İçeriğe geç

Cinler – 2. Cilt Kitap Alıntıları – Fyodor Dostoyevski

Fyodor Dostoyevski kitaplarından Cinler – 2. Cilt kitap alıntıları sizlerle…

Cinler – 2. Cilt Kitap Alıntıları

Karmazinov, Stavrogin’den nefret ediyordu, çünkü öteki ünlü yazarımızi görmemezlikten geliyordu.
ZAVALLI RUS AYDINININ ALMAN HAYRANLIĞI,VATANINI HAKİR GÖRMESİ ÜZERİNE;Yazar Karmazinov:Doğrusu şu ki mümkün olduğu kadar geç yıpranmak isterim, şimdi de temelli Avrupa’ya göç ediyorum; orada iklim daha güzel, yapı da hem taştan, hem daha sağlam. Avrupa, ömrüm vefa ettiği müddetçe ayakta durur herhalde. Ne dersiniz?
— Ne bileyim ben?
— Hım. Orada bir Babil yıkılırsa, bu yıkılış muazzam olur, ben her ne kadar bu yıkılışın geleceğini pek yakın görmüyorsam da bu noktada tamamıyla sizinle aynı fikirdeyim; bizim Rusya’da yıkılacak bir şeyimiz yok, bunları söz gelişi söylüyorum; burada taşlar devrilmez, aksine her şey çamurlaşır gider. Kutsal Rusya, dünyanın bütün öteki ülkelerinden daha zayıftır. Karşı koyamaz. Basit halk tabakası, Rus Tanrısının gayretiyle şöyle böyle ayakta duruyor. Oysaki son haberlere göre Tanrı pek öyle emin değilmiş. Köylü, lehine yapılan ıslahata karşı koymaya çalıştıysa bile, gene çok sarsılmıştır. Sonra o demiryolları var, sonra sizler varsınız. Ben, artık Rus Tanrısına hiç inanmıyorum.
— Peki, Avrupa Tanrısına?— Hiçbirisine inanmıyorum. Rus gençliği önünde bana iftira ettiler. Oysaki ben Rus gençlik hareketlerine daima yakınlık duydum. Bana burada yayınlanan beyannameleri gösterdiler. Onlara şaşkın şaşkın bakıyorlar, çünkü beyannamelerin tarzı, herkesi korkutuyor, böyle olmakla beraber hepsi de iradeleri dışında onların kudretine inanıyorlar. Uçuruma doğru gidiyoruz ve çoktan beri biliyoruz ki tutunacak bir dalımız bile yoktur. Şimdi Rusya’nın bütün dünyada en ufak bir mukavemetle karşılaşmadan her şeyin cereyan edebileceği bir yer olduğuna inanıyorum ve bunun için bu esrarlı propagandanın başarı kazanacağından şüphe etmiyorum. Ben, varlıklı Rusların niçin yabancı ülkelere sıvıştıklarını, bu kaçışın niçin yıldan yıla biraz daha arttığını pek iyi anlıyorum. Bu, sadece bir içgüdü. Bir gemi batacağı zaman ilk önce fareler gemiyi terk edermiş. Kutsal Rusya, dilencilerle, tehlikelerle dolu, yüksek tabakalarıyla dilenciliğiyle övünen bir memlekettir. Büyük halk kitleleri ise derme çatma kulübelerde ömür tüketir. Sen ona bir çıkar yol göster de ne gösterirsen göster, sevinçle gelir, yeter ki bu yol ona anlatılsın. Yalnız hükümet hâlâ karşı koymak istiyor, ama kör parmağım gözüne misali kendi taraftarlarının gözünü çıkarıyor. Burada, artık her şey olmuş bitmiş ve karar da verilmiştir. Rusya’nın bu haliyle, artık geleceği yoktur. Ben, Alman oldum, bundan da şeref duyuyorum.
Karmazinov, her zamanki âdeti dışında:
— Kahve… Kahvaltı etmez misiniz? diye sordu. Ama bu öyle bir soruştu ki karşısındakinden red cevabı beklediğini belli ediyordu. Ama iş, beklediği gibi çıkmadı: Pyotr Stepanoviç, kahvaltı edeceğini söyledi. Karmazinov’un yüzünde hakarete uğramış gibi bir afallama belirdi, ama bu hal bir an kadar sürdü, sonra sinirli bir hareketle zile bastı, gelen uşağa, mükemmel tahsil ve terbiye görmüş olmasına rağmen, oldukça sinirli bir hareketle ve kaba bir tavırla ikinci bir kahvaltı getirmesini emretti.
— Ne arzu edersiniz, kotlet mi, kahve mi? diye bir daha sordu.
Pyotr Stepanoviç, bir yandan romancının elbiselerini gözden geçirirken:
— Hem kotlet, hem de kahve, ayrıca emredin şarap da getirsinler. Dehşetli karnım aç, diye cevap verdi.
Büyük yazar Karmazinov,Pyotr Stepanoviç’e dört gün önce kendisine eserinin müsveddelerini vermişti. (Bu, Yuliya Mihaylovna’nın tertiplediği edebiyat gecesinde okuyacağı bir yazıydı). Yazar, böyle bir şeyi, herkesten önce Pyotr Stepanoviç‘e okutmakla ona bir şeref verdiğinden pek emindi; böylece ona içten bir yakınlık göstermiş oluyordu. Bu, kendini beğenmiş, fanilerin yanına yaklaşamadıkları şöhret, başarılarıyla şımarmış “devlet adamının” ne zamandan beri kendisine son derece nezaket ve iltifat gösterdiğini delikanlı zaten fark ediyordu ve sanırım, delikanlı şu kanaatte varmıştı ki, Karmazinov, kendisini Rus ihtilâlci hareketinin şefi gibi telâkki etmede, hiç değilse Rus ihtilâlinin sırlarını başlıca bilenlerden ve gençlik üzerinde tesir ve nüfuzu olan kimselerden biri diye görüyordu.
Bir an sustu, sonra kaba bir alay ve sabırsızlıkla ilâve etti:
— İnsan severliğiniz yalnız kendi yazdığınız romanların içinde değildir, sanırım.
Üç hafta önce fabrika işçilerinden biri hastalanmış, koleradan ölmüştü, arkasından başka işçiler de koleraya tutulmuşlardı. Bütün şehir telâşa düştü. Çünkü zaten civar illerde kolera salgını vardı ve salgın bizim şehre doğru yürüyordu. Şunu söylemeliyim ki bu, istenmeyen misafiri baştan savmak için şehirde elden gelen bütün sağlık tedbirleri alınmıştı. Ancak fabrikanın sahibi olan İşpigulin kardeşler milyoner olduklarından, bundan başka büyük kimselerle ahbaplıkları bulunduğundan fabrika içinde de aynı sağlık tedbirlerini almayı akıllarından bile geçirmemişlerdi. Tabii bu olay üzerine herkes, fabrika kolera yuvasıdır, diye tutturdu. Gerçekten fabrika, hele işçilerin oturdukları yerler bir pislik yuvası idi, öyle bir pislik yuvası ki dolaylarda kolera salgını olmasa bile bu hastalık yine bu ocaklardan çıkabilirdi. Tabii, hemen gereken tedbirler alındı.
Şimdi gelelim Yuliya Mihaylovna’ya, konuma devam ediyorum. Zavallı kadın (ona pek acıyorum) daha, geldiği günden itibaren bir takım tuhaf ve kuvveti hareketlere kendini kaptırmasaydı, o kadar çok istediği ve cazibesine tutulduğu bütün o şeyleri (şan, şöhret ve gerisi) pekâlâ elde edebilirdi. Ama ya fazla hayalsever oluşunun tesiriyle yahut da ilk gençliği boyunca geçirdiği bir sürü hayal kırıklıkları yüzünden, birdenbire kaderinin değişmesiyle kendisini bu işler için Tanrı tarafından gönderilmiş bir dâhi sandı, ne oldum delisi oldu, işi dilbazlığa döktü, işte bütün felâket de oradan geldi. Çünkü o, her kadının başını süsleyen bir gece hotozu değildir. Ama gelin de bu gerçeği bir kadının kafasına sokun, aksine, her sözüne, keramet buyurdunuz diyen parsayı toplar, oysaki herkes birbiriyle yarışırcasına ona dalkavukluk ediyordu… Zavallı kadın, birdenbire bir sürü dalaverenin içinde kaldı, aynı zamanda da kendisini, eşi olmayan bir kadın sanıyordu. Kısa süren saltanatında – yani vali karısı olarak – onun saflığından alabildiğine faydalandılar. Bağımsızlık altında ne haltlar karıştırmadılar ki! Bir taraftan büyük mülk sahiplerinin, aristokrasinin, salon hayatının,idare âmirliğinin yetkilerinin arttırılmasını istiyor, bir taraftan da demokrasiyi, yeni teşkilâtı, yeni nizamı, liberalizmi, sosyal fikirleri, etrafını saran gençlerin hemen hemen meyhanede görülen laubaliliğini beğeniyordu. Uzlaşmaz şeyleri uzlaştırdığını, etrafına saadet saçtığını sanıyordu. Kendi şahsı etrafında her şeyi, her varlığı birleşmiş, kaynaşmış görmek istedi. Onun gözdeleri de vardı; Pyotr Stepanoviç onlardan biriydi Kendisine en kaba dalkavukluğu yapan bu adamdan son derece hoşlanıyordu. Ama Pyotr Stepanoviç‘ten hoşlanmasının bir başka, zavallı kadının karakterini pek iyi gösteren, garip bir sebebi daha vardı: Bu delikanlının günün birinde kendisini devlete karşı hazırlanmış bir komplodan haberdar edeceğini sanıyordu! İnanılır şey değil, ama öyle! Bilinmez neden, Yuliya Mihaylovna’ya öyle geliyordu ki, vilâyette devlete karşı bir komplo hazırlanmaktadır. Bazı olaylar karşısında susmaları, bazı olaylarda ise,manalı manalı konuşmaları onun kafasındaki bu garip fikri büsbütün kökleştirmişti. Yuliya Mihaylovna onun, Rusya’nın bütün ihtilâlcileriyle temas halinde bulunduğunu, aynı zamanda kendisine son derece bağlı bir adam olduğunu sanıyordu. Bir komplo meydana çıkarmak demek, Petersburg’un şükranını kazanmak, kocasının yükselmesini sağlamak, gençlik üzerinde “şefkatle” tesir yaparak onu uçurumun kenarında tutmak, işte vali karısının romantik kafasını dolduran şeyler bunlardı. Mademki Pyotr Stepanoviç‘i kurtarmış ve kazanmıştı (nedense bundan pek emindi) o halde bütün öteki gençleri de kurtaracaktı. Bu gençlerden hiçbiri mahvolmayacaktı, kendisi onları felâketten koruyacak, onlara doğru yolu gösterecek, onlara hükümetten af koparacak ve kim bilir, belki böylece tarih ve bütün Rus liberalizmi onun adını takdis edecekti, ayrıca komployu da meydana çıkarmış olacağına göre, bir taşla iki kuş vuracaktı.
Varvara:Peki, meselâ sadaka vermek hususunda bana neler söylemiştiniz? Sadaka vermek zevki, ahlâk dışı bir zevktir, zenginliğinden, kudretinden, dilenci ile kendisi arasında yaptığı mukayeseden memnun olan zengin kişinin zevki. Sadaka, hem vereni, hem alanı bozan bir şeydir; üstelikte maksadına ermez, çünkü sefaleti artırmaktan başka bir şeye yaramaz, çalışmak istemeyen bir takım tembeller, tıpkı kazanmak ümidiyle kumar masasına oturan kumarbazlar gibi, sadaka verenlerin etrafında sıralanırlar. Bununla beraber, kendilerine fırlatılan metelikler, dertlerinin yüzde birini bile iyi etmez. Hayatınızda çok para verdiniz mi? Seksen kopekten fazla değil, hatırlarsınız. Bir hatırlamaya çalışın, en son verdiğinizi. İki yıl önce idi yahut hatta dört yıl önce. Bağırıyorsunuz, işi berbat etmekten başka bir şeye yaramıyor bu. Sadaka, bugünkü cemiyette, bir kanunla menedilmelidir. Yeni teşkilâtta asla fakir insan olmayacak.
— Oh! Başkasına ait sözlerin ne hazin tefsiri. Demek siz de yeni teşkilâttan yanasınız! Öyle mi? Bahtsız, Tanrı yardımcınız olsun.
O kadar yıl beraber yaşadık, aramızda başka hiçbir şey kalmadı mı?
— Çıkarınızı pek biliyorsunuz, Stepan Trofimoviç! Daima size borçlu kalmamı istiyorsunuz. Avrupa’dan döndükten sonra bana nasıl yüksekten bakıyordunuz. Bana ağız açtırmıyordunuz. Ben seyahate çıkıp, Avrupa’yı gördükten ve dönüp size Avrupa izlemlerimi anlatmak, sizinle Sixtine Madonna’sı hakkında görüşmek istediğim zaman beni dinlemeye tenezzül etmediniz. Sadece kravatınızın arkasından gülümsediniz; sanki sizin duyduğunuz hisleri duymaktan acizmişim gibi…
— Değil, her halde öyle değildi… Ja’i ublie.
— Evet, pekâlâ öyleydi. Bugün artık kökleşmiş ihtiyarlardan başka Madonna’nın karşısında heyecan duyacak kimse kalmadı. Bu ispat edilmiştir.
— İspat bile edilmiş, öyle mi?
— Hiçbir işe yaramıyor; şu maşrapa faydalıdır, çünkü içine su koyarsın. Bu kalem faydalıdır, çünkü onunla istediğinher şeyi yazarsın; ama o, tabiatta görülenlerden de beter bir kadın yüzü.
Siz edebiyat tenkitçisiniz, işte o kadar. Petersburg yolunda size bir dergi kurmak, hayatımı ona bağlamak tasavvurumu açtığım zaman, hemen bana alaylı alaylı bakmaya başladınız, birdenbire kurumlu bir tavır takındınız. Ama iyisi mi gelin doğrudan doğruya işimize bakalım, öyle değil mi?
— Öyle değildi, öyle değil… O zaman şeyden korkuyorduk, takibattan…
— Öyleydi. Takibata gelince, Petersburg’da da bundan korkmaya mahal yoktu. Hatırlıyor musunuz, hani şubatta, haber etrafa yayılınca kan ter içinde bana koşmuş, çıkacak derginin sizinle hiçbir ilişiği olmadığı, gençlerin size değil, bana gidip geldikleri, sizin benim yanımda sadece ev öğretmeni olduğunuza dair bir kâğıt vermemi ısrarla istemiştiniz. Doğru değil mi? Hatırlıyorsunuz değil mi? Siz zaten bütün ömrünüzce gösteriş yapmaktan hoşlandınız, Stepan Trofimoviç.
Stepan Trofimoviç‘in akşam toplantılarında, bir kaç yıl dönüp duran ve istek üzerine, bazı çıfıtları, sağır köylü kadının günah çıkartmasını ve çocuk doğumunu tasvir eden bu alçak adam Lyamşin, bazen Yuliya Mihaylovna’nın toplantılarında da “Kırkıncı yılın liberali” adı altında Stepan Trofimoviç‘i de karikatürize ediyordu.. Herkes kahkahadan kırılıyordu. Bununla beraber, o zamana kadar Stepan Trofimoviç‘e bir köle gibi yaltaklanmıştı.
ZENGİN AİLELERDEN GELEN GENÇLERİN HALKLA ALAY ETMESİ,REZALET CIKARMASI ÜZERİNE-Şehirde inciller satan, aşağı tabakadan bir kadın peydah olmuştu. Ondan söz edilmeye başlandı, çünkü başkent gazetelerinde kitapçı kadınlara dair yeni yeni meraklı yazılar çıkmıştı. Gene o Lyamşin madrabazı, okulda, boş bir öğretmenlik bekleyen bir papaz okulu talebesinin yardımı ile kitap alıyormuş gibi yaparak kitapçı kadının torbasına, yabancı memleket baskısı bir deste açık saçık fotoğraf soktu. Sonradan öğrenildiğine göre, bu fotoğraflar, saygıdeğer (ama soyadını açıklamayacağım) boynunda nişan taşıyan bir ihtiyar tarafından verilmişti, bu zat, kendi sözleriyle “sıhhatle gülmeyi ve şen şakayı” pek seviyordu. Zavallı kadın, pazar yerinde kutsal kitaplarını çıkarırken fotoğraflar da ortaya serpildi. Bir kahkaha koptu, homurtular duyuldu; kalabalık toplandı, küfürler yağmaya başladı, polis yetişmemiş olsaydı, iş dayağa kadar varacaktı. Kitapçı kadını deliğe tıktılar ve ancak akşam üstü, bu olayı gizli taraflarıyla ve öfke ile öğrenen Mavriki Nikolayeviç‘in gayretleriyle kadını serbest bıraktılar ve şehir dışı ettiler. Bunun üzerine Yuliya Mihaylovna, Lyamşin’i kesin olarak kovacaktı, ama o akşam Lyamşin’i onun huzuruna getirdiler, onun piyanoda yeni, güzel bir şey uydurduğunu söylediler.
ZENGİN AİLELERDEN GELEN GENÇLERİN HALKLA ALAY ETMESİ,REZALET CIKARMASI ÜZERİNE-Başka bir gün, öteki ilden gelen bir küçük memur, gene küçük bir memurun ve görünüşte saygıdeğer bir aile babasının on yedi yaşındaki güzel kızını istemişti, şehirde kızı tanımayan yoktu. Ama birdenbire evliliğin ilk gecesinde genç kocanın, lekelenen namusunun hıncını çıkarmak için güzel kıza karşı oldukça nezaketsiz bir şekilde davrandığı öğrenilmişti. Hemen hemen bu işin şahidi olan Lyamşin, çünkü düğünde iyice sarhoş olduğu için düğün evinde gece yatısına kalmıştı, şafakla beraber sokağa fırlayıp eğlenceli olayı herkese anlatmıştı. Hemen on iki kişi kadar bir kalabalık toplandı, hepsi de atlı idi. Meselâ Pyotr Stepanoviç ve Liputin kira ile tuttukları kazak atlarına binmişlerdi, Liputin ağaran saçlarına bakmadan havai gençlerin tertiplediği bütün rezilce maceralara katılıyordu. Yeni evliler, adetlerimize göre, düğünün hemen ertesi günü hiçbir mazeret kabul etmeyen ziyaretlere gitmek üzere çift atlı arabaya bindikleri zaman bütün bu atlı kalabalık kahkahalarla arabayı sardı ve bütün bir sabah şehirde onları takip etti. Gerçi, evlere girmediler, atlar üstünde kapı önünde beklediler. Gelinle güveye ayrıca hakaret etmekten çekindiler, ama gene de rezalet çıkardılar. Bütün şehir çalkalandı. Tabii herkes gülüyordu. Ama von Lembke buna kızdı ve Yuliya Mihaylovna ile aralarında gene sert bir tartışma oldu. Yuliya Mihaylovna da pek öfkelendi ve yaramazlara evinin kapısını kapamaya niyet etti. Ama ertesi günü Pyotr Stepanoviç‘in yatıştırıcı sözleri ve ünlü yazarımız Karmazinov’un dabirkaç sözü üzerine hepsini affetti. Karmazinov, bu “şakayı” oldukça ince bir buluş diye kabul etmişti.
— Bu, buranın zevkine uygun bir şey, dedi, hiç değilse karakteristik ve… cesurca; hem dikkat edin herkes gülüyor, sizse öfkeleniyorsunuz.
Ama tahammül edilmez tarafları olan başka yaramazlıklar da oluyordu.
Zengin ailelerden gelen gençler kır gezintileri, akşam toplantıları tertip ediyor, bazen arabalara ve atlara binerek şehir içinde kalabalık bir halde geziyorlardı. Macera arıyor, hatta sırf eğlence olsun diye macera hikâyeleri uyduruyorlardı. Bizim şehrimizi bir aptallar şehri imiş gibi alaya alıyorlardı. Onlara alaycı deniliyordu, çünkü onların küçümsemedikleri hiçbir şey yoktu.
Olayları önceden bildirerek Yuliya Mihaylovna’nın onuru ve şöhret hırsı olmasaydı, belki de bu kötü adamların o haltları karıştırmamış olacaklarını söyleyebiliriz. Bu olanlardan çoğunun sorumlusu odur!(Zengin bir aileden gelen bir vali karısı olan Yuliya,Verhovenski adlı gencin Avrupa’dan bu genç adına saygıdeger birinden bir tavsiye mektubu gelmesi ve bu gencin bircok genci anarsik eylemler için tesiri altina aldığına inanmasiyla olaylar gelişir.Bu genci himayesine alır. Bu gencin onun sandığının aksine etki altına genç sayısı topu topu dört kişidir yalnızca.Aslinda Yuliya’ nın amaci bir vali eşi olarak bu gencleri yola getirerek etrafta popüler olma,halk üzerinde bir hayranlık uyandırma hevesi vardi,ama fena halde yanilmisti.)
Kader onu pek fazla zaman ihtiyar kız olarak tutmuştu. Şimdi onun haris ve sinirli kafasında türlü türlü fikirler uyanıyordu. O, niyetler besliyor, kesin olarak vilâyeti idare etmek istiyordu. Etrafının, hemen, hayranları tarafından sarılmasını hayal ediyordu, yöneleceği tarafı seçmişti. Kocası Lembke, daha önce hatta korkmuştu, ama valiliğin korkulacak bir şey olmadığını, memur yaradılışıyla, çabucak anladı. Hatta memuriyetinin ilk iki üç ayı oldukça tatmin edici bir şekilde geçti. Ama bu sırada ortaya Pyotr Stepanoviç çıktı ve garip şeyler olmaya başladı.
Von Lembke otuzsekizine geldiğinde ortaya birdenbire Yuliya Mihaylovna çıkıverdi. Geleceği bir anda parladı. Alçak gönüllü ve intizam sever von Lembke, kendisinin de onur sahibi bir insan olabileceğini hissetti.
Yuliya Mihaylovna, eski hesaba göre iki yüz cana, bundan başka geniş tavsiye imkânlarına da sahipti. Öte yandan von Lembke güzeldi, kadın ise kırkını aşmıştı. Dikkate değer ki, von Lembke yavaş yavaş ona tutuldu.Lembke çok geçmeden belli rütbe ile belli nişanı aldı, ondan sonra da bizim vilâyete tayin edildi.
Bizim vilâyete gelmeye hazırlanırken Yuliya Mihaylovna kocası üzerinde gayretle çalıştı. Fikrince von Lembke kabiliyeti olmayan birisi değildi, salona girmesini ve kendini göstermesini biliyordu, zekice dinlemeyi ve susmayı beceriyordu, oldukça iyi tavırlar kapmıştı, hatta söylev vermeyi biliyordu, hatta kafasında bazı fikir kırıntıları da vardı, en yeni ve lüzumlu liberalizmin cilâsını taşıyordu. Ama gene Yuliya Mihaylovna’yı telâşa düşüren bir tarafı vardı: pek az şey kapabiliyordu ve daimî kariyer aramalarından sonra gerçek bir dinlenmeye ihtiyaç gösteriyordu. Yuliya Mihaylovna kendi ikbalperestliğini ona da aşılamak istiyordu, o ise birdenbire kâğıttan bir kilise maketi yapıştırmaya başladı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Andrey Antonoviç von Lembke, istatistiklere göre, sayısı Rusya’da birkaç yüz bine yaklaşan ve (tabiatça) gözdeler sınıfına ayrılan kabiledendi, onlar, burada belki de bütün bir kitle halinde birleştiklerinin farkında değillerdi. Tabiidir ki bu birleşme hesaplı veya uydurma değildi, bütün kabile, anlaşma filân olmadan kendiliğinden ve ahlâk bakımından mecburi bir karşılıklı ve bililtizam her hal ve ahvalde birbirini koruyan kimselerdir. Andrey Antonoviç, sosyetede bağları veya zengin olan ailelerin çocuklarının doldurduğu yüksek Rus okullarından birinde okumak şerefine erenlerdendi. Bu müessesede okuyanlar, tahsillerini bitirir bitirmez devlet dairelerinden herhangi birinde oldukça önemli vazifelere tayin edilirler. Andrey Antonoviç‘in mühendis yarbay akrabası ve birde fırıncı dayısı vardı; ama yüksek okula girebildi ve orada kendisi gibi birçok arkadaşıyla karşılaştı.
Oysaki herkes, tabii, ilk olarak birisinin bundan söz açarak böylelikle ötekilere de yol açmasını bekliyordu. Ayrıca da yukarda sözü geçen generale bel bağlıyorlardı, bunda da yanılmamışlardı.
Kulübümüzün en hatırı sayılır üyelerinden olan bu general, pek de zengin bir derebeyi olmamakla beraber, düşünceleri kendine has, eski zaman zampara tipi bir adamdı, bu arada büyük toplantılarda generalliğinin kendisine verdiği otorite ile herkesin henüz ürkeklikle bahsettiği şeylerden sakınmadan konuşurdu. Onun toplantılarımızdaki rolü de galiba bu idi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yük taşımak bana yaratılıştan vergi olduğu için hafif gelir, ama sizin tabiatınız başka olduğu için size ağır geliyor. Pek fazla utanacak bir şey yok.
Çok zengin bir derebeyi olan albayımızın bir özelliği daha vardı; o, tuhaf olmakla beraber henüz Rusya’da mevcut bulunan soyların asaleti ve eskiliğine pek değer veren ve bununla ilgilenen insanlardandı. Bununla beraber Rus tarihini hiç sevmez ve bütün Rus geleneğini kısmen bir domuzluk sayardı. Henüz çocukken girerek tahsilini bitirmek şerefine erdiği, asillerle zenginlere özel bir askeri okuldayken onun benliğinde bazı şairane görüşler kök salmıştı: şatoları seviyor, ortaçağ hayatına bayılıyordu, bu hayatın bütün dramatik tarafı, şövalyelik hoşuna gidiyordu.Bu, sıkı, çok sert, vazife sever adam, ruhen hayalci idi.
Yazmak her ne kadar tuhafsa da ilk defa albaylıktan emekliye ayrılmak isteği yahut daha doğrusu onu buna zorlayan sebep köylülerin kölelikten azat edilmesine dair 19 Şubat beyannamesi olmuştu. İlimizin en zengin derebeylerinden olan Artemiy Pavloviç, beyannameden sonra dahi pek fazla bir şey kaybetmediği ve üstelik tedbirin insanî bir hareket olduğuna ve yapılan ıslahatın iktisadi faydalar sağlayabileceğine inanacak bir durumda olduğu halde, manifestonun ilân edilmesiyle kendisini birdenbire şahsen incinmiş saydı. Bu şuursuzca bir duygu olmakla beraber, şuursuzluğu nispetinde kuvvetli bir duygu idi.
Hasmının tavrını anlayamadığı için kuduruyordu. Tam bir aydan beri ona hakaret ettiği halde bir türlü ondan ceza görmüyor, onu öfkelendiremiyordu.
İnsan hayatının ikinci yarısının, umumiyetle birinci kısmında edinilen alışkanlıklardan ibaret olduğu sözü doğru imiş.
Yüzbaşı Lebyadkin, içkiyi bırakmakla beraber pekte iyi bir durumda değildi. Onun gibi yıllanmış ayyaşlarda en sonunda biçimsiz, bozuk, sakatlanmış, delimsi bir hal meydana gelir. İcabında kurnazlık ve madrabazlıkta başkalarından hemen hemen aşağı kalmamakla beraber…
-Çay içmez misiniz?
— Rahatsız olmayın.
— Semaver saat sekizden beri kaynıyordu, ama… dünyada her şeyde olduğu gibi güneşte bir gün sönecekmiş diyorlar…
CAHİL ŞATOV “Tanrıyı kendinde taşıyan, tek halk Rus halkıdır…”
CAHİL ŞATOV Büyük bir millet, gerçeğin ancak ve ancak kendisinde olduğuna inanmaz, o gerçekle dünyayı kurtarmaya, onu yeniden kurmaya kudretli tek varlık olduğuna inancını kaybederse o anda büyük bir millet olmaktan çıkmaya, etnografik bir malzeme olmaya mahkûmdur. Gerçekten büyük olan bir millet, insanoğulları arasında ikinci derece bir rol oynamaya razı olamaz; hatta önemli bir rol oynamaya razı olmaz, onun başrolü oynaması gerektir. Bu inancı kaybeden, artık millet değildir. Gerçek tek olduğuna göre doğru Tanrıya, ancak tek bir millet sahip olabilir; başka milletlerin Tanrıları ne kadar büyük, ne kadar kudretli olursa olsun, bu böyledir. Tek halk “Tanrıyı kendinde taşıyan, tek halk Rus halkıdır…” Ve… ve…
CAHİL ŞATOV Bir millet, kendisine özgü bir Tanrısı olduğu ve öteki Tanrılarla uzlaşmaya yanaşmadan, reddettiği nispette, kendi Tanrısı ile dünyanın bütün öteki Tanrılarını yeneceğine, onları dünyadan kovacağına, onlara baş eğdireceğine inandığı nispette millet olmaya lâyıktır. Dünyanın büyük milletleri, yahut hiç olmazsa tarihte bir yer almış, bir vakitler insanlığın başına geçmiş milletler, hep bu inancı duymuşlardır
CAHİL ŞATOV-Akıl hiçbir zaman iyi ile kötüyü tarif edememiştir, hatta iyi ile kötüyü ayırt edememiştir, bunu tahmini olarak dahi yapamaz; aksine, bir iki şeyi, utanılacak, acınacak bir şekilde birbirine karıştırmıştır. Bilime gelince, o bir takım kaba hâl çarelerinden başka bir şey beceremez, bu işte asıl kendini gösteren de yarı bilimdir, insanlığın uğrayabileceği musibetlerin en korkuncu da odur. Vebadan da beter, açlıktan da, savaştan da beterdir! Yarım-bilim, asrımıza gelinceye kadar bir benzeri daha görülmemiş bir zalimdir. Öyle bir zalim ki, rahipleri, köleleri vardır, herkes onun önünde aşk ile şevk ile diz çöker, bir kör inançla secdeye kapanır; onun önünde bilimin kendisi bile tir tir titrer, utanılacak bir şekilde ona kul, köle olur.
Her insan topluluğunun kendisine özgü bir Tanrısı vardır
Yeryüzü saltanatından vazgeçmez bir İsa telkin eden Katoliklik böylece İsa aleyhtarlığını da ilân etti.
Bence tehlikenin ahmak kimseler tarafından gelmesine hiç gücenmemeli, çünkü işleyen kafaları değildir.
Onlar benim de hafiye olduğuma inanıyorlar. İşlerini yürütmeyi beceremedikleri için başkalarını casuslukla itham etmek kolaylarına geliyor.
Dostum, çıplak gerçekte daima gerçeğe benzemeyen bir taraf vardır, biliyor musunuz? Onu gerçeğe benzer bir hale sokmak için ille biraz yalan katmak gerekir. İnsanların her zaman yaptığı da budur.
Turgenyev’i anlamıyorum. Onun Bazarov’u [Turgenyev’in “Babalar ve Çocuklar” adlı romanının kahramanı.] pek hayali bir tip. Gerçekle hiç ilgisi yok. Bir şeye benzemediği için ona, ilkin kendileri boş verdiler. Bu Bazarov, Nozdrev [Gogol’ün “Ölü Canlar”ındaki şahıs.] ile Byron’un rastgele bir karması.
Bana sorarsanız, ben işi başka taraftan ele alıyor, bu nihilisti evine çağırmakla ünlü yazar Karmazinov, iki başşehrin ileri fikirli gençleriyle temasa geçmek hedefini güdüyordu. Büyük yazar bu ihtilâlci gençliğin önünde, hastalığa tutulmuş gibi, tir tir titriyordu; cahil kafası, Rusya’nın geleceğini bu gençliğin ellerinde görmekteydi, Bu gençlere yerlekçe dalkavukluk ediyordu; bunu da sırf onların kendisine aldırış bile etmedikleri için yapıyordu.
Düşmana karşı duyulan korku öfkeyi de yok eden bir duygudur.
hangimiz daha alçağız diye düşündüm. Beni hemen oracıkta küçük düşürmek isteyen o mu, yoksa ondan ve onun yanağından nefret ettiği halde onu öpen ben mi? Oysaki ben başımı çevirebilirdim
Geleceğin sosyal kuruluşu üzerinde fikir yürütmek her düşünen insan için yenilmez bir ihtiyaçtır.
aristokratlar için çalışmak ve onlara Tanrılar gibi boyun eğmek bir alçaklıktır!
Eh diyelim ki akıllı insanlar inanmıyorlar, ama bu akıldan ileri geliyor, ya sen dedim, sabun köpüğü, sen Tanrıdan ne anlarsın?
Bütün kırlara dolu yağıyor, vadilere sisler iniyor. Yürüyeceğim yolları donmuş kırağı örtüyor, açılmaya hazır mezarımın üstünde rüzgâr uğulduyor
Sadaka, hem vereni, hem alanı bozan bir şeydir; üstelikte maksadına ermez, çünkü sefaleti artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Sadaka vermek zevki, ahlâk dışı bir zevktir, zenginliğinden, kudretinden, dilenci ile kendisi arasında yaptığı mukayeseden memnun olan zengin kişinin zevki.
Siz, bir dost değilsiniz, siz sadece bir üslupçusunuz, çünkü dostluk gerçekte iki bulaşık suyunun birbirine karıştığını ifade etmeye yarayan yardakça bir sözden başka bir şey değildir.
bir günlük beylik beyliktir,
Biz size düşman değiliz, size diyoruz ki: ilerleyin, medenîleşin, hatta temeli sarsın, yani değiştirilmesi gereken geriliğin temelini demek istiyorum;
kendiniz Tanrıya inanmıyorsunuz,
imanın halkı oyalamak için lüzumlu olduğunu pekâla biliyorsunuz.
Gerçek, yalandan daha
namusluca bir şeydir.
hepiniz kızmışsınız, birbirinizle kavga ediyorsunuz;
şöyle toplanıp neşelenmesini bilmiyorsunuz. O ne zenginlik, ama neşe diye hiçbir şey yok, acınacak bir şey bu.
Ama şimdi ben kendimden başka
kimseye acımıyorum.
İnsan hayatının ikinci yarısının, umumiyetle birinci kısmında edinilen alışkanlıklardan ibaret olduğu sözü doğru imiş.
Tanrı, başlayışından, bitişine kadar
bütün bir milletin birleşik hüviyetidir.
Sosyalizm aslında bir zındıklıktır, çünkü o ilk maddesinde dünyayı sadece akıl ve bilgi üstüne kuracağını ilân ediyor.
siz, bu cemiyete nasıl karıştınız,
bu uşaklar cemiyetine, bu yüzkarası,
bu manasız cemiyete!
Tanrıya inandığınızı anlamış olsaydınız,
ona iman edecektiniz; ama henüz Tanrıya iman ettiğinizi bilmediğiniz için ona inanmıyorsunuz,
Herkesin iyi olduğunu öğreten,
dünyayı fetheder.
Bahtiyar olduklarını bilselerdi, bahtiyar olurlardı.
Ama bunu bilmedikleri müddetçe
bahtsız kalacaklardır.
Zaman eşya değildir, bir ülküdür. İnsanın zihninde sönüp gidecek.
insanların saadet kadar felâkete de ihtiyacı var.
kafa kesmek kadar kolay bir şey yoktur, ama ülkü sahibi olmak her şeyden güçtür.!
Dostum, çıplak gerçekte daima gerçeğe benzemeyen bir taraf vardır, biliyor musunuz? Onu gerçeğe benzer bir hale sokmak için ille biraz yalan katmak gerekir. İnsanların her zaman yaptığı da budur.
-Beynimi dağıtmam gerekiyor, çünkü irademin en yüce belirtisi intihar.
-Ama siz ilk değilsiniz ki, sizden önce de intihar eden çok insan vardı.
-Çeşitli nedenleri vardı onların. Ama hiçbir neden olmadan, sırf kendi iradesini göstermek için intihar edecek olan yalnız benim.
İnsanlar bugüne kadar kendilerini öldürmemek için Tanrı’yı icat ettiler.
Ama doğum günü kutlaması gibi eğlencelerin saçmalık olduğunu herkes biliyor. Zaten herkesin sürekli harcadığı değerli zamanımızı kaybetmeye değmez. Beynimizi daha çok yararlı şeylerle meşgul etmeliyiz
Eğer sözlerimin sonunu getiremiyorsam bu, benim düşünceden yoksun olduğum anlamına gelmez. Tam tersine, birçok düşüncem olduğu için böyle oluyor
Hepiniz birbirinizin benzerisiniz! Haklı olduğunu kanıtlamak için altı ay süreyle tartışmaya hazır, ama sonucunda diğerleriyle beraber oy vermeye razı!
İnsanın varoluş yasası, onun kendinden çok daha yüce varlıklar önünde eğilmek zorunda olduğuğnu bilmesinden başka bir şey değildir. Eğer insanları kendilerinden çok daha yüce varlıklardan yoksun bırakırsanız, yaşayamaz ve umutsuzluk içinde ölürler. İnsanoğlu için üzerinde yaşadığı minicik gezegen kadar gereklidir ululuk ve bitimsizlik.
Tüm benliğimi sarıverdi benden çok daha adil ve mutlu bir varlığın bulunduğu düşüncesi. Çok heyecanlıyım ah, neler vermez, neler yapmazdım! İnsanoğlu için kendi mutluluğundan daha çok, bir yerde herkes, her şey için,dingin, ergin bir mutluluğun olduğunu bilmesi gereklidir
Ah, bağışlayalım, evet, bağışlayalım, ilkin herkesi bağışlayalım İşte o zaman kendimizin de bağışlanabileceğini umabiliriz ancak. Evet, evet, çünkü, herkes birbirine karşı suçludur. Tüm insanlar suçludurlar! ”
Dur! Dilini çıkarmış bir insan resmi yapmak istiyorum en başa.
Son derece mutsuzum ben, şundan ki, son derece korkuyorum. İnsanoğlu için tam bir yüz karasıdır korku
Fakat, ben özgürlüğümü ilan ediyorum, hiçbir şeye inanmadığıma herkesi inandırmak zorundayım.
Tüm insanlar mutsuzdur, çünkü özgür olduklarını açıklamaktan korkuyorlar. Özgürlüğünün en önemli noktasını açıklamaktan korkmasından ve okul çocuğu örneği kendini özgür sanmasındandır insanoğlunun bugüne dek bu denli mutsuz ve neşesiz olması.
Tanrıtanımazların Tanrının olmadığına inandıkları halde, nasıl oluyor da kendilerini öldürmüyorlar, bunu aklım almıyor işte. İnsanın, Tanrının olmayışı bilincine erer ermez, aynı anda kendisinin bir tanrı olduğu bilincine de varamaması çok aptalca bir şey; aksi halde, kendi kendini öldürmesi kaçınılmaz olur. İnsan, kendisinin bir imparator olduğu bilincine varır da kendini öldürmezse, en büyük onur onun olacak demektir.
Kendini öldürmemek için insanoğlu, Tanrı kavramını uydurmuştur ancak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir