İçeriğe geç

Üç Usta Kitap Alıntıları – Stefan Zweig

Stefan Zweig kitaplarından Üç Usta kitap alıntıları sizlerle…

Üç Usta Kitap Alıntıları

Şömine sanatı istiyordu o zamanın insanları, fırtına sütunları sallarken rahatça şömine başında okunabilen, içinde de tehlikesiz konularla alevcikler ve çıtırtılar gelen bir sanat, kalbi çay gibi ısıtan bir sanat.
En zavallı hayat çizgisinin bile bir belli bir heyecanı , belli bir güzelliği vardır , yeter ki ara vermeden ilerlesin ya da kaderi etrafında dönüp dursun .
Hızlı yaşayan kısa yaşamış olmaz , tek biçimli yaşayan daha az içerikli bir yaşam sürmüş demek değildir .
Olguları ve etkileri ölçmek tarih yazıcılarının görevidir , nedenleri ve şiddeti ortaya çıkarmaksa Balzac’a göre sanatçının .
Balzac insanlarını her zaman olaylar tarafından yoğrulmaya , kaderin elinde kıl gibi şekillenmeye bırakmıştır .
Onun kılıçla sona erdiremediğini ben kalemle tamamlayacağım .
Balzac toplum dünyasını , Dickens aile dünyasını , Dostoyevski bireyin ve insanlığın dünyasını anlatır .
İnsan Rembrandt’ın resimlerine, Dostoyevski’nin kitaplarına ne kadar derinden bakarsa dünyevi ve zihinsel biçimlerin son sırrının kendini açığa vurduğunu görür: Evrensel insanlık.
Dostoyevski’nin insanlarını yürüyen ve yürütülen duygular olarak tanırız, bedenlerinde kanın dolaştığını neredeyse unuttuğumuz, sinirlerden ve ruhlardan oluşan varlıklar olarak Yirmi bin sayfalık eserinin hiçbir yerinde kahramanlarının oturduğu, yemek yediği, içtiği betimlenmez; onlar her zaman sadece hissederler, konuşurlar ya da mücadele ederler.
Hayatı, hayatın anlamından daha çok sevin
Yaş, meslek, elbise, saç rengi, dış görünüş Bütün bu Dostoyevski kisilerinin, betimlemesinin sözde önemli unsurları stenografik bir kısalıkta tutuluyor. Ama bu kişilerin her biri nasıl da kanımızda kor gibi kaynıyor.
“Gerçekliği, fantastiğe ulaştığı noktada seviyorum,” diyor Dostoyevski, “zira benim için gerçeklikten daha fantastik ve beklenmedik, hatta inanılmaz ne olabilir ki?”
Dostoyevski’nin evreninde ebediyen dışlanmışlar yoktur, “caniler” yoktur, Dante’deki gibi bir cehennem ve İsa’nın bile mahkûmlarını kurtaramayacağı bir en alt katman yoktur.
Şehvet saflığı doğurur, suç büyüklüğü, haz acıyı ve acı tekrar hazzı.
Dostoyevski’nin öteki kahramanları, Staretz, Zosima, Raskolnikov, Stepanoviç, Rogojin, Dmitri Karamazov sosyal benlerini, içsel varlıklarının tırtıl halini yok ederler, kelebekler gibi ölü biçimlerinden sıyrılıp çıkmak için, yerde sürüneni kanatlandırmak, toprağa bağlı ağırlığı havaya kaldırıp yüceltmek için.
Dostoyevski’nin en bitmiş eserlerinde bile her zaman bir parça başlangıç kaosu vardır.
Büyüklük çabayla elde edilmez, kahramanlıksa öğrenilmez.
Balzac insanlarını her zaman olaylar tarafından yoğrulmaya, kaderin elinde
kil gibi şekillenmeye bırakmıştır.
Düşünüyorum, öyleyse varım. yerine şunu koyarlar: “Acı çekiyorum, öyleyse varım.” Bu “Varım!” Dostoyevski’de ve yarattığı bütün kişiliklerde yaşamın en büyük zaferidir. Dünya duygusunun en yüksek biçimidir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Sinir hastalarıyla dolu bir hastane diye tanımlamıştır büyük bir Fransız, Dostoyevski’nin dünyasını ve bu dışarıdan bakışta gerçektir de.
Hayatı hayatın anlamından daha çok sevin.
Sadece acı sayesinde hayatı sevmeyi öğrenebiliriz.
Dostoyevski kaderine olan sevgisi sayesinde kaderine galip gelir.
“Acının en büyük avuntusu olan bu sözü kim söylüyor? İnsanların en acılısı, kendisi, Dostoyevski. Açılmış elleri hâlâ kendi yarılmasının çarmığına çakılıdır, acının çivileri kırılgan bedeninde hâlâ durmaktadır, ama alçakgönüllülükle bu varoluş sunağını öper, dudakları yumuşaktır, kardeşlerine o en büyük sırrı söylerken olduğu gibi: “Sanırım, hepimiz önce hayatı sevmeyi öğrenmek zorundayız.”
Ama işte o anda derinlerden bir söz yükselir, kalabalığın üzerinde yumuşak bir şekilde süzülür, fırtınalı bir deniz üzerinde süzülen bir güvercin gibi. Tatlı bir şekilde söylenir, ama anlamı büyüktür, söz kutsaldır: “Dostlarım, hayattan korkmayın.” Bu sözün ardından bir sessizlik doğar, ürpertiyle dinler derinlik ve o süzülür, bütün acıların üzerinde süzülür, ses konuşmayı sürdürür: “Sadece acı sayesinde hayatı sevmeyi öğrenebiliriz.”
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
(…) ve bu yeni insanlığa en derin sırrını, en son formülünü, en unutulmaz sözünü söylemiştir: “Hayatı hayatın anlamından daha çok sevin.
ne olursa olsun dönmek!
vatanına dönmek,
Rusya, Rusya, Rusya onun umutsuzluğunun bitmek
bilmeyen feryadıdır. Ama henüz geri dönemez,
eserlerinin ortaya çıkabilmesi için henüz isimsiz biri
olarak kalmalı, bu yabancı sokaklarda bir kurban olarak,
tek başına, feryat figan etmeden, yakınmadan
dolaşmalıdır. Ebedi şöhretin büyük ihtişamına doğru
yükselmeden önce hayatın bu vasat mekânlarında
yaşamak zorundadır. öyle ki günlerce baygın halde,
bir halde yatmaktadır, gücünü
toplar toplamaz yine yazı masasına doğru sürünmek için.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Birdenbire gecenin dördünde kapının
zili hararetle çalındı ve Nekrasof şaşkınlıkla kapıyı açan
Dostoyevski’nin kollarına atıldı, boynuna sarıldı, öptü ve
kutladı. O ve bir arkadaşı birlikte elyazmalarını
birbirlerine okumuşlar, bütün gece dinlemişler, sevinçten
deliye dönmüşler ve ağlamışlardı. Sonunda
dayanamamışlardı: Gelip ona sarılmak istemişlerdi. Bu
Dostoyevski’nin hayatının ilk saniyesiydi, gece yarısı
çalan bu zil onu şöhrete çağırıyordu. Sabahın ilk
ışıklarına kadar mutluluk ve coşkularını
paylaştılar.
Günün birinde bu karanlık dünyadan bir delikanlı
olarak çıktığında çocukluğu çoktan sönüp gitmişti. Bütün
doyumsuzların ebedi özgürlük ülkesine, ihmal
edilmişlerin sığınağına, kitapların renkli
dünyasına kaçmıştı. O zamanlar erkek kardeşiyle
birlikte inanılmaz derecede çok okuyordu, geceler ve
gündüzler boyu –daha o zamanlar bu doyumsuz genç
okuma eğilimini müptelalık derecesine kadar vardırdı–
ve bu fantastik dünya onu gerçek dünyadan giderek
daha fazla kopardı. İnsanlığa karşı duyduğu güçlü
tutkuyla dopdoluydu, ama insanlar karşısında da
hastalık derecesinde çekingen ve kapalı, aynı anda kor
ve buz, en tehlikeli yalnızlıklarınsa müptelasıydı.
Dostoyevski’nin kahramanlarının her biri bütün problemleri yeniden gözden geçirir, iyinin ve kötünün sınır taşlarını kendi kanayan elleriyle taşır, her biri kendi kaosunu yeniden dünya haline getirir.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarının Rusya’sı nereye yöneleceğini bilemez: Batı’ya mı yoksa Doğu’ya mı, Avrupa’ya mı yoksa Asya’ya mı; yapay kent” Petersburg’a, kültürün içine mi, yoksa bozkırdaki köylere mi? Turgenyev onu ileri doğru itiyor, Tolstoy ise geri çekiyordu. Herkes tedirgindi.
Biz Avrupalılar yaşlı geleneğimizin içinde sıcak bir evde oturur gibi otururuz. On dokuzuncu yüzyılın, Dostoyevski zamanının Rus insanı arkasındaki eski barbar zamanların ahşap kulübesini yakmıştır, ama yeni evi henüz yapılmamıştır.
Dostoyevski’nin eserine neresinden girersek girelim, her yerde en alt kaynak olarak bu tümüyle primitif, nerdeyse bitkisel ve fanatik yaşam dürtüsünü, varoluş duygusunu, hayatın bireysel biçimleri olan mutluluğu ya da acıyı hissederiz.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
İnsanlığa karşı duyduğu güçlü tutkuyla dopdoluydu, ama insanlık karşısında da hastalık derecesinde çekingen ve kapalı, aynı anda kor ve buz, en tehlikeli yalnızlıklarınsa müptelasıydı.
Dostoyevski’nin hayatında genellikle başlangıç melodramdır, ama sonunda her zaman trajediye dönüşür. Hepsi bir gerginlik içinde gerçekleşir.
Bütün doyumsuzların ebedi özgürlük ülkesine, ihmal edilmişlerin sığınağına, kitapların renkli ve tehlikeli dünyasına kaçmıştıDostoyevski. Erkek kardeşiyle birlikte inanılmaz derecede çok okuyordu, geceler ve gündüzler boyu –daha o zamanlar bu doyumsuz genç okuma eğilimini müptelalık derecesine kadar vardırdı–
Dostoyevski’nin suskunluğu her zaman yabancıların ona acımasından duyduğu utanç ve gururlu korku yüzündendi. Başka yazarlarda rengârenk görüntülerin gülümseyerek yükseldiği, sevgi dolu hatıraların ve tatlı hayıflanmaların bulunduğu yer onun hayat hikâyesinde gri, boş bir lekeyle kaplıdır.
‘Hayatı hayatın anlamından daha çok sevin. ”
Dostoyevski.
Ama küçük şeyler, demişti bir keresinde, hayatın anlamını oluşturan şeyledir.
Dostoyevski’nin önce fantastik ve sonra mucizevi derecede hakiki gelen insaniliğini keşfedebilmek için varlığımızın en derin, en gizli köklerini kazıp çıkarmalıyız. Sadece orada, en altta, varoluşumuzun sonsuz ve değişmeyen yerinde, kökleri kaza kaza onunla aramızda bir bağ kurmayı umabiliriz,
İlk bakışta sınırları belli bir eserle, bir yazarla karşı karşıya olunduğu sanılır, ancak bir süre sonra sınırsız bir şey, çevresinde dönen yıldızları ve bambaşka müziği olan bir evren keşfedilir.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Romanı dünyanın ansiklopedisi olarak görme düşüncesi Balzac’la başlar.
Piramitlerin sivri uçlarını yapabilmek için devasa temeller atmak gerektiği gibi, Dostoyevski’deki sivri dorukları yaratabilmek için de romanlarının muazzam boyutlarına ihtiyaç vardır.
Şeytani bir yavaşlatmayla Dostoyevski büyük sahnelerin önüne sayfalarca mistik ve şeytani bir can sıkıntısı koyar, ta ki duyarlı insanda (diğerleri zaten buralarda hiçbir şey hissetmez) zihinsel bir ateş, fiziksel bir ıstırap doğana kadar. Gerilim hazzı da bu karşıtlık tutkununu acı verecek hale gelinceye kadar sürükler ve ancak ondan sonra, göğsün aşırı ısınmış kazanında duygular kaynamaya başladığında ve duvarları yıkmaya çalıştığında, ancak ondan sonra balyozu insanın kalbine indirir, ancak o zaman yüce bir an içinde, eserinin gökyüzünde bir kurtuluş şimşeği çakar ve kalbimizin derinliklerine saplanır. Gerilim artık dayanılmaz olduğunda Dostoyevski epik sırrı parçalar ve aşırı gerilmiş durumdaki duyguyu yumuşak, sel gibi akan, gözyaşlarıyla ıslanmış bir duyumsamaya dönüştürür.
Çağdaşları olan Dickens ya da Gottfried Keller okuru yumuşak bir konuşmayla, melodik tahriklerle kendi dünyasına çeker, onlarla yumuşak yumuşak sohbet ederken olayların ortasına sürükler; onlar sadece merakı ve hayal gücünü harekete geçirirler, Dostoyevski gibi kabarıp taşan bir kalbin tamamını değil. Bu tutkulu adam bize tümüyle sahip olmak ister, sadece merakımızı, ilgimizi değil, bütün ruhumuzu, hatta bedenimizi ister.
Ancak nabzımız onunki gibi delice attığında, kendimiz de şeytani tutkuya kapıldığımızda, ancak o zaman onun eseri tümüyle bize ait olur, biz de tümüyle ona ait oluruz.
Hiçbir zaman kitaplarında yumuşak, ritmik, beşikte sallar gibi sallayan konforlu bir duygu yoktur; kendimizi asla güvende ve olayların dışında hissetmeyiz, adeta dalgalı bir denizin güvenli kıyısına oturup karalara çarpan dalgaları ve kargaşayı izler gibi izlemeyiz. Her zaman olayların içine gömülür, kendimizi trajedinin tam ortasında buluruz. Romanlarındaki kişilerin krizlerini bir hastalık gibi biz de kanımızda hissederiz, sorunlar bir iltihap gibi yanar kırbaçlanmış duygularımızda. Bütün duyularımızla bizi alevler içindeki atmosferine çeker, ruhun uçurumlarına doğru sürükler, kenarına geldiğimizde soluk soluğa kalırız, başımız döner, nefesimiz kesilir.
Dostoyevski her zaman varlığının tümüyle birden yazıyordu, histerik bir taşkınlık içinde. Eserinin en küçük, gazete yazıları gibi görünüşte kayıtsız parçaları bile tutkusunun ateşli özünde eriyip akıyordu. Yaratıcı gücünün rahat, kendi haline bırakılmış parçasıyla, adeta el alışkanlığıyla, tekniğin oyunsu hafifliğiyle yazmamıştır, her seferinde fiziksel kapasitesinin tamamını olaya yoğunlaştırmış, sinirleri sızlayıncaya kadar konunun içinde yer almış, yarattığı kahramanların acısını onlarla birlikte yaşamıştır.
“Sinirli bir halde, kaygı ve ıstıraplar içinde yazıyorum. Ne zaman gayretle çalışsam fiziksel olarak da hastalanıyorum.”
Yaratıcı sürecin, sanatsal uğraşın onda sakin, düzenli, soğukkanlı hesapların yapıldığı bir mimari olmaması çok normaldi. Dostoyevski nasıl hummalı bir şekilde düşünüyor ve yaşıyorsa, o şekilde de hummalı yazıyordu. Sözcükleri akıcı, küçük inci dizileri halinde (bütün ateşli insanlar gibi sinirli, aceleci bir yazısı vardı) kâğıda döken elinin altında nabzı iki kat hızlı atıyor, sinirleri gerilip adeta krampa dönüşüyordu. Yaratmak onun için esrime, ıstırap, haz ve parçalanma, acıya varan bir şehvet, şehvete varan bir acı, ebedi bir spazm, karşı konulmaz doğasının sürekli tekrar eden bir yanardağ patlamasıydı.
Sürekli değişen kesintisiz bir akıntı, soğuk ya da sıcak, sıcak ya da soğuk, ama asla ılık değil; onun tutkusu, tümüyle kıyamet anlamında, hayatı kana bular. Yazar burada bir karşıtlık cinneti içinde yüce olanla bayağıyı sürekli kafa kafaya tokuşturur, uyarılmış duyguları tedirginlikten tedirginliğe sürükler. Bu yüzden Dostoyevski’nin romanlarında asla dinlenemeyiz, asla yumuşak ve ritmik bir okumaya kendimizi bırakamayız, asla huzur içinde nefes almamıza izin vermez, sürekli elektriğe tutulmuş gibi sarsılırız, her sayfada daha sıcak, daha yakıcı, daha tedirgin, daha merak uyandırıcıdır onun romanları. Edebi şiddet altında olduğumuz sürece biz de ona benzeriz. O ebedi ikili kişilik, karşıtlığın tahta çarmıhına gerili o insan, tıpkı kendisi ve yarattığı kişiliklerde olduğu gibi Dostoyevski okuyucuda da duygu bütünlüğünü parçalar.
Budala’da, patolojik bir yalancı olan yaşlı general, Mişkin’in yanında yürürken ona hatıralarını anlatır. Yalan söylemeye başlar ve giderek yalanlarının içine dalar ve sonunda tümüyle batar. Konuşur, konuşur, konuşur. Sayfalarca sel gibi akar yalanları.

Dostoyevski onun duruşu hakkında tek bir satır bile yazmaz, ama anlattıklarıyla, sendelemesiyle, duraklamalarıyla, sinirli hareketleriyle onun Mişkin’in yanında nasıl yürüdüğünü, yalanlarına nasıl dolandığını hissederim; kafasını kaldırıp nasıl baktığını, ona inanıp inanmadığını anlamak için prensi yan gözle nasıl izlediğini, yürürken nasıl birden durduğunu, prensin onun sözünü kesmesini nasıl umutla beklediğini görürüm. Alnında oluşan ter damlacıklarını görürüm, başlangıçta heyecan içinde olan, ama giderek korkuyla kasılan yüzünü görürüm, sonra dayak yemekten korkan bir köpek gibi içine büzülüşünü görürüm ve nihayet yalancı generalin bütün sıkıntısını kendi içinde hisseden ve bastıran prensi görürüm. Bunlar anlatılmış mıdır? Hayır, tek bir satır bile yazılmamıştır bu konuda, ama tutkuyla parlayan yüzündeki en küçük bir kırışıklığı bile görürüm.

Kaynayan konuşmanın buharından ruh şekillenir ve yavaş yavaş kristalleşerek bedeni oluşturur. Biz farkına varmadan, sözün buğusundan, konuşmanın esrarlı dumanından konuşanın görüntüsü bedensel bir resim halinde yükselmeye başlar. Diğerlerinin gayretli mozaiklerle, renklerle, çizimlerle, sınırlandırmalarla elde ettikleri bu resim onda bir sanrı olarak sözden doğar. Dostoyevski’nin kahramanları konuşmaya başlar başlamaz hayalimizde resimleri canlanır.
O ilk önce insanlarının konuştuğunu duymak, onları konuşturmak zorundadır, ki biz onları görülebilir olarak duyumsayalım, Mereşkovski Rusya’nın iki büyük yazarı hakkındaki dâhiyane analizinde oldukça belirgin bir şekilde şunu söyler: “Tolstoy’da gördüğümüz için işitiriz, Dostoyevski’de ise işittiğimiz için görürüz.
Her tür denge, her tür ahenkten nefret ettiği gibi ortalama durumlardan da nefret eder: Sadece sıra dışı olan, görünmez olan, şeytani olan çeker onun sanatsal tutkusunu, hem de gerçekçiliğin en dış sınırlarına kadar. O alışılmamış olanın benzersiz heykeltıraşı, sanatın tanıdığı hassas ve hasta ruhun en büyük anatomi uzmanıdır.
Dostoyevski’nin kişilerini her zaman en yüksek uyarım halinde, duygularının son haddinde capcanlı olarak görebiliriz. Leonardo’nun o muazzam eskizlerinde bedenin grotesk yanlarını, fiziksel olanın biçimsizliklerini, alışılmış biçimlerin dışına çıktıkları yerde gösterdiği gibi Dostoyevski de insan ruhunu taşma anında, adeta insanın kendi imkânlarının en son sınırından eğilip aşağı sarktığı anlarda yakalar.
Raskolnikov’un görüntüsünü gözlerimizin önüne getirelim: Bu durumda onu sokakta ya da odada dolaşan bir siluet olarak, 25 yaşında bir öğrenci, şu ya da bu dışsal özellikleri olan bir insan olarak görmeyiz, tersine, gözlerimizin önünde, titreyen elleri, alnında soğuk terleriyle, adeta gözlerini kapatarak cinayeti işlediği evin merdivenlerinden süzülerek çıkan, esrarlı bir kendinden geçme halinde acılarını bir kez daha duyumsamak için maktulün kapısındaki pirinç zili çalan çılgınca bir tutkunun silueti belirir.
Onun romanlarına karanlık bir odaya girer gibi girer insan. Sadece siluetler görür, belli belirsiz sesler duyar, bunların kime ait olduklarını tam olarak anlamaksızın. Ancak yavaş yavaş alışır ve keskinleşir göz: Rembrandt resimleri gibi derin bir alacakaranlıktan çıkan ince, ruhsal bir akışkan insanların içini aydınlatmaya başlar. Ancak tutkuya kapıldıklarında tam olarak ışığa çıkarlar, insanlar Dostoyevski’de görünür olabilmek için önce kor gibi yanmalı, ses çıkarabilmek için sinirleri kopacak kadar gerilmiş olmalıdır: “Onda sadece ruhun etrafında bir beden oluşur, sadece bir tutkunun etrafında görüntü.
Sivri bir olta iğnesi gibi duygulara batan ve bizi yabancı deneyimlerin içine sürükleyen bu gerçekçi ayrıntılar Dostoyevski’nin en seçkin sanat araçlarıdır ve sezgisel gerçekçiliğin programlı natüralizm üzerindeki en büyük zaferidir.
Ve tedirginlik ızdıraptır
Ah, inanmayın insanın birliğine.
Hazları bütün bu insanlardan lav gibi fışkırtan, onlar için acıyı ve mutluluğu yeryüzünün bütün aydınlık ve karanlık bitkilerinden kaynatan kişiydi Balzac. Hiçbir yazar kahramanlarının hazlarına bu kadar ortak olmamıştır.
Hayatı hayatın anlamından daha çok sevin.
Sevgi yalnızca konuşulan sözlerde soluk alır.
Dünyayı fethetmek Balzac’ın gençlik rüyasıydı ve hiçbir şey gerçekleşen çocukluk hayallerinden daha müthiş değildir. Napolyon’un bir resminin altına şunu yazması boşuna değildir: “Ce qu’il n’a pu achever par l’épée je l’accomplirai par la plume.” (Onun kılıçla sona erdiremediğini ben kalemle tamamlayacağım.)
Romancı en son, en yüksek anlamıyla sadece ansiklopedik bir deha, evrensel bir sanatçı ve eserin genişliğiyle içindeki figürlerin zenginliği göz önünde bulundurulduğunda, bir evren yaratan, kendi kişileriyle, kendi yerçekimi kanunlarıyla kendine ait bir dünya kuran ve yanına da kendine ait yıldızlı bir gökyüzü koyan kişidir.
Ah şu muhteşem iradenle kendine şehitler yaratan hayat, üstelik de seni övsünler diye, ah hayat, bilgili ve zalim, ey sen, zaferini haykırsınlar diye en büyükleri bile kendine kul eden hayat!
Hiçbir acı hayatın ebedi karşıtı ölümü arzu ettirecek kadar derin değildir.
İnsanların var olduğunu ve sevildiğini bildiklerini bir ağacın yanından mutluluk duymadan nasıl geçebildiklerini anlayamıyorum
Bütün acıların üstesinden geleceğim, sırf kendime ‘varım’ diyebilmek için.
Her bir duygu öylesine yarılmış, öylesine çok boyutlu ve anlamlıdır ki, ellerinin eylemi kalplerinin eylemi değildir, kalplerinin dili dudaklarının dili değildir.
Sadece görünüşte, demiştim, acının toplamı Dostoyevski’de diğer bütün yazarlardan daha büyüktür. Hiçbir şeyin insafsız olmadığı, her uçurumdan bir kurtuluş yolunun olduğu, her mutsuzlukta hâlâ bir esrimenin mümkün olduğu, her çaresizlikte hâlâ bir umudun bulunduğu bir dünya varsa eğer, bu tam da onun dünyasıdır.
En çok bilenler en çok acı çekenlerdir.
Dostoyevski felaketleri öyle bir dönüştürür, bütün aşağılamaları öyle bir tersyüz eder ki, sadece en sert kader ona uygun olabilir. Çünkü tam da varoluşunun dışsal tehlikelerinden en yüksek içsel güvenliğini elde etmiş, acıları kazanç hanesine yazılmış, yükleri onu yüceltmiş, çekingenlikleri itici güç olmuştur. Sibirya, Katorga, sara illeti, yoksulluk, kumar, şehvet düşkünlüğü, varoluşunun bütün bu krizleri şeytani bir tersyüz etme gücü sayesinde sanatında verime dönüşmüştür, çünkü en değerli metallerini maden ocağının en karanlık dehlizle- rinden, tehlikelerle dolu bir havada, güvenli bir hayatın gezinti yüzeylerinin çok aşağılarından çıkaran insanlar gibi, sanatçı da en ateşli hakikatlerini, en derin bilgilerini her zaman doğasının en tehlikeli uçurumlarından bulup çıkarmıştır. Sanatsal açıdan bir trajedi olan Dostoyevski’nin hayatı, ahlaki açıdan eşsiz bir başarı, içsel büyü sayesinde dışsal varoluşun yeniden değerlendirilmesidir. Her şeyden önce, zihinsel yaşam enerjisinin hastalıklı ve güçsüz bedeni üzerindeki zaferi eşi benzeri olmayan bir şeydir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir