İçeriğe geç

Ortaçağ 3 Kitap Alıntıları – Umberto Eco

Umberto Eco kitaplarından Ortaçağ 3 kitap alıntıları sizlerle…

Ortaçağ 3 Kitap Alıntıları

1228’de Mısır Sultanı Malik el-Kamil’le (1180-1238) bir antlaşma imzalanmasıyla sonuçlanır ve Kudüs on yıllığına Batılılara bırakılır. Askeri açıdan sıradışı olsa da, aforoz edi­lenlerin Haçlı Seferi olarak bilinen bu sefer, Friedrich dönemi sanatının gelişimi açısından önemli bir olay teşkil eder, çünkü imparatorun sonra­ dan benimsenip, Güney İtalya’nın sanatsal üretimi içerisinde uyarlana­cak olan kültürel ve özellikle mimari modellerle tanışmasına izin verir.
Miracles de Notre-Dame, halk dilinde yazılmış, Meryem Ana’yı konu alan şarkılar içeren 80’den fazla elyazmasından oluşan ve günümüze ulaşmış en eski derlemedir. Truver keşiş Gautier de Coincy (1177-1236) tarafın­ dan 1214-1233 arasında yazılmış ve Meryem Ana’nın mucizelerini konu alan bu uzun Fransızca şiirde (30 binden fazla mısra), metinler arasında kutsal (özellikle Meryem Ana konulu) şarkılar yer alır (aynı döneme ait Ro­man de la Rose’da [Gülün Romanı] olduğu üzere). Elyazmalarının 22’sinde müziksel entonasyon da sunulmuş olup conductus, sequentia ve truver chansonlarının bileşiminden oluşur.
Başlangıca, veba ile hayat veya bizi ilgilendiren konuya, yani veba ile sa­ nat arasındaki kesişmeye gelecek olursak, çözülmesi gereken düğüm ta­rihte değil, tarihyazımında aranmalıdır. Bu düğüm, 1951 ‘de Princeton’da yayımlanan dahiyane ve son derece ilginç bir kitap olan Millard Meiss’ın After the Black Death[Kara Ölümün Ardından] kitabından kaynaklanmış­ tır. Bu eserde başrolü oynayan 1348’in Kara Vebası, XIV. yüzyılın ikinci yarısında Floransa’da sanat alanında yaşanan gerilemenin ardındaki be­lirleyici faktör olarak görülür. Amerikalı araştırmacının veba salgını sonrası ile ilgili bu teorisinde haklı olup olmadığı, aslında o yıllarda yeni sona ermiş dünya savaşından etkilenmiş olmasının mümkün olup olmadığı çok tartışılmıştır. Başka bir deyişle, Meiss’in kara vebanın bitişinden sonra Floransa resim sanatın­ da izlediği aşkın ve teokratik, yeni orta çağcı ve Giotto karşıtı eğilimin, Meiss’in çağdaşı olan figüratif eğilimlerin bilinçaltındaki yansıması ola­rak mı görülmeliydi? Sanki savaş sonrası Amerikan resminin soyut eği­limi Meiss’ı, Andrea Orcagna ve Floransa’daki müritlerinin meta-tarihi (ve doktrinci ve muhafazakar) resimlerini benzer şekilde yorumlamaya it­mişti. Burada söz konusu olan, 1343-1368 arasında faal bir mimar, oyma sanatçısı ve ressam olup, Floransa gotik stilinin ritüel, karmaşık ve son derece süslü bir yorumunun başkahramanı olan ve Orcagna olarak bili­nen Andrea di Cione’dir.
Yüzyıllarca süren bir aradan sonra vebanın Batı dünyasında ilk defa ve korkunç bir düzeyde yeniden ortaya çıktığı 1348 salgını, Floransa’nın kültürel gelişiminde bir durgunluk dönemine yol açar. Resim alanında Giotto’nun yeni figüratif sentaksı gibi örneklerle kendini gösteren şeh­ rin öncü işlevi, Masa, Bemardo Daddi ve Andrea Pisano gibi büyük sa­natçıların(Siena da da Ambrogio ve Pietro Lorenzetti’nin)ölümüne yol açan bu salgının yıkıcı gücünden etkilenir. Dolayısıyla veba salgını bir tür dönüm noktası olur. Salgını XIV. yüzyılın ikinci yansında sanat ala­ nını akıldışı ve teokratik dürtülerin nitelediği bir dönem izler. Ancak son zamanlarda yürütülmüş araştırmalarda, veba salgınıyla Toscana’nın kiliselerinde ve mezarlıkların da bulunan fresklerdeki Ölümün Utkusu şeklindeki ekspresyonist tasvirler arasında herhangi bir bağlantı olduğu fikri çürütülmüştür.
XIIIve XIV, yüzyıllarda Batıdaki bir sanat kanonunun olu­şum sürecine odaklanmak gerekirse, resim sanatının öncelikli olduğu ve itici güce sahip olduğu, Doğu Bizans İmparatorluğu ile tarihi döneminin sona erdiği görülür. Resim alanında (ve ondan da önce oyma sanatında) gerçek zamanda ve mekanda yaşanmış tarihi olayların temsili, ideolojik amaçlarla felsefe ile teolojinin özdeşleştirilmeye, dolayısıyla da tarihi aşan, ebedi olarak geçerli gerçekliğin veya deneyimin yansımasını değil de orantıları, simet­rileri ve ahengi temel alan bir imgenin geliştirilmeye çalışıldığı Bizans ikonalarının hiyeratik sabitliğine tezat oluşturur. O dönemde tanımlandığı haliyle Batı dünyasının temelinde yatan dü­şünce, klasik ve geç antikçağın geri kazanımına dayalı ve özellikle oyma sanatında kendini gösteren bir tarih bilincidir. Ancak bu dönemin ana olgusu, edebiyat dünyasını da niteleyen olguyla aynı olup yeni bir yerel dilin doğuşudur; bu dil dünyanın zihinsel veya aşkın değil, elle tutulur ve dünyevi boyutuna bağlıdır, klasik, geç Roma, Barbar ve Bizans biçimlerinin yeniden işlenmesini temel alır, ama son derece özgün bir dili vardır. Özellikle Batının, romanesk ve gotik dönemin figüratif dili açısından anıtsal sanatlar ın yeniden öne çıkmasına izin veren, geç antik kültür geleneğinin sürekliliğidir. Bu durum her şeyden önce mimarlık alanında söz konusudur; tarihi sürekliliğin anısı, Giotto’nun(1267-1337) sanatının temelinde yatan biçimin rasyonalizasyonu sürecini harekete geçirir. Avrupa’da resim sanatının Bizans’ın kozasından çıktığına işaret eden, XIII. yüzyıl sonlarının en üstün yaratıcı değerlerini niteleyen Batılı yönü ortaya çıkaran Giotto’dur.Ve yeni bir biçim kanonuna dayanan kültür ege­menliğini dayatan da Giotto’dur; Toscana’nın sınırlarını aşan ve (tarihçi Giorgio Vasari’nin tanımına göre) çok yumuşak ve çok birleşik bir resim sanatını temel alan Giotto’nun imparatorluğu Umbria ve Lombardiya, Padova ve Rimini, Napoli ve Roma gibi, birbirinden uzak ve farklı, ama Dante’nin dil üzerinde yürüttüğü eyleme paralel şekilde, ortak bir dile sahip bölgelere ulaşır. Dante ile Giotto sanatçının tarihi bir şahsiyet olarak kendini kabul ettirdiği ortaçağın sonbaharının temellerini inşa ederler; din ile dünya konusunda belirli bir görüşe sahip oldukları gibi, daha spesifik alanlar­da mekan, doğa ve duygular konusunda daha yeni ve öznel bir algıya da sahiptirler,
Doğunun cazibesine kapılan Batı ortaçağı fikri yeniden ortaya atılır. Öyle ki, Verona Müzesinin o dönemki müdürü, mezarı taçlandıran, anonim bir heykeltıraş tarafından yapılmış, Cangrande’nin ata binmiş gizemli heyke­li karşısında şöyle der: Cangrande ile oldukça küçük duran atı arasında­ ki klasik, hatta Germen geleneğine ait ata binmiş kahraman heykellerine kıyasla çok farklı duran olağanüstü ilişkiyi, hayvanla savaşçıyı birbiri­ ne bağlayan bu sembiyozu çok çarpıcı buldum; aklıma Campidoglio’da­ ki Marcus Aurelius’un veya Bamberg süvarisinin ihtişamından ziyade, steplerin hızlı atlılarının geldiğini itiraf etmeliyim (Licisco Magnato, Le stoffe di Cangrande: ritrovamentie ricerche sui tessuti del ‘300 veronese[Cangrande’nin Kumaşları: Verona’da Keşfedilen, XIV. Yüzyıla Ait Doku­ malar Üzerine Araştırmalar).1983).
Merkezi Fransa olan engin Neo-Latin dünyasında gotik mimarlık, Batı kültürü açısından temel rol oynayacak ve Bizans hakimiyetinin son iz­lerinden, zamandışı ve teokratik yapısından kurtulmayı sağlayacak bilgi sisteminin referans noktası olarak ortaya çıkar ve bu döneme hakim olan gelişme ekseni belirler. Ancak bu dünyanın -söz konusu olan XIII ve XIV. yüzyılların- zenginliği ve karmaşıklığı açısından Batı uygarlığıyla Doğunun egzotik sembolojisi arasındaki iç içe geçmiş bağlantıları ve klasik dönem mirasının Asya’nın süsleme gelenekleriyle karşılaşmasından doğan biçimsel, verimli ve yara­tıcı etkileşimleri göz ardı etmek indirgemeci bir bakış açısı yaratacaktır.
Dönem dönem melez yaratıklara, canavarlara ve mucizelere merak salan, akıldışı hayal ürünlerine ilgi duyan romanesk ikonografisinden sonra, or­taçağın son dönemi gotik dönemde, doğayla, hayatla, gerçeklikle ayrıca­lıklı bir ilişki kurulmaya başlanır
İbn Battuta (1304-1377) otuz yıldan kısa bir sürede İslam hakimiyetindeki bütün toprakları, Çin, Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı gezer.(1325-1354)
Leonardo Fibonacci’nin (ll70-1240’dan sonra)Liber abbaci [Hesap Kitabı) adlı eseri Arap sayı siste­minin Avrupa’ya yayılmasını sağlamıştır. Üniversitelerin büyük katkıda bulunduğu kütüphanelerin gelişme süreci sonucunda bilgiyi daha sistema­tik bir şekilde sunma ihtiyacı ortaya çıkar; Thomas Aquinas’ın (1221-1274) felsefe ve teoloji alanındaki Summa [Derleme) eserleri bu türden çarpıcı örneklerin başında gelir.
Latin kökenli dillerdeki ilk alegorik şiir örnekleri XII.yüzyıl sonlarında Fransa’da ortaya çıkar; Latince vaaz ve tefsir geleneğine dayanan bu din­sel metinler arasında Kitabı Mukaddes’in halk diline tercümeleri yer alır; bu eserlerde kutsal metinlere getirilen yorumlar geliştirilip bağımsız ale­gorik anlatımlara dönüşür. Sistersiyan keşiş Helinant de Froidmont’un (y. 1160-y. 1229) ölümün karşı konulmaz gücünü konu eden Vers de la mart [Ölüm Mısraları) ağıdı bu türe girer.

Ancak asıl alegorik şiir türü, XII. yüzyılda Chartres ekolünün şair-filo­zoflarının Latince eserleri sayesinde canlanır; bunların arasında yer alan Bernard Silvestris’in (XII. yüzyıl) Cosmographia[Kozmografi]ve Alain de Lille’in ( 1128-1203) De planctu naturae [Doğanın Ağıtı Üzerine) veya Anticlaudianus [Claudianus’a Karşı) eserleri, felsefi alegori ile Kitabı Mukaddes’in Hıristiyan tefsiri arasında bir sentez yapar. Bu metinlerde yeniden ele alınan, geç antikçağa ait büyük eserlere özgü özellikler arasında psycomachia, yani kişileştiril­miş Erdem ile Ahlaksızlıklar arasındaki çatışmaların yanı sıra, alegorik biçimde didaktik içeriklerin ve kişileştirilmiş soyut kavramlarla eğitici öğretilerin sunulması vardır.

Didaktik manzum üretim, üniter bir edebi modele dayandırılmaz ve ayrım gözetmeksizin çok çeşitli bilgi alanlarına uygulanır; XIII ve XIV. yüzyılların alegorik şiirise, Chartres ekolünün Platoncu, Latince şiirle­rinden kaynaklanan belli stillere -örneğin kişileştirme ve psycomachia­ dayanır. Başlangıçta dinsel nitelikte olan alegorik şiirler, giderek seküler hale gelir ve özellikle aşk temasını işlemeye başlar.
Arthur dizisinin içeriği, Continuation Gauvain, Chretien de Troyes’nın (faal olduğu dönem 1160-1190) Conte du Graal’in [Kutsal Kasenin Hikayesi] ikinci kısmını adadığı Arthur’un yeğeni Gawain’in ma­ceralarını konu alır, Continuation Perceval’da [Perceval’in Devamı] (veya İkinci Devamı) ise, Perceval nihayet Kutsal Kasenin muhafızı olmak için izin ister ve Balıkçı Kral’ın yerini almayı başarır. Dizinin merkezini oluş­ turan Lancelot propre [Asıl Lancelot] aşk ve Kutsal Kase temalarının iç içe geçtiği, uzun ve karmaşık bir romandır. La Oueste [Arayış] ve La Mart le roi Artu [Kral Arthur’un Ölümü] metinler arası ilişkilerin çok karmaşık ol­masına rağmen, bu dizinin devamı sayılır. Kral Arthur dönemine ilahi bir önsöz olarak Arimathealı Yusuf ailesinin konu alındığı Estoire del Saint Graal [Kutsal Kasenin Hikayesi] ise, bu diziye giriş olarak görülebilir. Ro­bert de Boron, yaklaşık 1200’de yazdığı manzum romanda Kutsal Kaseyi Kudüs’ten İngiltere’ye getirmekle (ve seküler Kaseyi kesin olarak Hıristi­yanlaştırmakla) anlamlı bir aktarım gerçekleştirir, böylece translationes imperii [imparatorluğun aktarımı] ve translatio studiiye [bilgi aktarımı) paralel olarak translatio religionis de [din aktarımı) gerçekleşmiş olur.
Ortaçağ kültürünün en önemli isimlerinden biri olan Dante Alighieri, eserlerinde bu kültürün hem özetini sunar hem de onu aşar. Yeni Hayat adlı prosimetrum eserde Stil Novonun ardında yatan nedenleri hayata geçirdikten sonra hiciv, petrose ve doktrin amaçlı şiirler gibi farklı stil­lerde lirik şiir denemelerinde bulunur. Halk dilinde yazdığı Convivio adlı felsefi inceleme yazısında doktrin konusundaki yorumlarını sunarken, De vulgari eloquentia’da retorik ve şiir sanatı konularını inceler. Militan tutumu nedeniyle ölümüne kadar yirmi yıl boyunca Floransa ‘dan sür­ gün edilen Dante, siyaset konusunda Latince olarak Monarchia adlı bir inceleme yazısı yazar. Siyaset teması, öte dünyaya yaptığı yolculuğu an­ lattığı ve öte dünya bakış açısıyla gerçekliği tasvir ettiği, baş döndürücü bir stil çeşitliliğine sahip, geniş kapsamlı ve ansiklopedik bir manzum eser olan İlahi Komedya’da da işlenmiştir.
Politik şiirler, şairlerle iktidar arasında oluşan ilişkinin etkisinde gelişir ve çok farklı biçimler ve edebi türler yoluyla ifade bulur. Şairler konu edi­len olaylarda doğrudan rol oynayabilir veya bir sanat hamisinin siparişi üzerine konuyu işliyor olabilir. Şarkı, balad ve sone gibi geleneksel lirik şiir vezinleri veya sirventes biçimi temelinde yazılan politik şiir, tarihi olaylarla sıkı sıkıya bağlantılı olup bu olayları eleştirel, yüceltici veya ta­mamıyla tarihsel açıdan inceler
Trubadurların lirik şiiri, modern Avrupa’nın ilk şiirsel ve kültürel akı­mıdır, Fransa’nın güneyindeki saray çevrelerinde ortaya çıkan bu a­kım, kısa sürede uluslararası hale gelerek kuzeyde lngiltere, İsviçre ve Almanya’ya, doğuda Macar saraylarına, batıda İber yarımadasının çe­şitli saray çevrelerine, güneyde de Kuzey İtalya’ya ve ardından Suebyalı II. Friedrich’in Sicilya’sına kadar yayılır.
Bu profesyonel çevre kısa süre içinde yeni bir klasisizm akımını teşvik eden elit kültüre dönüşür. XIII ile XIV. yüzyıllar arasında İtalya’nın tama­mında rastlanan bu türden sayısız örnek arasında Friedrich döneminde Sicilya’da Pier delle Vigne (1190-1249), Napoli’de Paolo da Perugia (?-1348), Roma’da Landolfo (1250-1331) ve Giovanni Colonna (1298-1343), Toscana’da da Geri d’Arezzo (1270-1339) yer alır. Ancak klasik yazarla­rın yeniden rağbet gördüğünün en önemli göstergeleri, özellikle Alp Dağ­ larının kuzeyindeki kültürle doğrudan temasla, saygın üniversiteler(Bo­logna ve Padova) ve zengin kitap koleksiyonlarının (Verona Din Meclis Kütüphanesi ile Pomposa Manastır Kütüphanesi) katkısıyla giderek can­lanan Lombardiya-Veneto bölgelerindeki şehir devletlerinde görülür. Ö­zellikle Padova, hakim Lovato Lovati (1241 -1309) ile çevresinin antikçağ ve filoloji alanlarında yürüttüğü araştırmaları temel alan ve hümanizm belirtileri göstermeye başlayan bir estetiğin yayıldığı bir merkez haline gelir. Kısaca antikçağ tutkusu olarak tanımlanabilecek rotayı Lovato belirler; bu sürece unutulmuş metinlerin yeniden keşfe­ dilip uyarlanması da (Catullus, Lucretius, Martialis, Properti­us, Tibullus, Valerius Flaccus’un eserleri, Livius’un IV. kitabı, Horatius’un Carmina’si [Şiirler), Ovidius’un Ibis’i, Seneca’nın trajedileri, Statius’un Silvae eseri), Titus Livius’un kitabesinin ve Padova’nın efsane­vi kurucusu Antenor’un mezarının günışığına çıkarılıp gerçekliğinin ka­ nıtlanması da dahildir. Böylece klasik yazarların taklidi yoluyla, Latin şiirinin yerel dillerdeki şiire üstünlük sağlaması amaçlanır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hümanizmin kökleri XIII. yüzyıl ortalarına, İtalya’daki şehir devletleri­ ne ve siyasete olan tutku ile antikçağın yeniden keşfedilmesi arasındaki kesişmeye uzanır. Şehirler klasik döneme uzanan geçmişleri konusunda yarışıp kahramanlıkların anısını, geçmişte yapılanları andıran anıtsal yazıtlar yoluyla yaşatırken, Roma hukuku ve klasik yazı(dictamen) ala­nındaki kursları teşvik eden okullar ve üniversiteler, hocalar ve başpis­koposlarla birlikte ülkenin kamusal hayatını ayakta tutan hakim ve noter sınıfını yetiştirir.
Arkeologlar tarafından Mançurya’nın Helionjiang eyaletinde bulunmuş olan tüfek 1288 yılına aittir; 30 cm’den biraz uzun olup 3,5 kg ağırlığında­ dır, kalibresi standarttır, nişan almak için küçük bir delik vardır ve patlama odası, silahın onu kullanan kişinin elinde patlamasını engellemek amacıyla güçlendirilmiştir. Dünyadaki bu en eski tüfek örneği, X. Y.Y itibaren Çin’de yaygın olarak kullanılmış olan ve bambu kamıştan, alev saçan sila­hın teknik evrim geçirmiş bir halidir. Metal toplar da, alev saçan silahların en sağlam ve uzun ömürlü versiyonudur. Prototiplerinin patlayıcı olarak kabul edilen Çin topları bronzdan yapılırdı, uzunluğu 90 cm’ye kadar ula­ şabilirdi ve metal çemberlerle güçlendirilirdi; 25 kg kara barutla dolduru­lan bu topların 300 adımlık mesafeye kadar fırlattığı mermiler (başlangıç­ta ateşli oklar veya ateşlenmiş bombalar), XIll. yüzyıl ortalarına ait bir metnin de tanıklık ettiği üzere, hem insanlar hem de atlar açısından öldürücü bir etkiye sahipti.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Romalılar sanatsal cam ve renkli cam parçalarından mozaik üretimin­ de çok yüksek düzeylere ulaşmıştı; yiyecek ve ilaçların muhafazasında cam kapların metal ve kil kapların yerini alması, kültür dünyasını da il­gilendiren, devrim niteliğinde bir gelişmeydi. Yakıcı ve yansıtıcı nesneler, hedeflenen etkileri yakından incelemek için simya ve basınç cihazları, he­nüz bir ölçüde işlenen küreler ve mercekler, camın bilimsel araştırmalar açısından ne kadar olağanüstü özelliklere sahip olduğunu gösteriyordu. Yunanların felsefe alanındaki derin kuramsal faaliyetleriyle görmeyi dü­zenleyen mekanizmalar ve cam sanatının ürünleri arasındaki ilişkiler, anatomistlerin insan gözünün bazı kısımlarından söz ederken cam termi­nolojisine başvurmasına neden olur. Akdeniz havzasında bulunmuş sayı­sız düz-dışbükey mercekler ve küçük yazıları büyütmek için su dolu şeffaf cam küreleri kullanma adeti, bu malzemenin görme becerisini modifiye etme kabiliyetinin anlaşıldığını kanıtlar. Buna Seneca’nın (MÖ 4-MS 65), çocukların güneş ışınları vurduğunda, düz bir yüzeye gökkuşağının renk­lerini yansıtan prizmalarla oynama adetinden söz edişini de ekleyebiliriz. Cam sanatıyla kuramsal faaliyetler bir araya gelince bazı teorilerin de­neysel olarak doğrulanması mümkün hale gelir.
Mısırlılar, Fenikeliler, Yunanlar ve Romalılar denizleri aşmak için her türlü yelkenli ve kürekli tekneden yararlanırlardı. Deniz ulaşımı genelde kıyılara yakın gerçekleştirilse de, bazen açık denizlerde yol almak gerek­liydi. Dolayısıyla pusulanın icadından önce, gökcisimlerinin gözlenmesi ve yılın farklı dönemlerindeki konumu denizcilikte kullanılan en önemli rehberlerdi.
Ibnü’l-Cezeri’nin makineleri ise fayda ile eğlen­ceyi bir araya getirir: suyla çalışan saatler, bağımsız olarak hareket eden kayıklar, bardakların içine içecek döken heykel­ler, bir öküz tarafından harekete geçirilen mekanizma yoluyla tarlaları sulamaya yarayan makineler ve bir hekimin bir hastadan aldığı kanın miktarını ölçmeye yarayan makineler, yazarın mekanik teknoloji ko­nusunda sahip olduğu ve çağdaşlarına göre eşsiz olan bilgileri göstermek için sunduğu cihazlardan sadece birkaçıdır.
Eukleides (MÖ III.Y.Y) ile Archimedes’in(MÖ 287-212) araştır­malarına ve İbnü’l-Heysem’in eserine dayanan Witelo(XIII. yüzyıl), ışığın su yüzeyiyle karşılaştığı zaman ne olduğuna ve irisin renkleri üzerine çok doğru önseziler geliştirir ve güneş ışınlarının vurduğu aynalar ve mercek­lerle önemli deneyler yürütür.
XIV. yüzyıl ortalarında, göreceli bir refah döneminden sonra Avrupa halkının tamamının hayatı, daha önce görülmemiş boyutta bir salgın yüzünden alt üst olur; salgının derin etkileri sadece demografik, eko­nomik ve toplumsal düzeyde değil, zihniyet, sanat ve edebiyat ve tabii tıbbi bilgiler ve uygulamaları üzerinde de kendini gösterir. Veba kara sıfatının kullanıldığı metinlere ancak XVII. yüzyıldan itibaren rastlanıl­maya başlanır, ama muhtemelen daha önceki yüzyıla aittir- tamamıyla yeni bir hastalık değildir, ama geç antikçağdaki salgınların hafızası yok olduğundan, hastalığa tanık olanlar üzerindeki etkisi çok büyük olur.
Montpellier Okulu, Avrupa’nın en eski tıp okulları arasında olup Salerno Okulunun doğrudan varisidir, Fransa’nın güneyinde, Languedoc bölge­sinde bulunan bu okul, Yahudi (Yahudilere eğitim vermenin yasaklanmış olmasına rağmen)ve özellikle İslam olmak başta üzere, Akdeniz’in farklı kültürlerinin etkisi altında kalır. XII yüzyıl ortalarından itibaren etkin olan ve XIII yüzyıl başlarında örgütlenen okul, ilk tüzük sahibi olan ku­rumlardan biridir, Ancak İtalya bu yüzyıllarda aynı zamanda kentsel tıbbın mekanıdır; hekimler ve genel anlamda şifacılar kentsel ve siyasal alanda da görünürlük kazanıp, Thomasçı kökenli bir ifadeyle vita activa civilis olarak bilinen alanda öne çıkar.
İbn Sina’nın Kanun adlı eserini temel alan ve Avrupa’nın tamamında geçerli olan rehber tarzı bir metin külliyatının oluşumu vardır. XIII. yüzyılda Kanun üzerine yorumlar, tıp eğitiminin temelini oluşturur; 1260’lı yıllardan itibaren standart hale gelen bu külliyat sadece metinleri değil, metinleri konu alan yorumları da içerir ve bu şekliyle Bologna Üniversite­sinde Thaddaeus Alderottus (1215-1295)ile Mondinode Liuzzi tara­fından benimsenir, Paris ve Montpellier üniversitelerinde de kullanılır. Zaten XIII. yüzyılın ikinci yarısında bu merkezlerle daha küçük eğitim merkezleri arasındaki nirengi ağları ve yoğun ilişkiler sadece didaktik metinleri veya geniş öğrenci topluluklarına yönelik metinleri temel al­maz. Nitekim Galenus’un eserlerinin ve tercümelerinin gözalıcı baskıları dolaşıma girmiş, yüksek sınıfların tüketimine ve studium çevrelerinin yanı sıra alimler arasındaki tartışmalara da açılmıştır.
Avrupa kültürü XIII. yüzyılda İslam aleminin simya alanındaki dokt­rinlerinden özellikle Metalurjiyle ilgiliolanlarını benimser. Latin Batıda hem simyacılar hem de doğa filozoftan, o ana kadar hakkında fazla bilgi sahibi olmadıkları Arap geleneğine ait çeşitli kuramları, Aristoteles ta­rafından yeterince ele alınmamış olup sadece Plinius’un Naturalis His­toria ve Sevillalı İsidorus’un Etymologia eserleri ile Bizans kaynaklı la­pidariumlara dayanan mineraller alanındaki bilgilerini geliştirmek için bir fırsat olarak görürl
Hem İslam aleminde hem de Latin Batıda astroloji saray çevrelerinde çok yaygındır. Astrologlar emirlere de, komutanlara da savaş alanlarında eşlik eder ve önemli kararlar öncesinde onlara danışmanlık yaparlar. II. Friedrich’in (1194-1250/1220)sarayında faal olan Michael Scotus (y. 11 75-y. 1235), astroloji konusunda inceleme yazı­ ları yazmış, Arapça astroloji eserlerini tercüme etmiştir,
Hakiki astrologlar beşeri olayları kesin bir şekilde bildiklerini id­dia etmezler, yıldızların etkisinin bedenlerinasıl modifiye edebileceğini, bu etkinin ruhlara nasıl yansıyabileceğini ve özgür iradeleri değişime uğ­ramamasına rağmen, insanları nasıl belli bir şekilde davranmaya itebile­ceğini belirlemekle yetinirler

R. Bacon

Farabi (870-950), İbn Sina (980-1037), İbn Rüşd (1126-1198) ve İbn Haldun (1332-1406)gibi belli başlı bazı filozof ve teologlar tarafından çeşitli şekillerde eleştirilir. İbn Haldun astrolojinin din ve devlet açısından tehlikeli olduğunu, bilime de aykırı olduğunu öne sürer. Kindi (?-873) astroloji için sağlam bir fizik ve teoloji temeli sağlar. Gökküreler, Tanrı’nın dünya üzerindeki etkisini gerçekleştirınek için başvurduğu araçlardır; dünya üzerindeki olayların hepsi, yıldızların etkisiyle gerçekleşir. Bu etkiler, gökcisimlerinden ışın gibi yayılır ve dünyanın belirli noktalarını hedef alır
Klasik Yunan kültürünün yabancı olduğu astrolojinin kökeni Yakındoğu’ya uzanır ve Helenistik çağda yayılmaya başlar. Platon’un (MÖ 428-427 -348/347) öğrencisi Eudoxus(MÖ 408-355) astrolojinin Mezopotamya’nın astrologları olan Keldanilerden kaynaklandığını reddetse de, bir başka öğrencisi olan Philippus Opuntius (MÖ IV. yüzyıl), Platon’un Yasalar adlı eserinden sonra yazdığı XIII. kitapta Yakındoğu’nun astroloji alanındaki bilgilerine hayran olduğunu belirtir. Aristoteles’in (MÖ 384-322) felsefesi de, astrolojiyi kabul etmezse de, evrenin merkezinde bulunan dünyada gerçekleşen bütün değişikliklerin gökcisimlerinin ha­reketinden kaynaklandığını öne sürmekle astroloji alanında sonradan yer alacak gelişmeler için kuramsal bir temel oluşturur. Katı bir kozmik belirlenimciliği savunan Stoacılar-Rodoslu Pa­ naetius (MÖ 185- 109) dışında- astrolojiyi destekler, kuşkucu Carneades (MÖ 214-129) ise astrolojiyi şiddetli tartışmalara konu eder. Carneades’in astrolojiye karşı argümanları sıradan olmaktan çok uzaktır. Her şeyden önce insanların doğum -hatta rahme düşme- tarihleri kesin olmadığı za­man yıldız haritaları oluşturmanın zorluklarından söz eder; ikinci olarak astrolojik kehanetlerin değerine inanmaz, çünkü aynı anda aynı yerde doğmuş olan insanların kaderleri apayrı olabilir, halbuki farklı günlerde dünyaya gelmiş insanlar aynı kaderi paylaşabilir. Kuşkuculuk ve Epikü­rizm dışında tüm felsefi ekoller astrolojiyi kabul eder. Hermetik metinler, astroloji doktrinlerinin başlıca araçlarından biridir. Astroloji Roma top­lumu içerisinde de yayılarak önem kazanır; şair Manlius (I. yüzyıl) astro­lojiyi yüceltir, insan hayatının yıldızların hakimiyetinde olduğunu öne sürer ve değişmez ilahi düzene paralel şekilde insanlar arasında da kader tarafından belirlenmiş ve bundan dolayı değişmesine imkan olmayan bir hiyerarşinin söz konusu olduğunu söyler. İskenderiyeli astronom Klaudios Ptolemaios’un(II. yüzyıl) Tetrabiblos[Dört Kitap] adlı eseri, Hristiyanlık döneminin başlarında astrolojiyi sis­tematik bir şekilde ele alan ilk önemli inceleme yazısıdır; bu eserde yıldız­ların fiziksel etkilerinin (örneğin hava ve iklim üzerindeki etkileri) yanı sıra, insanların hayatları ve eylemleri üzerindeki etkileri de tarif edilir. Ptolemaios’a göre, yıldız bilimi iki bölüme ayrılır: Birincisinde gökcisim­lerinin konfigürasyonları ve hareketleri incelenir; birincisine bağlı olan ama kuralları o kadar katı olmayan ikincisinde ise, yıldızların özellikleri ve konumları göz önüne alınarak dünyada gerçekleşecek olaylar öngörülmeye çalışılır. Astroloji Roma toplumunda çok kapsamlı bir şekilde, bütün sınıflar arasında yayılır; yıldızla­rın gücünü çektiğine inanılan nazarlıklar ve tılsımlar her yerde yaygın olarak kullanılır. Resmi olarak astrolojiye karşı olan Romalı impa­ratorlar bile bu alanın büyüsüne kapılarak, sık sık astrologlara başvurur­lar.
Hristiyan aleminin Yunan matematiğine yeniden duymaya başladığı il­ginin düzeyi, felsefi ve bilimsel metinlerin Arapçadan tercümesinin XII.yüzyılda sona ermeyip, bir sonraki yüzyıl boyunca sürmesinden de an­laşılır. Hatta bu dönemde, Arap metinlerinde ortaya çıkan zorlukları ve belirsizlikleri aşmak için bazı eserler birden çok defa tercüme edilir veya Müslüman yazarların yararlandığı orijinal Yunan kaynaklar araştırılma­ya başlanır. Matematik konulu metinlerin içerikleri açısından daha dene­ yimli hale gelen Avrupalılar, Batı kültürünü XVII.yüzyıla kadar etkileyecek olan eserlerden bazılarını daha derinlemesine ele alabilecek hale gelir.
XI.yüzyıldan itibaren şehirlerin büyümesi ve zirai ve ticari alışverişlerin yoğun olarak gerçekleştiği küçük kent merkezlerinin sayıca artması, bilgi­ nin geliştirildiği ve yayıldığı çok sayıdaki merkezin gelişimine katkıda bulunur. Ancak Kiliseye bağlı kurumlar, kentsel ve aristokrat elitlerin olu­şumunda başrol oynamaya devam eder. Din meclislerine ve piskoposluk­lara bağlı okullar, yeni oluşan şehirlerin surları içerisine yerleşen farklı tarikatlara bağlı manastırlara paralel olarak faaliyet gösterir. Üniversite­lerin doğuşu, ülkeden ülkeye büyük farklılık gösteren karmaşık bir olgudur.
Aristoteles’in siyaset üzerine eserlerinin de yeniden keşfedilmesiyle Hristiyan Avrupa’da gerçek anlamda siyasal düşüncenin gelişmeye başla­ması XIII. yüzyılı bulur; bu yeni yazı türünün amacı, oluşumu ve gelişi­mi incelenmesi gereken belli bir doğal olgu sınıfı olarak görülen siyasal organizmaların ömrünün çeşitli yönlerini bilimsel araştırmalara tabi tutmaktır. Bu düşüncenin gelişimine, iktidarın aşağıdan, halktan kay­naklandığına dair bir algının giderek yayılması eşlik eder ve onunla iç içe geçer. Bu süreç yönetilenlerle yönetenler arasındaki ilişkiye yönelik algıyı köklü bir şekilde değiştirir, ama ondan da önemlisi, birçok yaza­rın ruhsal iktidar ile dünyevi iktidar arasındaki ilişkiler konusundaki düşüncelerinde değişime ve dünyevi iktidarın Kilisenin kontrolünden kurtulmasına yol açar.
Dünya düzeninin bilinci, eskiden beri Yaradan’ın varlığına dair hipote­zin en sağlam kanıtlarından biri olagelmiştir. Evrenin yapısı ve düzeni, Tanrı’nın varlığının ve kudretinin tezahürleri ve özgür eylemiyle yarattı­ğı en mükemmel eser olarak görülür. Ortaçağ geleneklerinde de yer alan bu tarz yorumlar, Tanrı’nın ve dünya üzerindeki kudreti ile etkisinin im­gelerinin tarihini oluşturur.
XIV.yüzyıl ortala­rında Kutsal Roma Germen İmpara­torluğu Avrupa’nın en önemli devleti olmaya devam etse de, artık ev­rensellik iddiası kalmamıştır ve im­paratorun rolü de giderek küçülmüş­tür. Bu dönemde Avrupa’nın başka devletlerinde monarşik iktidar giderek güçlenir ve sınırları da tanım­lanmaya başlanan bu devletlerin modern çağda oynayacakları rol­lerinin temelleri atılır. Giderek daha bölük pörçük du­rumda olan ve iç savaşlardan dolayı zayıflayan İtalyan yarımadası bu bağ­lamda bir istisna oluşturur.
XIII. yüzyılda Yunan ve Arap metinlerinin de tercümesine bağlı olarak ruhun yapısına ve işlevlerine gösterilmeye başlanan önem, tutkulan ko­nu alan ve sistematik yapısı Thomas Aquinas tarafından geliştirilen bir düşünce şeklinin doğmasına neden olur
Ortaçağ düşüncesinde bilgi meselesi üzerine geliştirilmiş farklı episte­molojik modeller bir bütün olarak iki temel doktrinden ve bu doktrinle­rin yansıttığı iki farklı kuramsal gelenekten kaynaklanır:Bir yanda Yeni Platoncu-Augustinusçu model, diğer yanda Latin Batıda Yunan peripa­tetik felsefeyle Arapça şerhlerinin yayılması sayesinde gelişmiş olan Aris­totelesçi model.
Kindi (?-873) ve Farabi (870-950), Afrodisiaslı Alexander’in akıl ile bedenin biçimi olarak ruh arasındaki ilişkinin doğasına getirdiği yorumu geliştirmeye eğilimlidir. İbn Sina’nın (980-1037) ve İbn Rüşd’ün (1126-1198) yorumları ise ileride Hristiyan Batıda hararetli tartışmaların, hatta bazen şiddetli doktrin eleştirilerinin yaşanmasına neden olacaktır. Her ikisi de Alexander’in yorumlarını temel alsa da farklı sonuçlara va­rırlar; İbn Sina’nın Yeni Platoncu sentezi etkin akıl ile akılla bağlantılı olan bireysel ruhun ölümsüzlüğü kavramları arasında herhan­ gi bir çelişki görmezken, İbn Rüşd ilahi bir doğaya sahip olup, insanın ruhundan ayrı olan aklın tek olduğu algısına eğilim gösterir. Ancak bu yorumdaki argümanın özgünlüğü, sadece etkin aklın değil, anlaşılabilir olanların ancak fail aklın aydınlanması sayesinde etkin hale getirildiğin ve soyutlama eğilimiyle özdeşleştirilen mümkün aklın da bütün insanlar için tek olduğunun öne sürülmesinde yatar. Dolayısıyla bireysel ruh, biçi­mini teşkil ettiği bedenin ölümüne kadar bilgiyi bir deneyim gibi benim­ serken, ölümsüzlük özelliğine sahip olan ortak akıldır, çünkü tekil olanın bilgisi bireyle birlikte ölürken, insanlık tarafından elde edilen bilgi, her şeyin bağlı olduğu Tanrı gibi ebedidir.
Ortaçağ düşüncesinin ruhun doğası konusunda geliştirdiği farklı ve kar­maşık tavırlar, Aristotelesçiliği yorumculardan Yunan-Arap Yeni Platon­culuğuna ve Augustinus’un düşüncesine kadar uzanır. İnsanın kendini dünyanın geri kalanına göre daha üstün görmesinin nedenlerinden biri olan ruh kavramı, ortaçağda her şeyden önce ruhsal bir töz olarak al­gılanır. Ruhun çok sayıda farklı tanımının yapılmış olması, Tanrı’yla, akılla ve bedenin duyumsal kısımlarıyla olan ilişkilerini açıklamak için gösterilen farklı çabalardan kaynaklanır.
Mistik temelli Aristoteles karşıtı entelektüalizm tabii ki Parisli hocalar arasında hiç rağbet görmez ve XIV. yüzyılın ikinci yarısında Aragon Krallığının Engi­zisyon sorgucusu Nicolas Eymerich’in (1320-1399 şiddetli saldırılarına maruz kaldıktan sonra Llull’un 1559’da Index Librorum Prohibitorum’e [Yasak Kitaplar Listesi] dahil edilmesiyle sonuçlanır (1564’e gelindi­ğinde listeden çıkarılmıştır). Bütün bunlar olurken, XIV ve XV. yüzyıllarda doktrinlerini Mayorka, Barselona ve Valencia’dan İtalya’ya yayan müritle­rinin Llull’u aziz ilan etmek için başlattığı süreç bir sonuç vermez.
Tarihi açıdan büyük bir anlam taşıyan, tuhaf bir yayılma mekanizma­ sından dolayı Paris Sanat Fakültesinden bazı hocaların tezlerinin Tempier tarafından kınanması, eserlerinden bir bütün olarak şüphelenilmesine neden olur. Bazı tarihçiler, daha Boethius’un yazılarıyla doğrudan tanış­madan, dolayısıyla sadece verdiği eğitimden kaynaklanan tepkilerden yo­la çıkarak Boethius’u sözde Latin İbn Rüşdçülüğü veya radikal Aristotelesçilik in başlıca lideri olarak görmeye başlar.
Arap dilindeki ve Müslüman ortamlardaki felsefe geleneğinden söz et­mek, Yunan geleneğindeki felsefeyle İslam uygarlığı arasındaki verimli karşılaşmayı, bazen de ihtilafı göz önüne almak ve Yunan geleneğindeki felsefi düşünce geleneğinin Arap diline tercümesine, özümsenmesine ve değişim süreçlerine odaklanmak anlamına gelir.
Katolik felsefesinin resmi vizyonunun kök saldığı bu iki yüzyılda sapkın­lık konusunda çok hararetli tartışmalar yaşanır; bunun için İbn Rüşdçü­lüğün dünyanın sonsuzluğu konusundaki tartışmalar üzerindeki etkisini ve Dante (1265-1321) gibi yazarlara ve biçimciler gibi gramer alimlerine felsefi açıdan nasıl ilham verdiklerini göz önüne almak yeterli olacaktır. Siyasal düşünce, Ockhamlı Willam ve Padovalı Marsilius’un (y. 1275-y. 1343) tartışmalarının etkisiyle günümüzde belirgin bir şekilde seküler olarak adlandırabileceğimiz bir yöne doğru gider, bu arada mistik düşün­ce Ren bölgesi mistisizmi şeklinde son derece özgün bir versiyona dönü­şür.
Veba ardı ardına salgınlar halinde (ilki 1348’de, sonraki 1361’de, daha sonraki 1369-1375 ve sonuncusu 1399)Avrupa’da ilk baş gösterdiği zaman halk zaten kötü beslenmeden dolayı zayıf düşmüştür ve bu hastalık de­mografik, ekonomik, kültürel ve sanatsal alanlara ağır darbeler indirir. En çok kurban verenler, hem daha kötü şartlarda yaşayan hem de hastalığın bulaşmasından korunmak için kırsal bölgelere kaçamayan orta ve alt sosyal sınıflar olur.
Şans oyunlarına bakış açısı ortaçağ için bir yenilik teşkil eder. Buna bağlı olarak İtalya’nın şehir devletlerinde dolan­dırıcılık olarak görülmeye başlandığı için, şans oyunlarının yasal olarak disiplin altına alınması öngörülür (Vicenza, Verona ve Ferrara’da 1370’li-80’li yıllarda bu amaçla bireysel normlar değil, tüzükler yayınlanır). Resmi otoriteler şans oyunlarını hem gelirler kontrolleri hem de tekelleri altına alarak, bu alana, zamanla başkaları tarafından tahsil edilecek vergiler koyar. Hem bireylerin kumar tut­kusunu kamu yararına yönlendirmek ve ekonomik bir kazanç sağlamak hem de marjinal ve aşağılık, ama profesyonel bir kategoriye dönüşmekte olan müşterilere belli davranış kuralları getirerek olası tehlikeleri orta­ dan kaldırmak açısından, oyun evleri üzerinde bir uzlaşmaya varılmış o­lunur. Şans oyunlarında dolandırıcılık, geç ortaçağda devlet için her za­manki yasak/istisnai durumlara yeni ve makul bir alternatif oluşturur; şans oyunlarını düzenlemek artık (ve bundan sonra)yönetimini üstlen­mek, hatta bir kazanç elde etmek anlamına gelir Bu yeni kurum zaten işin gerçeğinden farklı değildir, çünkü egemen kültürün şans oyunları karşı­sında daha az hasmane bir tavır takındığı ve daha karmaşık resmi ku­rumlara dönüşmekte olup, yeni gelirlere ihtiyaçları olan şehir devletleri­ nin ve krallıkların mali açıdan giderek daha büyük zorluklarla karşılaştı­ğı bir dönemde ortaya çıkar. Prato şehrinden ünlü tüccar Francesco di Marco Datini’nin (y. 1335-1410) harcama kayıtları, şans oyunlarına artık yatırım gözüyle de bakıldığına dair bir tanıklık sunar: 1399’da Floransa’da oyundan elde ettiği kazanç, XIV. yüzyılda yaşamış bir başka ünlü tüccar olan Floransalı Buonaccorso Pitti’yle olduğu üzere, sadece oyunla ilgili anılarında yer almayıp, aile şirketinin alacaklarına yazılmış­ tır. Dolayısıyla şans oyunları oyun evinin dışında suç ve ahlaksızlık sayıl­maya devam edilirken oyun evinin içinde suç olmaktan çıkarılır, çünkü tabi tutulduğu çeşitli kurallar yoluyla hem toplum için bir gelir kaynağı haline gelir hem de daha büyük bir ahlaksızlığa dönüşme olasılığı engel­lenmiş olur. Resmi olarak düzenlenen şans oyunlarından fayda elde edil­diği sürece, çağdaş toplum için oluşturduğu çelişkiye göz yummak müm­kündür, ama herhangi bir fayda söz konusu olmadığı anda eski tereddüt­ler yeniden ortaya çıkacaktır
Sayısız belgede, geç ortaçağın gündelik gerçekliğinin bir parçası olan eğ­lenceler ve bayramlardan söz edilmiştir. Eğlence ve bayramlarla ilişkili olarak bir meşruiyet sorunu ortaya çıkar; bir yanda Kilise günah kayna­ğı olabilecek her şeyi sınırlamaya çalışırken, diğer yanda devlet ve kamu­sal otoriteler oyunları tekellerine alarak ve vergiye tabi tutarak eğlence faaliyetlerini kontrolleri altına almaya çalışırlar. XIII ve XIV. yüzyıllardan itibaren de bayramlarla siyaset arasında güçlü bir ilişki oluşmaya baş­lar: Örneğin palio; şehir devleti yönetiminin simgesi haline gelir.
Bazen kraliçeler krallarla beraber iktidar sahibi olurlar, örneğin Sicil­ya Kraliçesi Eleonore D’Anjou (1229-1242) III. Federico d’Aragon (1272-1337) ile birlikte, özellikle Sicilya aristokrasisi ve papayla aracılık konu­sunda olmak üzere, hatırı sayılır bir siyasi rol oynar, Constance d’ Aragon da (1249-1300, gt;1282) Sicilya’yı Pedro d’Aragon (1240-1285, gt; 1296) ile beraber yönetir. Doğrudan yönetim örnekleri a­rasında ise, III. Henry’nin (1207-1 272, gt; 1216) Gaskonya’da Fiili kraliçeler geçirdiği dönem boyunca İngiltere tahtının naibi olan Eleonore de Provence (1222-1291) veya büyükbabası Robert d’Anjou tarafından dört yaşındayken tahtın varisi ilan edilen ve on altıyaşında Napoli Kraliçesi olan, çok güçlü bir kadın olup gerekirse şiddete başvurarak dört kocası karşısında da bağımsızlığını ve otoritesini korumayı başaran I. Jeanned’Anjou sayılabilir. Danimarka, Norveç ve İsveç Kraliçesi Margaret de (1353-1412), kocası Haakon’un (1339-1380, 1355’den itibaren Norveç kralı, 1362’den itibaren İsveç kralı) ve oğlu Olaf’ın (1370-1387) ölümü üzerine, üç krallığın yönetimini ele alarak İskandinav ülkelerinin siyasal birliği i­çin geniş kapsamlı bir program gerçekleştirmeyi dener.
Kadınların iktidarına dair çelişkiler XIII ile XIV. yüzyıllarda her yönüy­le ortaya çıkar. Bir yandan kadınların iktidar alanından dışlanmasını sağlayan teolojik düşüncenin sistematik hale gelmesine ve yasaların ka­nunlaştırılmasına, öte yandan tartışmasız fiili otorite sahibi çeşitli ka­dınların varlığına tanık oluruz.
XIII ile XIV. yüzyıllar arasında, şehir yönetimi sisteminin olgunlaşması ve feodal monarşilerin güçlenmesi sonucunda Avrupa’da yaşanan derin toplumsal ve siyasal değişimler, savaşların ritmi ve amaçlan üzerinde de belirleyici olur. Boyutları giderek gelişen ve daha yıkıcı nitelikte olan çar­pışmalarda süvarilere entegre olan piyade birlikleri yayılmaya başlar. Bu bağlamda paralı askerler, değişen siyasal ortamın gerektirdiği geniş kap­samlı askeri mekanizmalar açısından en pratik çözüm olarak ortaya çıkar.
İspanya’da en azından görü­nürde daha öncelikli bir rol oynayan dinsel motivasyona Yahudi karşıtı argümanların üretiminde çok hevesli olan, Hristiyanlığa geçenlerin des­teği eklenir. Aslında İspanya’da Yahudilere karşı beslenen husumetin gi­ derek büyümesi ile Yahudilere yöneltilen, kutsanmış ekmeklere saygısız­lık etme ve insanları kurban etme suçlamalarının yayılması, 1370’li yıl­lardan beri belli başlı bütün bölgeleri etkilemekte olan ekonomik krizin günah keçilerini bulma çabalarıyla paralel olarak gerçekleşir. 1391 yılı­nın yaz aylarında, on yıldan uzun bir süredir devam etmekte olan bu geri­limin doruğunda, din değiştirmeye zorlamalar ve katliamlar yaşanmaya başlanır. Bu şiddet sürecinde otoritelerin gösterdiği çabalar bile sonuç­suz kalır; Sevilla, Kurtuba, Toledo ve Barselona’da binlerce kişi öldürülür, şehirler korkunç bir vahşete sahne olur ve Yahudi topluluklarının zorunlu vaftizi halkın yeni eğlence aracı haline gelir.
XIII ve XIV. yüzyıllar, Hıristiyan Batı ile Yahudiler arasındaki ilişkilerin tarihinde büyük önem taşır, çünkü giderek olgunlaşan bazı sosyal, din­sel ve ideolojik savlar birkaç on yıl içinde Avrupa toplumunun Yahudi unsurunun kesin şekilde marjinalleştirilmesine neden olur. Yahudiler için giysilerinin üzerinde görünür işaretler taşıma, ayrı mahallelerde yaşama, zanaat faaliyetlerinden uzaklaşıp tefeciliğe veya Hıristiyanlar açısından uygunsuz sayılan alanlara odaklanma zorunluluğuna dair ilk belirtiler resmiyet kazanır. İlk büyük çaplı kovulmalar (İngiltere ve Fransa) ve özellikle 1348 yılındaki kara veba salgınından sonra yaşanan katliamlar, Yahudi toplumunun Avrupa’da yaşayacağı kriz dönemi üze­rinde belirleyici rol oynar.
Assisili Francesco ile Domingo de Guzman, yoksulluğun yeni bir algısını geliştirir, ama dilenci tarikatlarının toplumun en zayıf üyeleri konusun­da gösterdiği yoğun çabalara rağmen, özellikle XIV.yüzyılda olmak üze­re, yoksulların durumu daha da ağırlaşır. Yüzyıl sonunda ise isyanlar yaşanmaya başlanır
XIII ve XIV. yüzyıllarda kadınların Hıristiyanlıkta oynadığı ro­lün ölçeğini ve önemini ve toplumun tamamında neden olduğu değişimi kadınsı bir bakış açısıyla kavrayabiliriz, XI. Gregorius (1329-1378/1370) ile ilgili anlatılanlar doğru ise, papalık da bu rolün bilincindedir, çünkü papanın, ölüm döşeğindeyken, kadınlara fazla yer vermiş olmaktan pişman olduğu söylenir.
Modern çağda kadınla­rın ve özellikle Araf ruhlarının, yani herhangi bir monastik tarikata üye olmamalarına rağmen çileci ve dindar bir yaşam tarzı sürdüren kadınla­rın ibadete katılımını baştan tasarlayarak, dinsel otoriteler için bir endişe kaynağı oluşturan bizzocaların ataları sayılabilecek beguinalar [kendile­rini dine adayan seküler kadınlar] özellikle Fransa, Almanya ve Flandre’ye yayılır. XIII. yüzyıldan itibaren, erkeklere özgü tarikatların yanı sıra, Claris­salar, Dominikanlar ve Augustinusçular gibi kadın tarikatları ortaya çı­kar. Kadınlar evlilik kurumu içerisinde bekaret yoluyla, dul kaldıkları tak­dirde de kendilerini duaya ve dünyevi sorumluluklara adama yoluyla yeni azize modellerini öne sürerler.
Ortaçağ Engizisyonu, Katharlar başta olmak üzere, sapkınlıkların geli­şimi sonucunda ortaya çıkar. Kilise öncelikli görevinin sapkınlığı bas­tırmak olduğuna karar verir; sivil iktidar da kararlaştırılan hükümleri yerine getirmelidir, yoksa meşruiyetini kaybeder. XIII. yüzyıl başlarında sapkınlar şeytanın temsilcileri haline gelir. 1230’lu yıllarda ortaya çıkan Papalık Engizisyonu büyük ölçüde Dominikan tarikatına emanet edilir. Papalık daha sonra engizisyon faaliyetleri için giderek daha kesin norm­lar yayınlar.
Ayinler büyük çapta vaazdan yoksundur, çünkü soyut veya zor dillerde veya Latince gibi müminlerin büyük kısmı tarafından anlaşılma­ yan dillerde yürütülür. Vaiz Keşişler tarikatı 1216 yılında III.Honorius tarafından tanınacaktır. Bu yeni tarikat kısa sürede ortodoksluğun en ha­ raretli savunucusu haline gelir: Guzman’ın müritleri en başından itibaren Damini canes, yani Tanrı’nın çoban köpekleri olarak bilinir. Bu sıfat aynı zamanda toplumun inanç değil de katılık ve baskı temelinde yenilen­ mesini isteyenlerin -Engizisyon sorgucularının- büyük kısmının arda Praedicatarum’dan [Vaiz Tarikatı] kaynaklandığına da işaret eder. Bu ki­ şilerin en ünlülerinden biri olan ve annesi babası Kathar olan Pietro da Verona (1203-1252) Lombardiya’da sapkınlara karşı o kadar büyük azimle mücadele eder ki, Seveso yakınlarında, Seveso’da kurulan bir komploda öldürülür ve Aziz Şehit Pietro adıyla, bütün engizisyon yargıçlarının koru­ yucu azizi ilan edilir.
Ortaçağın ikinci yarısında ceza sistemlerinin modernleşmesinde en be­lirgin rolü olan unsurlar, monarşik kurumların güçlenmesi, hukuk dokt­rininin pratik etkisi ve dinsel yasalarının büyük gücüdür. İngiltere’de XII. yüzyıldan itibaren iddia makamı niteliğinde bir jüri tarafından yargılanma şeklinde muhakeme biçimleri gelişirken, XIII. yüzyılda Kıta Avrupa’sında Roma-Kilise yargısının Engizisyon paradigması kendini kabul ettirir
Doğu yolculuklarına ilk çıkanlar tüccarlar değil, Moğolların yürüttüğü dinsel hoşgörü politikasından cesaret alarak, Hıristiyanlığı yaymak ama­cıyla kıta yoluyla Moğolistan’a ulaşan misyonerlerdir
Ortaçağın tamamı boyunca metaller değerli bir meta sayılır, çünkü Ro­ma döneminden beri büyük bir gelişme göstermemiş olan maden çıkar­ma tekniklerinden dolayı üretim, talebi karşılayacak durumda değildir. XII ve XIII. yüzyıllarda, daha elverişli genel şartlar ve kolay erişilebilir bölgelerde maden damarlarının bulunması sayesinde madencilik ala­ nında yoğun bir canlanma yaşanınca, bu yetersizliğe kısmi bir çözüm bulunmuş olur. Feodal beylerden serflere kadar toplumun tamamı bu endüstri alanındaki canlanmaya dahildir; ancak teknik sınırlarla eko­nomik-siyasal şartlardaki değişimlerden dolayı XIV. yüzyılda madencilik alanında kısa da olsa bir gerileme süreci yaşanır.
XIII ile XIV.yüzyıllar arasında Avrupa’da üretim alanına ticaret, banka­cılık ve endüstri küçük çaplı ama yoğun bir şekilde dahil olmaya başlar, ama tarım yine öncelikli ekonomik faaliyet olmaya devam eder ve Avrupa nüfusunun neredeyse tamamının geçimi doğrudan kırsal bölgelere daya­lıdır. Öte yandan ticaret ve imalat alanları da tarım ve hayvancılık ürün­lerine dayalıdır. Bu dönem demografik açıdan çok büyük bir gelişim gös­terse de ve en görünür etkileri ve kanıtları dönemin en büyük şehirlerinde görülse de, kentsel gelişim aslında kırsal kesimdeki gelişimi temel alır ve XII ila XIII. yüzyıllar arasında bile kırsal nüfusun şehirlere göçünü sınır­lamak için düzenlemeler getirilmeye başlanır.
Batı dünyası bütün Hris­tiyan ülkelerinden süvarilerin katıldığı görkemli bir Haçlı Seferi düzenler. Ancak ne bu seferin müthiş askeri gücü ne de Haçlıların azmi Türklerin ilerleyişini durdurabilir. Haçlı ordusu 22 Eylül 1396’da Tuna Nehri kıyı­sındaki Nicopolis’te [Niğbolu] daha önce eşi benzeri görülmemiş bir ye­nilgiye uğrar ve Osmanlı İmparatorluğunun yenilmezlik şöhreti Batının gözünde bir kez daha teyit edilmiş olur.
Konstantinopolis’in 1204’te Haçlılar tarafından yağmalanmasından son­ra Bizans İmparatorluğunun çöküşü XIII.yüzyıl başlarından itibaren Ön Asya’da Türk iktidarının kendini kabul ettirmesi için elverişli şartlar ya­ratır. Bizans otoritesinin parçalanması, Batı Anadolu’da Anadolu Selçuklu Beyliğinin kurulmasına, İran ve Suriye’ye yönelik Moğol saldırılarından kaçarak Ön Asya’ya sığınan Türk ve Türkmen kökenli halkların buraya yerleşmesine imkan verir. Aşiretlerden oluşan, göçebe hayatı yaşayan ve savaşçı karaktere sahip bu halklar geniş toprakları Bizans’ın elinden ala­rak Selçuklu devletinin hızlı yükselişine katkıda bulunurlar. Moğolların 1240’lı yıllarda üst üste düzenlediği saldırılar sonucunda Anadolu Selçuklu Beyliği İlhanlıların himayesindeki bir beylik konumuna indirgenince, Anadolu’nun Türk halkları İslama olan ortak inançları ile mistik ve çileci inanışlar temelinde ahilik olarak bilinen dinsel teşkilatlar şeklinde örgütlenirler. Bu teşkilatlar, Selçuklu iktidarının dağılmasından sonra yerel yönetimlerin yokluğunu ve Moğol İmparatorluğunun kayıt­sızlığını telafi ederek bu bölgenin toplumsal ve idari işlevlerini doğrudan üstlenirler. XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu deneyimi temel alan ve ya­pısal açıdan teşkilatların askeri gücüne dayalı olan birçok küçük beylik ortaya çıkar. Adını Ertuğrul Bey’in (1231-1280) oğlu olup, 128l’de yerini alan Osman Bey’den (1259-1326) alan Osmanlı Beyliğinin kurucuları da Gazi teşkilatına üyedir; Söğüt bölgesinin yö­netimi, Bizanslılardan korunması ve topraklarının genişletil­mesi amacıyla 1260 yılından beri Ertuğrul Bey’e emanet edilmişti.
Osmanlı Beyliğinin Batı ile Doğu arasındaki sınır konumu, Türklerin Anadolu ve Doğu Avrupa’da yayılmasına imkan verir. Bu küçük beylik gerçekleştirdiği fetihler sayesinde kısa sürede düzenli bir idari yapıya ve kazandığı itibarla Hristiyan aleminin dört bir tarafı üzerinde etki yara­tan, güçlü bir orduya sahip bir imparatorluk haline gelir.
Konstantinopolis’in 1261’de geri alınması Bizans İmparatorluğunun ye­niden doğuşu anlamına gelse de, imparatorluk biraz evvel ciddi ekono­mik sorunlarla ve XIV. yüzyılın tamamı boyunca hanedanlar arası ihti­laflardan ve isihazm tartışmasına dayalı dinsel meselelerden kaynakla­nan uzun süreli bir istikrarsızlık durumuyla baş etmek zorunda kalır. O dönemde yayılma dönemlerinin zirvesinde olan Osmanlı Türkleri de bu durumdan faydalanırlar.
Altın Orda, Moğol İmparatorluğundan doğup XIII.yüzyılın ikinci ya­rısında bağımsızlığını kazanmış bir devlettir. Bu dönemde en büyük toprak yüzölçümüne ulaşan Altın Orda Bulgaristan’ın Tuna bölgesini, Kırım’ı, Kafkasya’yı, Rus prensliklerini, Volga Vadisini, Güney Siberya’yı ve Kazakistan’ın batısındaki stepleri kapsar. Devlet merkezinin bulun­duğu Volga Vadisi, 1550’ye doğru gerçekleşen Rus fethine kadar egemen hanedanın tercih ettiği bölge olmaya devam eder.
Altın Orda’nın çöküşünün sonuçları arasında Büyük Litvanya Düka­lığının ortaya çıkışı vardır. Litvanya, Avrupa’nın son Pagan krallığıdır. Töton Şövalyeleri ile Livonya’nın baskısı, Litvanyalı çeşitli derebeylerinin tek bir otorite altında birleşmesine ve kendilerine güçlü bir müttefik ara­masına neden olur. XIV. yüzyılda Kiev Prensliğinin batı ve güney kısımla­rını ele geçirirler. 1386’da Litvanya’nın yönetici sınıfı Hıristiyanlığı kabul eder ve Polonya’yla birleşir.
Tatarların saldırıları Macarların nüfusunu yarıya indirir. Oluşan boş­lukları doldurmak için göçmenlere başvurulur. 1222’de Andreas, Macar aristokrasine anayasal haklar ve müthiş imtiyazlar tanıyan Altın Fer­manı yayınlar. Arpad hanedanı 1301’de sona erer ve Macaristan Char­les Robert ile I. Louis liderliğindeki Anjou Hanedanının Napoli kolunun hakimiyetine girer. Ülke Anjou kralları altında Avrupa’nın siyasal düze­nine tamamıyla entegre olur.
Bir yüzyıldan uzun süren feodal mücadelelerden sonra Polonya Ladis­laus tarafından birleştirilir. Almanlar Töton tarikatı yoluyla Polonya’nın çöküş döneminden yararlanıp geniş bölgelere el koymuştur. Ladislaus’un oğlu Büyük Kazimierz, Piast Hanedanının tahta çıkan son üyesi olup, ya­yılmacı politikasını doğuya yöneltir. Kısa süreli Anjou hakimiyetindeki sonra Polonya, Litvanya’yla birleşerek, Doğu Avrupa’nın en geniş devle­tini oluşturur.
İttifakların uzun süreli olmasından ve etkili olduğu bölgenin genişliğin­den dolayı birlik, Kuzey Avrupa’nın belli başlı ticaret şehirlerinin politi­kalarını şekillendirir; birliğin yürüttüğü olağanüstü diplomasi yöntem­ leri arasında bazen baskı araçları olarak başvurulan bağış ve borçlar, çıkarları koruma amaçlı ekonomik misillemeler, hatta savaş vardır.
Aşağı Almanya ve Ren bölgesindeki şehirler, güçlü bölgesel iktidarların yokluğundan yararlanıp, ülke dışında ticari faaliyetler yürüten Alman tüccarlarının çıkarlarını korumak amacıyla, giderek bir bölgesel güç ha­line gelen bir ittifak ağı kurarlar. Ancak XIV. yüzyıl sonlarından itibaren bu birliğin yapısal tutarsızlığı, birliğin büyük bir çabayla elde ettiği üs­tünlüğün kalıcı olmasını tehlikeye düşürür.
Ülke içi mücadeleler ve krallar, asiller ve Hristiyan ruhban sınıfı arasın­daki ihtilaflarla dolu bir ortamda monarşinin giderek güçlendiği İskan­dinav ülkeleri evlilik ittifakları ve Kalmar anayasal sözleşmesi(1397) yo­luyla Danimarka’nın hakimiyeti altında siyasal ve ekonomik birlik elde ederler.
26 Şubat 1266’da Fransa Kralı IX. Louis’nin kardeşi Charles d’Anjou, Su­ebyalı II. Friedrich’in gayrimeşru oğlu Manfred’i Benevento’da mağlup ederek Sicilya kralı olur ve krallığın bu feodal beyi, Papa IV. Urbanus’un özel isteği üzerine düzeni yeniden sağlar. Papanın bu isteğinin iki amacı vardır: Sicilya Krallığının Kiliseyle olan feodal bağlantılarına yeniden itaat etmesini sağlamak ve Orta ve Kuzey İtalya’nın Guelf güçlerinin papalık etrafında toplanmasını sağlayacak silahlı güçleri oluşturmak. Ancak papalığın ve I. Charles’ın beklentileri, Sicilya Vesperlerinin sonu­cunda değişen uluslararası manzara karşısında modifiye edilir.
Reconquista[Yeniden Fetih] sürecine rağmen, yüzyıllar boyunca İber ya­rımadasının yeni Hıristiyan devletleriyle bir dereceye kadar entegre ol­muş ve gelişmiş İslam uygarlığı ile çok daha geri kalmış Hıristiyan uy­garlığının karşılaşmasını sağlamış Müslüman Murabıtların yerini, XII. yüzyıl başlarında yeni reformist Müslüman gruplar olan Muvahhidler alır. Muvahhidler XII. yüzyıl ortalarına kadar Müslüman İspanya’nın hakimiyetini ellerine geçirir ve Hıristiyan devletlerini 1195’te Alarcos’ta yenilgiye uğratırlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir