
Bir yabancının kucaklayışına teslim oluruz ya da dalgalara bırakırız kendimizi; dikkat kesilmişken, göz açıp kapayana kadar gevşeyi- veririz; uykuya dalarız; uyandığımızda, bir bakmışız hayatımız yö­ nünü kaybetmiş. Nedir bir gözkapağının açılıp kapanması? (Ancak ezeli ve insanüstü bir uyanıklıkla kendimizi savunabiliriz ona karşı.) Hayatımızda başka bir sesin, başka seslerin duyulmasını sağlayan bir boşluk, bir yarık olamaz mı? Ne hakla kapatıyoruz kulaklarımızı on­ lara?
Kaderimizi belirleme konusunda şansın önemli olmayabileceğini düşündüğümüzde, Leonardo’nun, Güneş’in hareket etmediğini yazarken aşmaya başladığı sofu Evren anlayışına geri dönmüş oluruz.
Freud,
Hiçbir kaybın olmadığı bir dünya, ahlaki değerlerin bu­ lunmadığı bir dünyadır.
İnsanın kendini bir şeye -bir başka insana, bir ideolojiye, bir terminolojiye, bir yönteme- adayabilmesi için önce, belki bi­ linçsizce, adanmıştık düşüncesine kendini adaması gerekir. Burada şu soru çıkıyor ortaya: Yani kendimizi adama ve bağlanma ye­ teneğimizden vaz mı geçeceğiz? Peki kendini adamadan geriye ne kalıyor hayalimizdeki tabloda? Cinselliğe ilişkin tanımlama­ larımız, insanın kendini bir amaca adamasıyla ilişkili çeşitli hikâyelerin (üreme olarak cinsellik, heteroseksüel duhul olarak cin­ sellik, mahremiyet olarak cinsellik) zulmünden kurtulamıyor madem, flört de çıkıp bizdeki “son” kavramını allak bullak ediyor işte.
Flört, arzuyu diri tutma yolundaki üstü örtülü gayretinde çok cömerttir;
bunu da çoğu zaman, cinsellik ile cinselleştirme arasındaki sınırı bulandırarak, yahut tanışma konusu ederek gerçekleştirir.
Düşük dozlu bir sa- domazohizm olarak flört,_boşuna ümitlendirmenin ayrılmaz bir parçası olan heyecanın; belli türde bir işkenceyi, insanı diriltip can­ landıran bir işkenceyi arzulama anlamında arzunun, mütevazı bi­ çimde dışavurulmasıdır
Güvenilir ve nispeten öngörülebilir olana ne ölçüde değer veriyorsak, flörtün -yani (bilinçli ya da bilinçsizce ortaya konan) hesaplı belirsizliğin— en iyi ihtimalle yüzeysel, en kötü ihtimalle zalimce bir deneyim olarak yaşanması o ölçüde kaçınılmazdır.
Vaatlerin belirsizliğinden -mesela vaat edici olan biri ile vaatte bulunan biri arasındaki farktan- yararlanarak flört, taahhütler ko­ nusundaki zengin bir söz dağarcığını sabote etmiştir hep.
Flörtler tehlikelidir, çünkü kendilerine özgü bir şekilde Gerçek İlişki’ye inanırlar.
İnsanların sadece ciddi şeylerle -delilikle, afetlerle, başka in­sanlarla- flört etme eğilimi göstermesi ve flörtün bir zevk olması, üzerinde düşünmeye değer bir ilişki, bir eylem tarzı haline getirir onu.
Tahminler döngüsünde yanıldık diye kim diyebilir ki yanlışız

-Alvin Feinman,
Kalıntı(2)

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Tecrübe eşlik ediyor sonunda bize Sivri dilli bir yol arkadaşı olarak Kendinden menkul hiçbir Hakikat’e artık Tanımayacak Fırsat Emily Dickinson
Çok yürekten dileme, yoksa dileğin oluverir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bazı insanlar vardır ki, aşk hakkında hiçbir şey duymamış olsalar, asla âşık olmazlardı.
Geçmişi tekrarlama yolundaki karşı koyulmaz istek ile geçmişi tekrarlamaktan kurtulma yolundaki karşı koyulmaz istek, zihne fazladan yüktür.
Öncesi ve sonrası yoksa zamanın, Zaman asla geri gelmez demektir.
Hatıralar öldürür.
Bir kopuş değildir ölüm.
Her şeyi hatırlamak, bir tür deliliktir.
İki insan ancak birbirlerinin yanında kendilerini unutarak gerçek anlamda birbirlerini tanıyabilirler.
Ve insanın normal, erdemli bir isteğe sahip olması gerektiği fikrine nereden kapılmıştı bütün bu bilgeler?
En ürkütücü dünya, hata yapmanın imkânsız olduğu dünyadır.
İnsan ailede hangi yanıyla seviliyorsa, o onun kaderi olur.
Depresyon, canlılığın içerdiği dehşete karşı kişinin, kay­bettikleri karşısında, dolayısıyla arzu ettikleri karşısında varlığını sürdürebilmek için bulduğu kendi kendini iyileştirme yöntemidir.
İnsanları tanımanın – ya da insanlar hakkında edinilen belli bilgilerin – erotizmin karşısında yer aldığı, belli tanıma biçimlerinin ardındaki bilinçdışı amacın arzuyu öldürmek olduğu sonucu çıkartılabilecek ifadelere Freud ile Proust, birbirlerini tamamlayıcı şekilde dikkat göstermişlerdir. Sadece esrarengiz olmanın ya da kıskançlığın arzuyu ayakta tutması değildir mesele ; insanları belli biçimlerde tanıdığımızda, bize duydukları ilgiyi yitirebiliriz ve zaten asıl arzuları da bu olabilir. Demek ki insanların, onları tanımamız için kendilerini ne şekilde açtıkları – yahut kendilerini ne şekilde tanımamıza izin verdikleri- konusunda uyanık olmalıyız; tanımanın, safların fazlasıyla belirlendiği, fazlasıyla ihtiyatlı ve idareli bir sevme modeli olduğunu da aklımızdan çıkarmamalıyız.
Eğitim, bilmesi gereken her şeyi okulda öğrendiği inancını yaratabilir insanda; ve aslında mesele, insanın babasının eğitime ihtiyacı olması değil, o insanın başka babalara ihtiyacı olmasıdır. Kişinin kitaplarda bulduğu babalar, evde bulduğu babadan çok farklıdır. Kitaplardakiler sadece sözden yapılmadır. Roth’un Baba Mirası’nda öne sürdüğü de, insanın babasını bulabilmek için bu öteki babalara gerek duyabileceğidir. Öteki babalar da bu işe yarar işte.
İnsanları tanımanın bir yolu da onlara ihanettir ve yetişkin olarak en çok, insanları kıramadığımız için acı çekeriz. Kendisinin tek bir versiyonu olmayı reddeden insan da başkalarını kırar, onlara acı çektirir; ya da onları aldatır . Tutarlılık, boyun eğmedir.
Asıl küçültücü olan, bu kadar kendini tutan bir dünyada yaşamaktır.
fazla tutarlılıktan korkun
A.R. Ammons
Bir;Birçok
Iki insan ancak birbirlerinin yanında kendilerini unutarak gerçek anlamda birbirlerini tanıyabilirler. Ancak yeraltından iletişim sağlayabildiğimize – ancak kendimize rağmen, bilinçdışından bilinçdışına birbirimizi tanıyabildiğimize göre, iletişim de bir tür unutmayı içerir, daha doğrusu gerektirir.
Yaşama oyununda masaya sürülebilecek en yüksek değer, yani hayatın kendisi riske atılamadığı zaman, hayat zenginliğini kaybeder,değerden düşer. Tıpkı, sözgelimi Amerikalıların flörtü kadar sığ ve boş olur; orada, işin sonunda bir yere varılamayacağı daha başından bellidir. Oysa kıta Avrupa’sındaki bir aşk ilişkisinde her iki taraf da bunun ciddi sonuçlarını her an aklında tutmak zorundadır.
Bir yerde ba­şarısızlığa uğrayan kişi, başka bir yerde mutlaka kazanmaktadır.
Anlaşılan o ki sevilen ya da arzu edilen, ilgisiz kalmadan ede­mediğimiz kişidir.
Aşk, Lacan’ın parodi düzeyindeki ifadesiyle, sahip olmadığınız bir şeyi var olmayan birine vermektir.
Geçmişi gerçekten unut­manın yegâne yolu onu başından atmaktır, onu öldürmektir ve bunun yegâne garantili yolu da, ölmektir.
Freud: Unutma diye bir şey yoktur, sadece hatırlama var­dır; daha doğrusu unutulmuş hiçbir şey yoktur, sadece hatırlananlar vardır.
Acele eden insanlar her zaman kaza yaparlar.
Hiçbir kaybın olmadığı bir dünya, ahlaki değerlerin bu­lunmadığı bir dünyadır.
Yaşama oyununda masaya sürülebilecek en yüksek değer, yani ha­yatın kendisi riske atılmadığı zaman, hayat zenginliğini kaybeder, de­ğerden düşer.
Ger­çek anlamda tek başına olduğumuz yegâne otobiyografi biçimi rüyalarımızdır belki de.
fazla tutarlılıktan korkun
“Depresyon, canlılığın içerdiği dehşete karşı kişinin, kaybettikleri karşısında, dolayısıyla arzu ettikleri karşısında varlığını sürdürebilmek için bulduğu kendi kendini iyileştirme yöntemidir.“
..Flört ya fazla ciddiye alınmayacak, gülünüp geçilecek harcıalem bir uğraştır ya da kaçınılması gereken, ama ciddi bir mevzi savaşını da gerektirmeyen hafif bir tehlike..
Yani iyi ilişki, insanın birçok isteğinin cevapsız kalmasına tahammül edebildiği ilişkidir; çocuklar da böyle yapmak zorundadır ya
Psikanalizin ısrarla üzerinde durduğu gibi benliğin kendini ifade etmesi demek, dönüşmesi demektir; konuşmak, farklılaşmak demektir.
İnsanlar, unutamadıkları bir şey olduğunda giderler psikanaliste; hayatları hakkında, çoğu zaman eylemler aracılığıyla kendilerine anlatıp durmaktan vazgeçemedikleri bir şeydir bu.
Psikanalizde hastanın en çok elini kolunu bağlayan içgörüler, unutamadıklarıdır ( )
Ahlaki bir dünya kurmak, insanı yıldıran bir deneyim olabilir. Psikanaliste gitmenin riski, tatsız hikâyelerin biri biterken çoğu zaman daha da tatsız, bir başkasının başlamasıdır (her psikanalist başucunda Nietzsche’nin Hayatımızda Tarihin Faydaları ve Sakıncaları’nı bulundurmalıdır). Bütün olarak bakıldığında der Nina Coltart, psikanalizde muhtemelen kabul edecektir ki insanın tabiatı kötüdür.
Fromm’un da kavramış olduğu gibi, kendisi boyun eğmiş olan insanlar, başkalarının önünde açılan imkânları sevinçle karşılamayı başaramaz.
Yas tutmak, sadece bir kaybın kabul edilmesi olduğu için değil, kaybettiğimiz şeyin zaten hiçbir zaman sahibi olmadığımız bilgisiyle bizi yüz yüze bıraktığı için de acı verici.
Bir insanla tanıştığımızda onun hakkında hiç bilmediğimiz şey, tarihidir; ama onu görür görmez bilmeden, yahut bildiğimizi varsaymadan edemeyeceğimiz tek şey, cinsiyetidir. Ama sağduyunun da psikanalizin de göstereceği gibi, bildiğimizi sandığımız, işaretlerin bize gösterdiğine inandığımız şey o kadar kesin değildir.
Psikanalizin ilk döneminde erkek cinselliği bir ilgi konusu, kadın cinselliği ise bir muamma idi: Talihsiz bir kelime oyunuyla Freud, kara[nlık] kıta diye söz edecekti ondan.
İnsanın rüyasını bir başkasına anlatması da her zaman bir tür flörttür, çünkü rüya, hiçbir zaman tam olarak doyurulamayacak bir merakı kışkırtır.
Ergenlik çağındakilerin kendilerini saklamak için kullandığı hafif öne eğik, kambur bir duruş benimsemiş, saatlerce oturup örgü örmesi bu duruşu iyice yerleştirmişti.
Freud, Hiç aklına gelir mi? diye yazmıştı çalışma arkadaşı Wilhelm Fliess’e, Bir gün bu evde bir mermer levhada şunlar yazılı olacak: ‘Dr. Sigm. Freud’un rüyasının sırrı, 24 Temmuz 1895 günü bu evde açığa çıkmıştır’.
İnsanlar, bazı diyaloglarla ilgili olarak kafalarında kurdukları facialardan kaçınacak şekilde düzenlerler hayatlarını; ve ne kadar konuşkan olurlarsa olsunlar, konuşamadıkları için psikanaliste giderler. Ama bazı insanların da hakkında konuşulamayacak, yahut dinleyici olmadığı için konuşulamaz hale gelmiş deneyimleri vardır elbette.
Gerçek anlamda tek başına olduğumuz yegâne otobiyografi biçimi rüyalarımızdır belki de.
Bir bakıma her psikanaliz süreci, hatırlamanın önündeki engelleri konu alır: İnsanlar psikanaliste giderler, çünkü kendi hatırladıkları şekliyle hayatları fazla acı vermeye başlamıştır; kendi kendilerine anlattıkları hikâyeler fazla zorlayıcı ve kısıtlayıcı olmuştur. Kim oldukları konusunda öne çıkan bir hikâyeleri olduğu müddetçe, hep tekrarlanan bir hikâye vardır ellerinde. Tekrarlama da Freud’a göre, unutmanın, insanın elini kolunu en çok bağlayan şeklidir. Hasta der Hatırlama, Tekrarlama ve Gözden Geçirme de, unutmuş ve bastırmış olduğu şeylerin hiçbirini hatırlamaz onları oynar. Onları anı olarak değil eylem olarak yeniden üretir; tekrarlamakta olduğunu bilmeden tekrarlar.
Sandor Ferenczi’nin söylediği şu sözler yankılanmaktadır: “Hasta serbest çağrışım sayesinde iyileşmez, serbest çağrışım yapabildiği zaman iyileşmiş demektir. Serbest çağrışım, hatırlamanın en tutarsız, dolayısıyla en serbest akan biçimidir; geçmiş, bastırma yüzünden ancak anlatıdan ayrıştırılıp kopartılmış parçalar halinde, karışık ve düzensiz biçimde geri dönebilir. Psikanaliz, hastanın gayri resmi tutarsızlık repertuarını açığa çıkartır.
Freud, Seçici Anımsama da ortaya koyduğu şekliyle gerçekten çocukluğumuza dair bir anımız olup olmadığını sorgulamaya başlar ve çocukluğumuz ile ilgili anılar, sahip olduğumuz yegâne şeydir belki de diye devam eder. Psikanalizin gelişmesiyle birlikte sadece çocukluk değil, bellek de masumiyetini yitirmiştir.
( ) yarın için kaygı çekmeyin; zira yarınki gün kendisi için kaygı çekecektir. Kendi derdi güne yeter.

(Matta Incili, 6:31-4)

Hayal kırıklığı daima prematüredir. (İnsan bir şeyi kaybettiğine inanıyorsa, daha önce ona sahip olma fantezisi kurmuş demektir.) Winnicott’ın söyleyebileceği gibi, bunu katlanılır hale getirmek, bebeğe ve çocuğa dünyayı kaldırabileceği dozlarda sunmak annenin işi dir.
Etik benim uzağımda Hayır ve şer üzerine öyle kafa yormuyorum, ama bir bütün olarak insanlarda ‘iyi’ olan pek az şey bulmaktayım. Kendi deneyimlerime bakarak diyebilirim ki, başkaları önünde ister etiği ister bu etiği benimsemiş, ister hiçbirini benimsememiş olsunlar, hepsi de birer pislikten farksızdır.
Bu psikanalitik hikâyeye inanırsak, kitap okumanın, ana memesini emmenin daha ileri bir biçimi olduğunu, bir tür görsel beslenme olduğunu söyleyebiliriz mesela.
Kitaplar, benim istediğim her şeyi kendinde barındıran bir anne gibi görünebilir.
İnsanlar diye yazar Freud, doyumsuz kalma sonucunda nevrozlar geliştirip hasta düşerler. Daha önce de söylediğim gibi, benliğin bir kesiminde, mesela süperegoda yaşanan doyumsuzluğun bir başka kesim için, mesela id için doyum olması, karmaşık bir tablo yaratır. Bu tabloda bir açıdan başarı olan, bir başka açıdan bakıldığında başarısızlıktır. Psikoterapide daima akılda tutmak gerekir ki, bir yerde başarısızlığa uğrayan kişi, başka bir yerde mutlaka kazanmaktadır.
( ) psikanaliz terimleriyle rüyalar, bizim başarı paradigmalarımızdır.
Psikanalitik dille denebilir ki çocuklar, ebeveynlerinin kendi idealleri ve hırsları konusundaki bastırılmış kuşkularını -çoğunlukla semptom biçiminde- taşırlar; Freud’un, “çocuğun süperegosu aslında ebeveynlerini değil ebeveynlerinin süperegosunu model alarak yapılanır derken kastettiği şeylerden biri de buydu. Nasıl içimizdeki her ket vurma bir hırsı -egonun ahlaki amaçlarından birini- temsil ederse, her semptom da kuşaklar ötesi bir iştir. Her kriz aynı zamanda bir başkası adına da yaşanır daima; o başkası, kişinin kendisinin bir parçası olsa da. Her biri farklı ekonomik, siyasal ve tarihsel koşullarda yaşamış olan kuşaklar, birbirlerinin hırslarını işleme sokar âdeta. Hiç kuşkusuz bazı insanlar için de üniversite, esas olarak bir hırs krizidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir