Sinan Meydan kitaplarından Hafıza kitap alıntıları sizlerle…
Hafıza Kitap Alıntıları
Genç Anafartalar kahramanının Sevr Anlaşmasını kılıcının ucuyla yırtarak Anadolu yaylalarında mukaddes savaşı başlattığını duyduğum gün kendi kendime “ne güzel bir ölüm fırsatı “ demiştim. Fakat kader bir siperin çukuru içinde masum bir köylü çocuğu ile üst üste düşüp göçmek şerefine beni layık görmedi
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Hatırlayacaksınız! Vergilerimizle ayakta duran TRT ye yaptırdıkları Payitaht Abdülhamit dizisinde abdulhamite ingiliz elçisini tokatlattilar. Gerçekte yabancı ülkelerin ve yabancı elçilerin bir dediğini iki etmeyen abdulhamiti yabancı ulkelere ve yabancı elçilere kafa tutan şahin bir padişah olarak gösterdiler .
Abdulhamitin kendisine suikast duzenleyen bir yabancıyı bile yabancı ülkelerin baskısıyla serbest bıraktığını anlatmadılar. Abdülhamitin osmanlı maliyesini kontrol etmek için yabancıların kurduğu Mali Işler Denetleme Komisyonu na ve fransızların osmanlıya ait midilli gümrüğünü işgal etmesine ses çıkaramadığını ise unutturdular.
2. Abdülhamit dönemi asr-ı saadet dönemi gibi göstermek isteyen hafıza siliciler abdülhamit rejimini sarsan vergi ayaklanmalarını unutturdular. Anadolu halkının 2. Abdülhamit düzenine karşı ayaklandığını abdülhamit düzenini yıkan 1908 meşruiyet devrimini bu halk ayaklanmalarının tetiklediğini görmezden geldiler. 2. Abdulhamiti yabancılarla işbirliği yapan mason ittihatçıların devirdiğini söylerken abdulhamitin düşüşündeki halk etkisini hep gizlediler.
Sonra da ”En sağlam düşünüş ve mantık budur ” diyerek bu mantığı şöyle açıklıyor: ”Temel ilke, Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. ”
Doğum günümüz kutlu olsun.
Unutmayalım ki, eğer milli hafızamızı kaybedersek Atatürk’ü kurduğu Türkiye Cumhuriyet’ni kaybederiz.
Atatürk ‘ün,Türk ordusuna düşman olanlarla nasıl mücadele ettiğini hatırlayalım .
Çünkü az eleştirili veya eleştirisiz iş görmek, her hareketinin eleştirileceğini düşünerek hareket etmekten daha kolaydır; zamanla bu durumun nasıl bir şekil alacağını kestirmek güçtür diyor.
Devlet reisliğine gelen kişi, bilhassa güçlü, faal olur; devlet ve millete kendi şahsına muhabbet ve takdir kazandıracak büyük hizmetler yaparsa, görünüşte meclise ve Cumhuriyete gayet hürmetkar ve itaatkar görünürse tehlike büyür. İstenmediği halde devletin hakiki mahiyeti (rejimi) değişebilir. Bu yeni mahiyetin (rejimin) yeni ismi takınması zaman meselesi olur.
(Atatürk, 12 Eylül 1922)
30 Ağustoslar, 1926’dan itibaren Zafer ve Tayyare Bayramı olarak kutlandı. Genç Cumhuriyet, 1925-1945 arasında uçak fabrikaları kurdu. Fakat 2. Dünya Savaşı sonrasında yerli-milli uçak sanayiden vazgeçildi. 1950’lerde uçak fabrikaları kapatıldı. İşte bu süreçte 30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı nın Tayyare kısmı da unutturuldu.
Türk Cephelerini gezen ve Atatürk’le görüşen Franklin Bouillon, motoru Gnom uçağından alınma, kanatları Albatros uçağından aktarma, bez kanatları patates püresiyle emayetlenmiş garip Türk uçağını görünce Ne delice kahramanlık! Elbette kazanırsınız! demekten kendini alamayacaktı.
Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos 1922’de keşif uçakları kendilerinden istenilen bütün görevleri başarıyla yerine getirdiler. Seçilen hedefleri bombaladılar. Av uçakları da havada Yunan uçaklarıyla çatıştılar; 3 düşman uçağını inmek zorunda bıraktılar, 1 düşman uçağını da Yüzbaşı Fazıl Bey, Afyon Hasanbeyli civarında düşürdü.
Atatürk, Kuvayı Havaiye’nin bu başarısı nedeniyle 31 Ağustos 1922’de havacıları kabul edip rütbelerini yükseltti.
İşte bu nedenle Cumhuriyeti kuranlar, 30 Ağustosları, Zafer ve Tayyare Bayramı olarak kutladılar.
Atatürk, 1 Kasım 1926’da meclis açış konuşmasında vatandaşların kendi gayret ve bağışlarının ürünü olan Tayyare Cemiyeti’nin bir senelik çalışma ve başarısı takdire şayandır diyerek THK’yı takdir etti.
THK kısa sürede birinci hedefine ulaştı. Genç Cumhuriyet, uçak fabrikaları kurdu.
Türkiye’nin ilk pilotlarından Binbaşı Fazıl Bey’in hayatını kaybettiği günü Tayyare Şehitlerini Anma Günü olarak kabul etti. 30 Ağustosları ise Tayyare Bayramı olarak kutladı.
Lozan Antlaşması, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasal bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde eşi yoktur Lozan Antlaşması imza gününün ‘milli bayram’ olarak kabul edilmesi uygundur.
(Mustafa Kemal Atatürk, 26 Temmuz 1927)
İşte Lozan’ın 96. yıl dönümü anısına bu yazımda Lozan Günü nün nasıl yasaklanıp nasıl unutturulduğunu anlatacağım.
Atatürk 26 Temmuz 1927’de Lozan’ın milli bayram olarak kutlanmasını istedi: Lozan Antlaşması, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasal bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde eşi yoktur. ( ) Bu nedenle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal mücadelelere göğüs vererek sonucu elde etmede büyük bir anlayış göstermiş olan İsmet Paşa’yı yücelterek anmak görevimdir Lozan Antlaşması imza gününün milli bayram olarak kabul edilmesi uygundur.
Aslında 24 Temmuz 1923’ten itibaren Lozan, Sulh (Barış) Bayramı , Lozan Günü olarak kutlanmaya başlandı.
1955’ten itibaren DP iktidarı, Lozan Barış Bayramı , Lozan Günü kutlamalarını yasakladı.
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü şöyle bir açıklama yaptı: Yani İzmir Valisi, Lozan gibi bir tarihi hadiseden bahsedilmesini kabul etmiyor! Ne anlayıştır bu! Ne haktır?
İzmir’de Lozan Günü kutlamalarına izin verilmemesini Demokrat İzmir Gazetesi de şöyle eleştirdi: Lozan’ı anmayı unutursak, İsmet Paşa’yı değil, fakat Türk milletinin bizzat kendisini küçük düşürmüş oluruz. ( ) Unutmayalım ki, şu dünyada, emirle, fermanla yaptırılamayacak sayılı işlerin belki en başlarında şu da vardır: Bu millete kendi şereflerini, kendi zaferlerini unutturmak
DP, 1950’lerde Lozan Günü’nü yasaklayıp unutturmaya çalışsa da İsmet İnönü, Lozan’ın her yıl dönümünde gazetelere demeçler verdi, gençlerle buluştu, Lozan’ı anlattı. İnönü, Lozan kutlamalarından birinde aynen şöyle dedi: Altı yüz milyonluk Çin ülkesine kadar, bütün Şark’tan kapitülasyonların kalkabileceğini Türkler Lozan’da ispat etmiştir .
Seçimi kaybedersek, kazanan partinin başkanının devlet başı olmasını doğal göreceğiz ve onu samimi bir hürmetle karşılayacağız dedi.
Ayrıca dernek kurma serbestliği getirildi. Üniversitelere özerklik tanıyan Üniversiteler Kanunu çıkarıldı. Basın Yasası değiştirilerek hükümetin gazete ve dergi kapatma yetkisi yargıya devredildi.
Cumhurbaşkanı İnönü arabulucu oldu; Celal Bayar’la ve Recep Peker’le görüştü. İnönü bu görüşmelerden sonra meşhur 12 Temmuz Bildirisi’ni yayımladı. Burada özetle iktidarın muhalefeti ezmemesi gerektiğini söyledi.
İnönü burada yaptığı konuşmada muhalefet partisinin olmaması milli bir eksiklik olarak adlandırdı.
CHP, 1949’da demokratik bir Seçim Yasası hazırladı. 1950’de kabul edilen bu yasayla gizli oy açık tasnife geçildi. Yargıçların il ve ilçe seçim kurulları başkanlığı yapmasına, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden bir Yüksek Seçim Kurulu kurulmasına karar verildi.
1950 seçimlerini kaybettiği o gece eşi Mevhibe Hanım’a, Yarından sonra Çankaya’dan Ankara’ya otobüsle inmeye hazır mısınız? dedi. Mevhibe Hanım Hazırız Paşam! dedi. Bir an önce Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü boşaltmak istiyordu. Kaç günde taşınırız? diye sordu.
İnönü’nün talimatı şuydu: Milli irade gerçekleşmiştir. Halkın istediği şekilde iktidar devredilecektir. Bunu herkes içine sindirmelidir.
İnönü, TBMM’nin ilk toplantısını beklemeden iktidarı, kazananlara bırakmak istedi. Ancak DP’liler, henüz hazır olmadıklarını belirterek biraz zaman istediler. İnönü, Menderes’i başbakanlık odasında tebrik etti. 22 Mayıs’ta yeni cumhurbaşkanı seçildi. İnönü aynı gün yeni cumhurbaşkanını da tebrik etti.
Kendimi Millet Meclisimizde bir muhalefet partisi başkanı olarak gördüğüm gün hayatımın vazifesini yerine getirmiş olacağım.
Bu gerçeği Menderes bile kabul ediyordu. Menderes 4 Mart 1954’te mecliste yaptığı konuşmada şöyle demişti: Bir iç savaşa gitmemiş olduklarını belki lehlerine kaydetmek yerinde olur. Çünkü ellerinde bir silah ve bir kuvvet vardı
İnönü, seçim öncesinde Kaybetsem de kazansam da şeref benim! demişti. Seçim sonrasında Benim en büyük yenilgim en büyük zaferimdir dedi.
İsmet İnönü, Yemen çöllerinden Suriye-Filistin dağlarına, Sakarya boylarından Afyon ovalarına uzunan uzun askerlik hayatı boyunca Türk ordusunu komuta etti, zaferler kazandı; rütbelerle, nişanlarla, madalyalarla ödüllendirildi. Milli Mücadele’de Yunan’a ilk darbeyi İnönü savaşlarında o vurdu. Bu toprakları yeniden vatan yapan Sakarya Savaşı’nın ve Büyük Taarruz’un Batı Cephesi Komutanı oydu. Milli Mücadele’den sonraki siyasi zaferlerin altında da onun imzası vardı: Önce Mudanya Mütarekesi’ni, sonra Lozan Antlaşması’nı o imzaladı. Atatürk Cumhuriyeti’nin 15 yıla yakın başbakanlığını o yaptı. Atatürk’ün tüm devrimleri, onun başbakanlığı döneminde hayata geçirildi. Türkiye Cumhuriyeti’ni tek partiden çok partili demokrasiye taşıyan oydu. Türkiye Cumhuriyeti’ni 2. Dünya Savaşı felaketinden koruyan, çocukları babasız bırakmayan da oydu.
Kendisine yönelik suikast iddialarını pek ciddiye almayan İsmet Paşa, önünde küçük Türk bayrağı takılı otomobiliyle Lozan caddelerinde dolaşıyordu. Lozan Polis Müdürü bir tedbir olarak İsmet Paşa’nın, otomobilindeki o bayrağı kaldırmasını istemişti. İsmet Paşa bu teklifi reddederek Bir İsmet Paşa ölür, yerine başka biri gelir, göreve devam eder ve bu bayrak hiç inmez demişti.
Nedendir bilmem, ama bu yazıyı, İsmet İnönü’nün şu sözüyle bitirmek istiyorum: Yalana dayanarak devlet yönetilmez.
Uğur Mumcu, Kutlarken başlıklı yazısında -iyice bunalmış olmalı ki- Uyan Gazi Kemal diye haykırmıştı:
Hani nerede Mustafa Kemal’in ‘istiklali tam’ inancı? Hani nerede ‘Kuvayı Milliye’ ruhu?
Hani nerede boz kalpaklı devrimcilerin bağımsızlık Türküleri?
Uyan uyan Gazi Kemal, şu dünyanın işine bak
Bağımsızlığımızı yitirmişiz; Kurtuluş Savaşımızın devrimci özünü çok uluslu şirketlerin faturalarıyla değişmişiz; şimdi bando mızıka eşliğinde bağırıyoruz: Yaşasın Cumhuriyet!
Yaşattınız mı? Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist bilincini dipdiri ayakta tutabildiniz mi? Cumhuriyeti, anayasada yazılı nitelikleriyle koruyabildiniz mi?
(Cumhuriyet, 30 Ekim 1978)
Uğur Mumcu, her şeye rağmen umutsuz değildi. Atatürkçü düşünce yenilmedi, yenilmeyecek. Kuvayı Milliye ruhuna, ulusal onura, Anadolu devrimine, aydınlanma çağına ve çağdaş özgürlüklere sahip çıkarak güçlenecek diyordu.
(Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992)
Örneğin, Üç Ana Çizgi başlıklı yazısında Atatürk’ü şöyle anlatmıştı:
Tarihe -laboratuvar- gözüyle bakınca üç karakter modeli gözler önüne gelmektedir. Birincisi Tanzimat’ın Büyük Reşit Paşa’sı, ikincisi Meşrutiyet’in Enver Paşa’sı, üçüncüsü Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal Paşa’sı Büyük Reşit Paşa ‘Batı uyduculuğunun’ simgesidir, Enver Paşa ‘serüvenciliğin’, Mustafa Kemal Paşa ise ‘ulusallığın’, ‘devrimciliğin’ ve ‘gerçekçiliğin’
Üçüncü çizginin sahibi Kurtuluş Savaşı’nın yüce önderi Mustafa Kemal Paşa’dır. Bu görkemli tarih ve kişilik çizgisi, milliyetçiliği ‘antiemperyalizm’ olarak görür; devrimciliği, ‘halkçılık’ ve ‘cumhuriyetçilikle’ çağdaş uygarlığa ulaşmak biçiminde anlar ve uygular. Bu nitelikleri ile ulusal bağımsızlığın, Türkiye koşullarına uygun devrimciliğin ve ilericiliğin simgesi ve ana doğrultusudur. Bu yüzden Atatürkçülük, ‘Büyük Reşit Paşa Batıcılığı’na ve ‘Enver Paşa milliyetçiliği ve serüvenciliği’ne karşı tek seçenek olan ‘ulusal ve ‘devrimci çizginin’ dünden bugüne uzanan gerçekçi doğrultusunu simgelemektedir.
Bizler, ‘Batı uyduculuğunun’ simgesi Büyük Reşit Paşaların, ‘serüvenciliğin’ simgesi Enver Paşaların değil, ‘ulusal kurtuluşçu ve devrimci’ Mustafa Kemal Paşaların kuşağıyız. Ve öyle olmalıyız, öyle kalmalıyız.
(Cumhuriyet, 11 Şubat 1982)
Unutma! Hatırla!
1990’larda Atatürk’ü en iyi anlayıp anlatan aydınları katlettiler. Uğur Mumcu da onlardan biriydi. Atatürk’ü unutturmak için Uğur Mumcu’yu katledenlere inat Atatürk’ü Uğur Mumcu’dan dinleyelim! Böylece fikirlerin öldürülemeyeceğini kanıtlayalım bir kere daha
Uğur Mumcu diyor ki, Cumhuriyet ne holding merkezlerinde kurulmuştur, ne Dünya Bankası ofislerinde! Cumhuriyeti kuran Türkiye halkıdır. Kuvayı Milliye’dir, ulusal kongrelerdir, ordudur, meclistir. (29 Ekim 1992)
Türkiye bugün ayakta duruyorsa, Atatürk döneminde atılan temellerin sağlamlığı nedeniyle duruyor.
(Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 10 Şubat 1991)
Atatürk, binlerce yıllık insanlık tarihinden çıkardığı doğru derslerle Cumhuriyeti kurarken aslında akla ve bilime dayalı bir sistem kurmak istiyordu. Dikkatle bakılacak olursa Atatürk’ün tüm devrimlerinin aslında aklın, bilimin ve çağın zorlamasının doğal bir sonucu olduğu görülecektir.
Atatürk, 22 Eylül 1924’te Samsun öğretmenlerine aynen şunları söylemişti:
Efendiler! Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (doğru yolu gösterici) ilimdir, fendir. İlmin ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır.
Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini idrak etmek ve ilerlemelerini zamanında takip eylemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene önceki ilim ve fen lisanının çizdiği ilkeleri şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir
Atatürk, söyledikleri ve yaptıkları akla ve bilime uygun olduğu için büyüktür. Atatürk, işte bu nedenle ölümsüzdür.
Laik Cumhuriyetin sırrı da akıl ve bilim dir.
Atatürk, akıl ve bilimle şekillendirmiş çağdaş medeniyeti coşkun sel ve kuvvetli ateş diye adlandırıyordu. O coşkun sele ve kuvvetli ateşe direnenlerin o selde boğulacaklarını, o ateşte yanacaklarını söylüyordu.
Atatürk, 27 Ağustos 1925’te İnebolu Türk Ocağı’nda kendisini dinleyenlere aynen şöyle seslenmişti:
Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. ( )
Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır. Dağları delen, semalarda uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kuvvet ve ulviyeti karşısında ortaçağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı yenilikçi ve gelişmiş bir millet olarak ilelebet yaşamaya karar vermiş, esaret zincirlerini ise tarihte eşsiz kahramanlıklarıyla parça parça etmiştir
Şu sözler de Atatürk’e aittir: Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız olanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde layık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır.
Atatürk, 1923’te cunhuriyeti ilan eder etmez kuldan birey, ümmetten millet yaratacak laik devrimler yapmış; akla ve bilime dayalı çağdaş bir devlet kurmuştu. Dahası Atatürk, ne pahasına olursa olsun devrimlere sahip çıkmış; kurduğu Çağdaş Cumhuriyeti gözü gibi korumuştu.
Atatürk, Cumhuriyeti, akla ve bilime dayalı laik bir eğitim-öğretim anlayışıyla şekillendirdi. Bu amaçla önce 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. Bu kanunla eğitim öğretim birleştirildi.
Okul programları yenilendi. Yeni okullar açıldı. Türkçe ve Tarih dersleri tüm okullarda zorunlu yapıldı. Karma eğitime geçildi. Harf devriminden sonra okul programlarından Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı.
Atatürk, hiçbir zaman laik eğitimden taviz vermedi.
Bağnazlığa, yobazlığa, medrese kafasına karşı ilim ve irfan teşkilatıyla ; okulla, öğretmenle mücadele etmek gerektiğini belirtiyor. Taassubun (bağnazlığın) panzehiri olarak okulu, öğretmeni görüyor.
Unutma! Hatırla!
Cumhuriyetin eğitim devriminin en önemli ayaklarından köy ilkokullarını da unutturdular. Atatürk, Cumhuriyeti kurarken her şeyden önce yaygın cehalete savaş açtı. Cehaletle savaşın karargâhı okullar, orduları ise öğretmenlerdi. Nitekim Atatürk öğretmen ordusu tabirini kullanırdı. Ancak Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan okullar çok yetersizdi. Nüfusun yüzde 80’inin köylerde yaşadığı o günlerde Atatürk Cumhuriyeti, köylere okul ve öğretmen götürmek için projeler geliştirdi. Genç Cumhuriyet, binlerce okulsuz köye ilkokul yaptı. Şimdi de yok edilen ve unutturulan köy ilkokullarını hatırlayalım.
Atatürk, Milli Mücadele’nin başlarında, 24 Aralık 1919’da Kırşehir’e uğramıştı. Orada Atatürk’ü coşkuyla karşılayanlar arasında Kırşehir Lisesi Müdürü Ömer Aydın da vardı.
Atatürk ile Ömer Aydın arasında şöyle bir konuşma geçmişti:
Müdür Bey! Kırşehir’de kaç ilkokul var?
70 efendim!
Peki, kaç köyünüz var?
362
Köy sayısına göre okullar çok az! Her köye bir ilkokul yapılması için ne yapılabilir?
Efendim! Eğer Umumi Harp’ten dönen yedek subaylar öğretmen yapılırsa ( ) okuma yazma oranı birden yükselir!
Atatürk, daha o günlerde köy ilkokulları ve köy öğretmenleri için çalışma başlattı.
Atatürk, 1 Mart 1923’te meclis konuşmasında, 1922’de özel idarelerce 3 erkek, 1 kız öğretmen okulu, 5 erkek, 3 kız lisesi, 134 erkek, 30 kız ilkokulu ve 10 sanayi ve 2 çırak okulu yapıldığını ve bu okullar için 190 bin lira ayrıldığını söyledi.
Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, 1927-1928 eğitim-öğretim yılında Kayseri Zencidere’de ve Denizli’de üçer yıl öğretim süreli iki Köy Muallim Mektebi açtı.
Sonra Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip de köy öğretmeni yetiştirmek için 1933’te Ankara, İzmir, Bursa ve Adana’da kısa süreli Köycülük Kursları açtı.
Kültür Bakanı Saffet Arıkan ve İlk Öğretim Genel Müdür Vekili İsmail Hakkı Tonguç, Atatürk’ün desteğiyle 1936’da Köy Eğitmen Kursları projesini hayata geçirdiler.
1940’ta açılan Köy Enstitüleri’nin altyapısını da işte bu Köy Eğitmen Kursları oluşturacaktı.
1939’da İsmail Hakkı Tonguç’un verdiği bilgilere göre -millet, devlet işbirliği sayesinde- 1923-1939 arasında köylerimize 3.936; şehir ve kasabalarımıza da 437 ilkokul binası yapıldı.
Tonguç, 1939’da, daha 35 bin köye okul yapılması gerektiğini
Sonra ne mi oldu?
1935’te 5000 civarındaki köy ilkokulu sayısı, 1939-1940’ta 8.032’ye, 1949-1950’de 15.505’e, 1959-1960’ta ise 19.157’e çıktı.
Atatürk Laik Cumhuriyet’in özüne aklı ve bilimi yerleştirdi. Hurafelere, safsatalara savaş açtı.
Atatürk, 31 Ağustos 1925’te Çankırı’da aynen şöyle dedi: Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti her alanda yol gösterecek kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstermesine muhtaç değiliz. Biz, medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve abdal yapmaktır. Hâlbuki halkımız abdal ve meczup olmamaya karar vermiştir. Biz medeni dünya ailesi içinde bulunuyoruz. Her bakımdan medeniyetin bütün icaplarını uygulayacağız.
Atatürk, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da tarikatlara, cemaatlere karşı halkı şöyle uyardı: Bugün ilmin ve fennin, bütün kapsamıyla medeniyetin yaydığı ışık karşısında filan ve falan şeyhin yol göstericiliğiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.
Atatürk, 16 Mart 1923’de Adana’da halka şöyle seslendi: Bizi yanlış yola sevk eden kötülükler biliriz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir
Atatürk, şapka devrimi hakkında halka bilgi vermek, halkla konuşmak için 23 Ağustos 1925’te Kastamonu ve İnebolu gezilerine çıktı. 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada, Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır dedi.
3 Mart 1924 Devrim Kanunları’yla hem din ile siyaset hem de siyaset ile ordu birbirinden ayrıldı.
Şeriat ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Onun yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Halifelik kaldırıldı, halife sürgün edildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim öğretim birleştirildi. Tüm okullar -vakıflara, dinsel kurumlara, cemaatlere bağlı okullar- Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Medreseler kapatıldı. Darülfünun’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi ve belirli sayıda imam-hatip okulu açılmasına karar verildi.
Siyasetin bir parçası olan Genelkurmay Bakanlığı kaldırıldı. Onun yerine Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. Atatürk, meclisteki komutan milletvekillerinden ya meclisi ya kışlayı tercih etmelerini istedi.
Atatürk şöyle diyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar, ilmin çağdaş medeniyete sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır
Unutma, hatırla!
Atatürk’ün Cumhuriyet Devrimi, kadın-erkek, yaşlı-genç Türk milletinin kurtuluş devrimidir. Ancak Cumhuriyet Devrimi her şeyden önce kadının kurtuluş devrimidir. İslam dünyasında kadının gasp edilen insanlık haklarını geri veren ilk büyük devrim Cumhuriyet Devrimi’dir. Bu gerçeği sadece kadınlarımızın değil, erkeklerimizin de asla unutmaması gerekir.
Türk Devrimi denilince bunun ‘kadının kurtuluş devrimi’ olduğu beraber söylenecektir.
(Başbakan İsmet İnönü, 5 Aralık 1934)
İsmet İnönü’nün ifadesiyle Atatürk’ün en ileri iki devriminden biri harf devrimi, diğeri kadın devrimidir. Atatürk’ün kadın devriminin iki önemli adımından biri Medeni Kanun’un kabulü, diğeri ise kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesidir.
Atatürk, kadın devrimiyle Türk kadınını medeni ve siyasi haklara kavuşturdu.
Atatürk, kadınların seçme ve seçilme hakkının olmadığı bir ülkede gerçek demokrasinin olmayacağını düşünüyordu. 1933’te şöyle demişti: Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Kadın haklarını tanımak da bunun bir gereği olacaktır.
Tarih: 5 Aralık 1934.
Yer: TBMM.
Başbakan İsmet İnönü (Malatya) meclis kürsüsüne geldi: Kadınlarımızın Türk tarihindeki haklı yerleri, erkeklerle beraber daima memleketin ve milletin alın yazısı üzerinde söz ve etki sahibi olmalarıdır dedi. Bu hakkı, Türk kadınına bir iyilik olsun diye vermediklerini, Türk kadınına ait olan ancak geçmişte elinden alınan hakkı Türk kadınına geri verdiklerini söyledi. Milli Mücadele’de kadınların erkeklerle omuz omuza nasıl canla başla çalıştıklarını anlattı. Türk Devrimi denilince bunun kadının kurtuluş devrimi olduğu beraber söylenecektir dedi.
Atatürk, 1934’te Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi üzerine şunları söyledi:
Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. ( ) Siyasi hayatta, belediye seçimlerinde tecrübesini yapan Türk kadını bu kez de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Çağdaş ülkelerin birçoğunda kadınlardan esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu yetki ve ehliyetle kullanacaktır.
Atatürk, yeni Türkiye yi halkı dinleyerek, halkla konuşarak kurdu. Anadolu’da halk, yüzyıllar sonra ilk kez ayağına kadar gelip kendisini can kulağıyla dinleyen halkçı bir liderle karşılaştı
Atatürk, o inceleme gezisinde gittiği her yerde halkın sorunlarını dinledi. Sonra bu sorunlara ayrıntılı çözüm önerilerini içeren raporlar hazırlattı.
Atatürk, halkın şikayetlerini TBMM tutanak yazıcılarına tek tek not ettirdi. Bu notlar gezi sonrasında Atatürk’ün gözetimi altında temize çekildi. Bu notlarla hazırlanan raporlar Başbakan İsmet İnönü’ye ve diğer yetkililere ulaştırıldı.
Derviş Mehmet, cami avlusunda, sağ eliyle kavradığı o kör taassup bıçağını, tekbir getire getire, sadece genç öğretmen Kubilay’ın boğazına değil, aynı zamanda Laik Cumhuriyet’in boğazına dayamıştı
Atatürk’ün ilk tepkisi şudur: Bu ne haldir! Bu, Cumhuriyet’in ve bizim başımızı kesmektir. Bundan bütün Menemen sorumludur. Bu kasaba ‘ville modite’ (lanetli şehir) ilan edilmeye müstahak olmuştur.
Atatürk, 28 Aralık 1930’da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya gönderdiği yazıda da Kubilay şehit olurken, mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen halkının bir kısmının alkışlamasının bütün Cumhuriyetçiler ve yurtseverler için utanılacak bir durum olduğunu belirtiyor.
Atatürk, 7 Ocak 1931’de Çankaya Köşkü’nde bir toplantı yapıyor. Bu toplantıda Atatürk, olayın siyasi boyutunun araştırılmasını, Nakşibendi tarikatının yok edilmesini, olayla ilgisi olanların mutlaka cezalandırılmasını, verilen idam hükümlerinin hemen infaz edilmesini, alkışlayan ve olaya seyirci kalan Menemen halkının göç ettirilmesini, hatta bazı gazetelerin de sorgulanmasını istiyor. İsmet Paşa, çok ağır yaptırımlara karşı çıkıyor. Bunun üzerine Atatürk, Menemen’in ‘ville modite’ (lanetli şehir) ilan edilmesi ve halkının göç ettirilmesi gibi ağır yaptırımlardan vazgeçiyor.
Atatürk, eleştirilmeyen bir hükümetin ve cumhurbaşkanının zamanla Cumhuriyet için bir tehdit haline gelebileceğini ifade ediyor: Yavaş yavaş hükümet ve onun seçtiği cumhurbaşkanı, meclisten aldıkları ve bazı önemli, heyecan verici olaylar nedeniyle alabilecekleri yetkileri eleştirisiz uygulamaya alışırlar. Bu durum adet derecesinde kökleşebilir diyor.
Çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk, gelecekte eleştirilmeyen ve denetlenemeyen bir cumhurbaşkanının, tüm gücü ele geçirip sessiz sedasız rejimi değiştirebileceğini belirtiyor.
Atatürk, işte bu nedenle kendi teşvikleriyle SCF’nin kurulduğunu anlatıyor. Temiz fikirler etrafında oluşan ve doğal olarak cumhuriyet temeli üzerinde yükselecek olan bu partinin bu sakıncalara karşı esaslı bir tedbir olduğunu söylüyor. Memlekette CHP ve SCF birbirini kontrol edecek; birbirinin fikirleri, niyetleri, hareketleri hakkında kamuoyunu aydınlatacaktır. Bu sayede şahsi yetkilere dayanan şahsi hareketler milletin gözü önünde bulundurulacaktır diyor.
Yani kimilerinin diktatör dedikleri Atatürk, üstelik Avrupa’da faşizmin yükselmeye başladığı günlerde, Cumhuriyetin güvencesi olarak iyi işleyen çok partili demokrasiyi görüyor.
Sonra da kulaklara küpe olması gereken şu sözü söylüyor:
Milletin şahıslara, kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar bağlanmış olması iyi netice vermez. Bunun tarihte misalleri çoktur.
Atatürk, SCF denemesinin başarısız olmasından dolayı çok üzgündü. Sabiha Gökçen’in aktardığına göre bir gün şöyle demişti:
Hayatımda en çok isteyip de maalesef bugüne kadar göremediğim şeylerin başında yurdumuzda demokrasinin kurulması konusu geliyor. ( ) Ancak şuna kesinlikle inanıyorum ki, demokrasi, gereği olan çok partili bir dönem Türkiye’mize de gelecektir. O zaman ben hayatta olmasam bile ruhum bilesiniz ki şad olacaktır. Ancak bu dönem için de korkum, bu güzelim yönetim tarzını yozlaştıracak, onu anlamsızlaştıracak, hatta hatta halkın gözünden düşürecek kişiler ve partiler çıkmasıdır
Atatürk, Hindistan Müslümanlarının gönderdiği paradan elinde kalan bu 445.000 lirayı, ülke için en verimli biçimde şöyle değerlendirdi:
1. 250.000 liraya -Türk ekonomisini geliştirmek için- İş Bankası’nı kurdu.
2. 120.000 liraya -tarım ve hayvancılığı geliştirmek için- örnek çiftlikler kurdu.
3. 65.000 liraya da İş Bankası’ndan Maden T.A.Ş. hisseleri satın aldı. (Bu hisse gelirlerini örnek çiftliklerde kullandı.)
Atatürk, elinde kalan parayı -şahsı için değil- yine Türkiye için harcadı: Parayı millet adına çok iyi değerlendirerek paranın erimesini de önledi.
Yerli-milli ekonomi için her şeyden önce yerli-milli sermayeli bankalara ihtiyaç vardı.
İşte Atatürk, İş Bankası’nı bu amaçla kurdu. İş Bankası, sermayesinin tamamı yerli bir bankaydı.
Atatürk, İş Bankası Genel Müdürlüğü’ne getirdiği Celal Bayar’ın milletvekilliği ve bakanlığı bırakmasını istedi. Zekâ, dikkat ve iffet ile hareket ederse mutlaka başarılı olacağını da söyledi.
26 Ağustos 1924’te İş Bankası resmen kuruldu. Kuruluş tarihi olarak özellikle Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos seçildi. Belli ki Atatürk, askeri zaferleri, ekonomik zaferlerle tamamlamayı kafasına koymuştu.
Atatürk, 26 Ağustos 1922’de başlattığı Büyük Taarruz’u, 26 Ağustos 1924’te kurduğu İş Bankası’yla tamamlamak istemişti.
Türkiye İş Bankası, Atatürk’ün milli ekonomi savaşının karargâhıdır. İş Bankası, Cumhuriyetin temel taşlarından biridir. İş Bankası, Cumhuriyetin ekonomi hafızasıdır.