İçeriğe geç

Türkler – 21 Cilt Takım Kitap Alıntıları – Kolektif

Kolektif kitaplarından Türkler – 21 Cilt Takım kitap alıntıları sizlerle…

Türkler – 21 Cilt Takım Kitap Alıntıları

1242’de Moğolların geri çekilmesiyle birlikte Tanrı’nın gazabının tekrar Hıristiyanların üzerinde olup olmayacağına dair belirsizlikler oluştu.
Batılı yazarlar Macar kavimlerini Hun ve Avar geleneğinden gelen başka bir bela olarak sınıflandırıyorlardı; bu sık sık onları isimlendirdikleri şeydi. Bazen, Rum yazarlardan da etkilenerek onları İskitler ya da Türkler olarak da adlandırıyorlardı.52 Macarlar hakkındaki ilk ilmi yazılarda diğer göçebe halkları tanımlamakta kullanılan bütün basmakalıp ifadeleri buluyoruz.
Orta Çağ boyunca zaman zaman Bulgarlar Papaların ilgisini çektiler, çünkü Bulgar Çarı, Bizans ile Birleşik Kilise kurma çabalarında arabulucu olarak görülüyordu. Ancak Bulgarlar sonunda Rum Kilisesi’ne döndüklerinde Roma’nın gözünde hizipçi haline geldiler ve bundan sonra Rumlarla birlikte anıldılar.
Avarlara karşı yapılan savaşların bir sonucu olarak Frenkler Bulgarla ilişkiye girdi. 9. yüzyılda Karpat havzasındaki güç boşluğu iki tarafın da çıkar alanlarını sık sık tanımlamasını gerektiriyordu ve Bulgar heyetleri sıkça Frenk saraylarına geliyordu.48 Ancak kaynaklar bize karşılıklı anlayış ve yabancıların nasıl algılandığı hakkında hiçbir şey söylemiyor. Muhtemelen Bulgar İmparatorluğu yöneticileri Hıristiyan olduktan sonra Avrupa sisteminin bir parçası olan, Frenk ve Bizans İmparatorlukları arasındaki bir güçten daha fazlası olarak değerlendirilmiyordu.
tüm step halkları için “İskitler” terimi kullanılıyorken artık “Hunlar” terimi kullanılmaya başlandı.
Bizans İmparatorluğu’nun kaderi göçebe halklara bağlı olmaya devam etti. 9. yüzyılın başlarına kadar Avarlar Karpat bölgesine karşı sürekli bir tehdidi temsil ettiler, Osmanlı İmparatorluğu o bölgeye yayılana kadar değişik biçimleriyle Bulgar İmparatorluğu bölgenin siyasi yapısını şekillendirdi. İşte bu yüzden bu halklar Latin Batı kaynaklarında değil Rum kaynaklarının tekrarlanan temalarıydı: burada Avarlar, Bulgarlar ya da Kuman veya Peçenekler gibi diğer göçebe kavimlerden bahsediliyordu.
Avrupalı tarihi kayıtlara göre Hunlar arasındaki en önemli figür Atilla’dır. Ancak kaynaklar bize kişiliği hakkında çok az şey söylüyor. Priscus bir elçilik heyetinin üyesi olarak huzuruna geldiği zaman onu çok kısa bir süre için görebilen zamanın tek yazarıydı. Birçok kilise yazarı gibi Hunların Kralı’nı bir canavar olarak betimlemiyordu. Buna rağmen Atilla anlaşılmaz, karmaşık, tahmin edilemez ve belirsiz kaldı
İmparatorluk halkı sınırlardan büyük bir hışımla gelmekte olan bu akıncıların, barbarların hangi kolundan oldukları gibi konularla pek ilgilenmiyordu. Büyük yıkım vardı, birçok insan esaret altına alınmış, ve Pax Romana sona ermiş gibi görünüyordu.
Büyük Han Ögedey’in ölümüyle Moğolların beklenmedik bir şekilde geri çekilmesi, Batı’ya zaman kazandırarak bu yabancılar hakkında bilgi toplanıp gerekli değerlendirmelerin yapılmasına imkan tanıdı. Fakat yine de birçok soru cevapsız kaldı, anlatılan hikâyelerden çoğu çağın aydınlarına inandırıcı gelmiyordu.
Onlar insan değil de tam bir canavar olarak addedildiler.19 Aşırı derecede gaddar olmalarının yanında, hilekar ve açgözlü olarak da tanımlanıyolardı-çünkü mağrur Hıristiyan şövalyelerinin yenilgilerine en akla yatan açıklama buydu
Yetmiş küsur yaşına rağmen onun mücadele ve savaş dolu hayatı hâlâ aynı hızla devam ediyordu. Dünyanın tanıdığı en büyük istilacılardan biri olan ve ömrünün son dönemlerinde yenilgi yüzü görmemiş Cengiz Han, yeni bir sefere hazırlanırken kesin ve nihai bir şekilde ölüme yenik düştü
Kur’an yapraklarının ayaklar altında kaldığını ve çiğnendiğini gören Maveraünnehir bölgesi alimlerinin en büyüğü Emir İmam Celaleddin Ali b. Hasan er-Rindi, imamların en büyüğü olan Rükneddin İmamzade’ye dönerek “Mevlana, bu ne haldir? Yarabbi, uyanık mıyız yoksa rüya mı görüyoruz? ”dedi. Rüknüddin İmamzade “Sus, bu Allah’ın bize karşı hoşnutsuzluğunun bir işaretidir. Konuşmanın sırası değildir.” cevabını verdi.1
Sen kendi efendini nasıl aldattınsa bizi de öyle aldatacaksın. Onun için senin bize lüzumun yoktur.” diyerek onu ve adamlarının tamamını öldürdüler.
Olay, Cengiz Han’ı öylesine etkilemiştir ki, gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamıştır. Öfkeli durumda yalnız başına bir tepeye çıkar.76 Başını açıp yüzünü toprağa koyarak üç gün üç gece inler. Tepeden indikten sonra savaş için gerekli hazırlıklara girişir
Araplar nasıl kendilerinden başka milletlere Acem derse Türkler de kendilerinden başkasına Tâjîk derdi.
yönetimler ve yöneticiler elinde normal fonksiyonunu icra edemeyen, disiplinini kaybetmiş, isyana müsait bir yapı içinde teşkilatlanmış, hattâ durmaksızın isyan eden İslâm ordularının dünyanın en büyük istîlâcılarından birisi olarak nitelenen Cengiz ve gayet güzel teşkilatlanmış muntazam orduları karşısında duramayacağı açıktı.
Yöneticiler haris, halklar bezgin, ordular öfkeli idi.
ifade etmek gerekirs;e iç çekişmeler ve dış mücadeleler İslâm dünyasını bir kurt gibi içten içe kemiriyor, tahrip olmuş bünye dışarıdan ne kadar görkemli görünürse görünsün içi boşaltılmış bir halde hayatiyetini sürdürmeye çabalıyordu.
O dönemde Hârizmşahlar her ne kadar en güçlü İslâm ülkesi gibi görünüyorlarsa da, büyük bir iç çekişme içindeydiler.
Maalesef Müslüman devlet adamlarının birbirine güveni yoktu. Verilen sözler tutulmuyor, taahhütler yerine getirilmiyordu.
Devir öyle bir devirdi ki; gasp, yağmalama, rüşvet, yüksek mevkilerdeki memurların görevden alınıp tutuklanması ve emlaklerinin müsadere edilmesi,yahut tam aksine onca yaptığına rağmen zalimin mazlum mevkiine konması ve iltimas görmesi veya tam tersi olağan sayılıyordu.
Sultanlar, hakimler, emirler, valiler, şahneler, vezirler, sahipler, dârlar, dâdlar… Küçük büyük makam ve yetki sahibi olan fakat asla sorum1uluk sahibi olmayan hemen herkes servet biriktirmekte yarışıyordu.
Tamahkar ve açgözlü damatlarla güçlü kayınpederler arasındaki mücadeleler, tam bir ibret örneği oluyordu. Faturayı ise genelde çaresiz ve çilekeş halk ödüyordu
Türklerin anayurdu ile ilgili hâlen kesin bir sonuç bulunmamakla birlikte, Hazar-Aral sahası ile Orhun-Selenga kıyıları bu konuda önem kazanmaktadır. Moğolların asıl toprakları ise Türk ana yurdundan binlerce kilometre kuzeyde Mançurya ile Baykal gölü etrafındadır.
Otrar faciası 1218 yılında meydana gelmiştir. Harzem ülkesine giden elçilik heyeti, geri dönerek Cengiz Han’a bilgi vermişler, Cengiz Han Harzemşahlarla yapılan antlaşmadan memnun kalmıştı. Yapılan antlaşma gereğince batıya bir ticaret kervanı sevk edilmiştir. Nesevi kervanın başında bulunan tüccarların adlarının Ömer Hoca Otrari, Hammal Meragi, Fahreddin Dizeki Buhari ve Emineddin Herevi olduğunu yazmaktadır.

Cüzcani kervanda altın, gümüş, Çin ipekleri, kunduz ve samur kürkleri ile yüklü 500 deve, hepsi Müslüman 450 kişi bulunuyordu. Kervan Otrar’da durdurulmuş, mallar yağmalanmış ve kervanda bulunanlar Kadir Han adıyla tanınan28 Harzem valisi İnalcık tarafından öldürülmüştür. Kervanda bulunan mallar Buhara ve Semerkant tüccarlarına satılarak elde edilen gelir sultana gönderilmiştir.

Cüveyni kervanda bir devecinin kaçarak, bu haberi Cengiz Han’a bildirdiğini yazmaktadır. Cengiz Han bu haber üzerine itidalini ve nefsine hâkimiyetini kaybetmeyerek, babası daha önce Harzemşah Tekiş’in hizmetinde bulunan İbn Kefreç Buğra’yı iki Moğol ile birlikte Harzemşah’a göndererek olayı protesto edip, İnalcık’ın teslimini istemiştir. Harzemşah bu isteği reddederek elçiyi öldürtüp arkadaşlarının sakallarını traş ettirerek Cengiz Han’a yolladı. Bu hareket Cengiz Han tarafından Harzemşah ülkesinin istilasına sebep teşkil etti.

Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Türk ve Moğol halkları arasında bir boy adı olarak rastlanılan “Nogay” sözü, Altın Ordu Hanlığı devrinde önemli rol oynamış ve tahta çıkmadığı halde 40 yıl (1259-1299) bir hükümdar gibi devleti idare etmiş olan komutanlardan “Nogay” adından gelmektedir.
Çinggis Han’ın en büyük oğlu Cöçi Han’a, “Moğol atlılarının gidebildiği kadar” bütün batı diye verilmiş olan bu bölge, çoğunlukla eski Kıpçak yurtları idi.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Çinggis Han’ın ölümünden 1259-60’lara kadar Kağanlığın merkezi bugünkü Moğolistan’da Karakurum şehrinde olmuş ve başa üç Büyük Kağan geçmiştir. Ögedey (1229-41), Güyük (1246-48) ve Möngke (1252-59) adını taşıyan bu kağanlar zamanında Karakurum’a her bir taraftan elçiler ve Moğol İmparatorluğu’na boyun eğmiş veya onların egemenliğini kabul etmiş tabi hükümdarlar gelmiştir.
eski Semerkant şehri -bugünkü Afrasyab harabeleri- yerle bir olmuştur. Çinggis Han, 1225’te yurduna geri dönmüş; sonra da, 1227’de, Tangutlar üzerine düzenlediği yeni sefer sırasında ölmüştür.
Çinggis Han ve oğullarının yardımcıları olacaktır. Semerkant ve Buhara’yı 1120 yılında alan Çinggis Han, ordularına direniş gösterenlere karşı acımasızca davranmıştır.
Çinggis Han, Muhammed Harzemşah’tan Otrar valisini kendisine yollamasını istemiştir. Yani onu bizzat cezalandırmak istemiştir. Harzemşah’ın bu teklifi kabul etmemesi, Çinggis Han’ın batıya sefer yapmasına vesile olmuştur.
Turkan-i Moğol yani Moğolların Türkleri. Bunlar Dobun Bayan ve Alan Goa’dan önce yaşamış ve Ergenekon’a gitmiş olan Nüküz ve Kıyan’ın 51 neslinden gelen Törülki’lerdir.
efsaneye göre Çinggis Han’ın soyu “Yüce Tanrı tarafından kut ile yaratılmış Börte-çino (boz kurt) idi; eşi ise Güzel Maral (Alageyik)” idi.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Saltı cok kişinin

Köristeni bolbayt

Yani, geleneği olmayanın mezarı olmaz, demektedir.

Arap coğrafyacısı ve gezgini İbn Fadlan Volga Nehri sahillerine yaptığı gezi esnasında tanıklık ettiği, Bulgar Türklerinin cenaze törenini anlatırken Bulgarların birkaç atı da öldürerek merhumla birlikte mezara gömdüklerini belirtmektedir.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Bazı Türk boyları, çeşitli dönemlerde atın anısına heykeller yapmış, ölen atı mezara gömmüşlerdir. Eski Türklerde ölen insanın atıyla beraber gömüldüğünü arkeolojik kazılara esasen söyleyebiliriz. Arkeolog E. Elekberov Nahçıvan’ın Şerur ilindeki Şahtahtı köyünde yaptığı arkeolojik kazılar sonucu at iskeleti bulmuştur.
Atın Türkler arasında önemli yere sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Ömrü at üstünde geçen bir milletin atı sevmesi, ona saygıyla yaklaşması hatta onu uğur sembolü olarak kabul etmesi gayet doğal bir olaydır.
Koç Koyun Şeklindeki Mezarlar

Azerbeycan’dan Doğu Anadolu Bölgesine kadar geniş bir alanda görülen koç-koyun şeklindeki mezar taşları genellikle Karakoyunlu ve Akkoyunlu dönemlerine mal edilir. Karakoyunlular özellikle başkentleri olan Erciş ve civarında mezarlarını bu tür taşlarla şekillendirmişlerse de maalesef günümüze az sayıda örnek ulaşabilmiştir.

XIX. yüzyılda meydana gelen deprem sonrasında Van Gölü’nün yükselmesi ile Eski Erciş yok olmuş, günümüze kentin tarihi mezarlığı ulaşabilmiştir. Mezarlık, Eski Erciş’in 1,5 km batısında, Çelebibağı kasabası sınırları içinde bulunmaktadır.
Anadolu’da Türklerin ilk yerleşim alanlarından biri olan Erciş, Tuğrul Bey tarafından 1054’te fethedilerek Selçuklu topraklarına katılmış, şehir altın çağını Ahlatşahlar zamanında yaşamıştır. XIV. yüzyılda Karakoyunluların başkenti olan Erciş, 1514 Çaldıran Savaşı ile Osmanlı hâkimiyetine girmiş, 1548 tarihinden itibaren de Van Beylerbeyliği’ne bağlı bir sancak merkezi olarak kalmıştır.
Ölümün insan hayatının sonu oluşu kadar, ölümden sonra adının yaşatılması arzusu da, kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişinin kendisi istemiş olmasa bile, geride kalanlar, ölenin gömüldüğü mezarın üzerine birtakım semboller koyarak onun ismen ölmemesine özen göstermişlerdir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
İlhanlı devrinde şahıslara fazla önem verilmesi, zenginliğe itibar edilmesi, Ahlat’ın manevi bir çöküş içinde bulunduğunu gösterir.
Aksaray’a ilk İslâm ordusu Mervanoğlu Abdulmelik komutasında 699 yılında gelmiştir. Bizanslıların tekrar Aksaray’ı ele geçirmeleri üzerine Mervanoğlu Abdülmelik askerlerini bu havaliye göndererek Ereğli, Aksaray, Karaman ve Konya bölgelerini tekrar ele geçirmiştir. Aksaray, Arapların eline geçtiği zaman Qulonia adını taşıdığı bilinmektedir.
Aksaray ve çevresinin tarihi, çevresindeki höyüklerde yapılan kazılar ve buluntulara göre Neolitik Dönem’e kadar inmektedir.1 Antik Dönem’de Garsaura adıyla tanınan şehrin, M.Ö. 3000 yıllarında önemli Hitit merkezlerinden Karşaura ile aynı yer olduğu kabul edilmektedir.
Aksaray hemen her dönemde önemli bir yerleşim merkezi olmuştur. Bu nedenle sık sık el değiştirdiği için de pek çok kez harap olmuş ve yeniden kurulmuştur.
Otlukbeli yenilgisini takiben Tebriz’e kaçan Uzun Hasan’ın prestiji ve saygınlığı tamamen ortadan kalkmıştır. 1478 yılında onun ölümünü müteakiben devleti giderek zayıflayarak, Akkoyunlu topraklarının önemli bir kısmı, XVI. yüzyılın başlarından itibaren Safevîlerin eline geçmiştir. Safevî hükümdarı Şah İsmail’e karşı zaman zaman Osmanlılara, Dulkadırlılara veya Memlüklere bağlılığını bildirerek bu devletlerden yardım gören bazı Akkoyunlu Beyleri, bir süre de bulundukları yörede beyliklerini sürdürerek çevrelerinde mimari eserlerin yapımına katkıda bulunmuşlardır.
Oğuzların Bayındırlı koluna mensup Türkmen Beyliklerinden biri olan Akkoyunlular, öncelikle Diyarbakır ve Ergani yörelerinde kendileri gibi dağınık şekilde yaşayan Türkmen gruplarını çevrelerinde toplayarak kısa süre içinde önemli bir devlet kurmuşlardır.
Ramazanoğulları, II. Beyazıd Devri’nde Osmanlı-Memlûk savaşlarında Memlûk kuvvetlerinin yanında yer almışlardır. Osmanlıların zamanla bölgede güç kazanmaları ve Memlûk vergilerinin ağırlığı nedeniyle Ramazanoğulları beyleri Osmanlılar tarafına meyletmeye başladılar.
Ramazanoğulları Beyliği 230 yıla yakın siyasi hayatları içinde hiçbir zaman bağımsız bir devlet statüsüne erişememişlerdir. Bugüne kadar bu beyliğe ait bir sikkeye rastlanılmamıştır.
Oğuzların Üçok kolu, Yüreğir boyundan olan Ramazan Bey’in adına ilk kez 1352 yılında rastlanılmaktadır. Ramazanoğlu Halil Bey Devri’nde Osmanlı yönetimine girdikleri bilinmektedir.1
Karia bölgesini feth eden Türk ordularının başında Selçukluların bir uç beyi olan Sahil Beyi Menteşe Bey bulunmaktadır.
Aydın, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları ve Karesioğulları gibi Menteşeoğulları da Türkçeye önem vermiş, Arapça ve Farsçadan Türkçeye tercümeler yaptırarak Türkçeyi ön plânda tutan bir anlayış sergilemişlerdir
Menteşeoğulları, 1261’den 1425-26 yıllarına kadar süren varlığı boyunca Önasya olarak bilinen Anadolu’nun Antik Karia bölgesinin1 hemen tamamını ve Likya’nın da bir bölümünü Bizanslıların elinden alarak kendilerine yurt edinmişlerdir.
Menteşeoğulları Beyliği, kara ve denizlerde topraklarını ve hâkimiyet sahasını genişletmek için sürekli mücadele etmiş, ancak güney ve batısının açık deniz olması hasebiyle sadece bazı adaları geçici sürelerle kendisine bağlamış veya vergi almış, kara da ise, kendisi gibi müslüman Türkmen beylikleri olan Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Hamidoğulları ve Tekeoğulları ile komşu olması, sınırlarını genişletmesine imkân vermemiştir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflaması ve yıkılması sonrasında, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan ve adlarına “Tevâif-i Mülûk” denilen Anadolu Beyliklerinin ortak idealleri, Selçuklu sonrasında ortaya çıkan otorite boşluğunu her birinin kendi etrafında toplanacak Türkmen guruplarla doldurmak ve hatta tek bayrak, tek ad altında toplamaktı. Nitekim, bunun için uzun süre biribirileri ile hâkimiyet mücadelelerine girerek, zaman zaman savaş meydanlarında çarpışmışlar, zaman zaman da bulundukları bölgelerde giriştikleri imar faaliyetleri ile maddî ve manevî güç gösterilerinde bulunmuşlardır.
1048’de Erzurum’a kadar gelen Türk birliklerinin başında Kutalmış ve İbrahim Yınal bulunmaktaydı. Bunlar, şehrin kuzeybatısında yer alan ve ilk yerleşim yeri olan Karaz’ı kuşatma altına alıp ele geçirmişler, bu kuşatmadan kurtulanlar Theodosiopolis’e sığınmışlardır.
Saltuklular, Doğu Anadolu Bölgesi’nde 1071-1202 yılları arasında hüküm sürmüş bir Türk Beyliği’dir.
Danişmendliler ülkesinde bir taraftan Anadolu’nun ilk medreseleri kurulurken, diğer taraftan da değişik yerlerden Anadolu’ya bir çok ilim ve fikir adamı celb edilmiş ve bunların ilmî faaliyetlerde bulunmalarına imkân sağlanmıştır.
Anadolu’da ilk medreseler XII. yüzyılın ilk yarısında, Danişmendli ülkesinde ve Danişmendliler tarafından kurulmuştur.
Anadolu Selçuklularının İran kültürünün etkisinde kalmalarına rağmen Danişmendlilerin kültürel yapısının kesinlikle bunlara benzemediğini ve tamamen farklı olduğunu ifade etmek gerekir.
Danişmendlilerin, gazilik yanında Türk kültürüne ve Türkmencilik ülküsüne de büyük önem verdiği müşahede olunmaktadır. Onlar bu ülküyü kendi ülkelerinde de hâkim kılmaya çalışmışlardır
Malazgirt Zaferi sonrası ilk Türkleşme ve İslâmlaşma hareketi de Danişmend İli’nde başlamıştır. Ayrıca Danişmendlilerin takip ettikleri kültürel politikalar bu bölgede ayrı bir kültürel alt yapının oluşmasını sağlamıştır.
Danişmend İli” denilen Orta Anadolu’nun, Anadolu Türk tarihinde ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu bölge, Malazgirt Zaferi’nden hemen sonra Anadolu’da kurulan ilk Türk devleti olan Danişmendlilerin kuruluş sahasıdır.
Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’da ilk kurulan devletlerden birisi olan Danişmendlilerin (1071-1178) Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında çok önemli rolleri ve hizmetleri vardır.1 Yaklaşık bir asır tarih sahnesinde kalan Danişmendliler, takip ettikleri askerî, siyâsî ve özellikle kültürel politikalarla Anadolu Türk tarihinde önemli bir yere sahip olmuşlardır.
Danişmendlilerin kültür ve tarihleri siyasî, tarihlerinden daha fazla karanlık içindedir.
XIII. yüzyılın sonlarına kadar çok sayıda beylik kurularak, bunlar adeta Anadolu Selçuklularının çöküşünü de hızlandırmışlardır. Selçukluların yıkıldığı 1308 yılında, bu topraklar üzerinde farklı büyüklüklerde 20 civarında beylik bulunuyordu.
Türkler, 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu topraklarına gerçek anlamda yerleşmeye başlamışlar ve kısa bir süre içerisinde bu toprakların büyük bir bölümünü ele geçirmişlerdir.
Doğrusunu söylemek gerekir ise, Moğol emirlerinin rekabeti, Türkmen boy konfederasyonları ile dış güçler arasındaki itibar mücadelesi, doğu Anadolu’da büyük bir kaosun hüküm sürmesine sebebiyet vermiştir.
İlhanlıların yıkılmasını takip eden süreç içerisinde Erzurum uzun bir süre istikrarsızlık yaşamıştır. Sırası ile Moğol emiri Çobanoğlu Şeyh Hasan (1340), Muhammed Bin Eretna (1360), Karakoyunlu (1385) ve Akkoyunlu (1465) tarafından ele geçirilen şehirde devamlı değişen yönetimler güçlü bir yerel inşaat geleneği geliştirilmesini engellemiştir. İbn-i Batuta, geniş boyutu ile düşünüldüğünde, Türkmenler arasında süren kan davası nedeniyle şehrin bir harabe görüntüsü içerisinde olduğunu vurgularken, yetmiş yıl sonra Clavijo şehrin eskiden bölgenin en büyük ve zengin şehri olmasına rağmen kendi dönemi içerisinde popülerliğini kaybetmiş olduğunu yazmıştır. Gerçekten de İlhanlıların yıkılmasını takip eden süre içerisinde Erzurum’dan beylik dönemi mimarisini yansıtan hiçbir eser günümüze ulaşamamıştır.
Kısa süreli bir beylik olan Karasioğulları, Balıkesir ve Bergama’yı başkentleri olarak seçmiş fakat bağımsızlık dönemlerinden günümüze çok az şey kalabilmiştir. İbn-i Batuta da Bergamayı bir harabeler şehri olarak tasvir ederken, Balıkesir’in özellikle pazarları ile popüler bir şehir olduğunu belirtmiştir. İbn-i Batuta Balıkesir’de Cuma namazları için bir caminin bulunmadığını, böyle bir caminin inşası için girişimlerin başlatıldığını ama 1330’lardaki ziyareti sırasında bu inşaatın tamamlanmadan bırakıldığını belirtmiştir.
Anadolu’da 14-15. yüzyıllarda hüküm süren Türk Beylikleri, bir taraftan da Anadolu’nun Türkleşmesini gerçekleştirmişler, böylece Anadolu Bizans olmaktan çıkmış, bundan sonra ise Osmanlı-Türk Devleti’nin hâkimiyeti kurulmuştur.
Anadolu Selçuklularından ilk ayrılan beylik ise Eşrefoğulları Beyliği’dir.
Doğudaki Türkmen Beyliklerinden Akkoyunlulardan Uzun Hasan’ın (1453-1478) inşa ettirdiği, Diyarbakır’daki İparlı (Safa) Camii, tromplu merkezî kubbesiyle önemlidir. Siyah-beyaz kesme taş işçiliğiyle ise yerel özellikleri yansıtır. Dış pencere alınlıklarındaki dörtlü düğüm motifleriyle de Gaznelilerin Rıbat-ı Mahi Kervansarayı’ndaki (1019-20) tuğla bezemelerine kadar uzanan özelliklerin devamlılığına işaret eder.
Dulkadırlılardan Süleyman Bey’in oğlu Alâüddevle’nin 1496 yılında inşa ettirdiği Maraş Ulu Camii enine dikdörtgen plan yorumunda mihrap duvarına dik sahınlarıyla Anadolu Selçuklu Ulu Camii plan geleneğine bağlanırken, yola bağlı batı cephesinin teşkilâtıyla ve dövme demir pencere şebekelerinin günümüze ulaşan önemli örnekler olmasıyla da önemlidir. Maraş Ulu Camii minaresinin yapıdan ayrı olması ve silindirik gövde üzerindeki çokgen kuruluşlu bölümüyle Memlûk minarelerine bağlanır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir