İçeriğe geç

İnancın Sonu Kitap Alıntıları – Sam Harris

Sam Harris kitaplarından İnancın Sonu kitap alıntıları sizlerle…

İnancın Sonu Kitap Alıntıları

Kutsal kitaplardaki cennet tasvirinin ne kadar akıl karşıtı olduğunu da gözlemlemeliyiz. Yedinci yüzyılda yaşamış birisinin, cennetin, süt ve bal ırmaklarıyla dolu bir bahçe olduğunu söylemesi, yirmi birinci yüzyılda yaşayan birisinin, aynı yeri, her ruhun çok lüks yepyeni bir araba süreceği, ışıl ışıl bir şehir olarak tasvir etmesine denktir.
Malise Ruthven’in de belirttiği gibi, Peygamber, kendisinin fatihi olmuştur eğer İsa’yı takip etmek, dünyevi hırsları terk etmek ve bireysel erdemler yoluyla kurtuluşu aramak anlamına geliyorsa, peygamberi takip etmek de dini içeriden ve dışarıdan tehdit ettiği görülen güçlere karşı, er ya da geç silaha sarılmak anlamına gelir.
Eğer vaftizin gerçekten günahlardan arındırma gücü olsaydı, o hâlde din değiştiren Yahudilerin de kilisenin gözünde kurtarılmış olması gerekmekteydi. Ama görmüş olduğumuz gibi, herhangi bir inanç sistemindeki tutarlılık hiçbir zaman kusursuz değildir.
Bir molla kutsal kitabının kelimesi kelimesine Tanrı’nın sözü olduğunu nereden biliyor? Buna bilmek kelimesini herhangi bir dilde gülünç duruma düşürmeden verilebilecek tek cevap şudur: Bilmiyor!
Gerçeklikle ilgili duyularımız sanki kendi ölümümüzü kapsamıyor. Şüpheye yer bırakmayan yegane şeyden şüphe ediyoruz.
Tanrı’nın bize birbirimizi öldürmemiz için verdiği nedenler, diğer yanağımızı dönmemiz için verdiği nedenlerden kat be kat fazla.
İnançlı insanlar şiddeti doğuranın inancın kendisi değil, insanoğlunun ilkel doğası olduğunu savunuyor.
Dahası her din, kanıtın nasıl olabileceğini bile aklın almadığı önermelerin doğruluğunu telkin eder.
Dinsel ılımlıların iyi kalpliliği, dinsel inançlarının umut ve cehalet arasındaki yürümeyecek bir evlilik olduğunu değiştirmez.
Tanrı ve Allah gibi sözcükler ya Apollo ve Baal ın yanına gidecek, ya da dünyamızı yerle bir edecek.
Bugün dünyada cinselliği en çok baskılayan insanlar hurilerle dolu bir cennet kavramı uğruna şehitliğin cazibesine giriyor.
İslam’da şu bir gerçektir ki, dünya üzerine özgürce yaptığınız sorgulamalar sonucunda yanlış kapıyı açarsanız, kardeşleriniz bu yüzden ölmenizi isteyebilir.
Hoşgörüsüzlük, güçlü bir inancın en doğal sonucudur; hoşgörü, ancak inanç keskinliğini yitirdiğinde ortaya çıkar; kesinlik, ölümcüldür.
(Will Durant)
Aklın ve mantığın çöküşü hiç bu kadar tam ve sonuçları da hiç bu kadar vahim olmamıştır.
Yaşam epistemolojik anlamda yalnız geçirilemeyecek kadar kısa, dünya da o derece karmaşıktır.
Uygarlığımız hâlâ akıl dışılığın orduları tarafından kuşatılmış durumdadır. Şimdi bile çok eskiden yazılmış metinler uğruna birbirimizi öldürüyoruz.
Bir tanrının var olması halinde benim kendimi iyi hissedeceğim gerçeği, bana onun var olduğuna dair en ufak bir neden sunmaz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Dünyamızın şu anki haline baktığımızda arzulanmaya değer başka bir gelecek görünmüyor.
dinsel geleneklerin hepsinin ortak ilkesi, diğerlerinin hatalarla dolu olduğu, bilemedin en iyisinden ciddi eksikler içerdiğidir. Dolayısıyla hoşgörüsüzlük dinlerin içine işlemiştir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Fizikçi Martin Rees’in işaret ettiği gibi , “Bir kişinin el altından çevireceği tek bir işlemle milyonlarca insanın ölümüne neden olabileceği veya bir şehri yıllarca girilemez hale getirebileceği bir çağa giriyoruz…”
İşin özü gerçekten niyetler midir? Örneğin, Yeni Dünyada, yerli bebekleri hemencecik öldürebilmek ve böylece de onları cennete gönderebilmek için vaftiz eden Hıristiyan misyonerler hakkında ne diyeceğiz? Onların niyeti de (görünüşe göre) iyiydi. Bu eylemleri etik miydi? Acınacak biçimde sınırlı bir dünya görüşü çerçevesinde, evet. Hastalarına tedavi olarak cıva veren ortaçağ eczacıları da aslında yardım etmek istiyordu. Yalnızca, bu elementin insan vücudunda oynadığı rol hakkında yanılıyorlardı. Niyet önemlidir, ama
önemli olan tek şey değildir.
Humeyni, bir kitle katliamına yol açacak türden bir dini coşkuyu teşvik etti. Bu, bir taarruz dalgası sırasında Humeyni’nin emriyle ölmeyi, kaderlerin en güzeli ve en yükseğine sahip olmak sayan bir inançtı. Tüm İran’da, anneleri ve aile üyeleri tarafından cesaretlendirilen genç erkekler, bu taarruz dalgalarında
yer almak ve şehit olmak için yanıp tutuştu. Bu, bir kitle intihar hareketiydi. Savaş, yaşanabilecek en korkunç olaylardan biriydi.
Yahudilik, militan aşırılık için çok daha az verimli bir kaynaktır. Yahudiler, Yahudilik kimliklerini, özel olarak Tanrı’ya dair inançlarının içeriğinden alma eğiliminde değildir. Örneğin, pratikte Yahudi olup da Tanrı’ya inanmamak mümkündür. Aynı şey, İslam ve Hıristiyanlık için söylenemez.
Turin kefeni, bugüne kadar Hıristiyan dünyasında belki de en fazla saygı gören kutsal kalıntıdır, çünkü İsa’nın bedeninin gömülmeden önce bu örtüye sarıldığına inanılır. 1988 yılında Vatikan, örtünün ufak kısımlarının British Museum tarafından düzenlenen bir kör çalışma kapsamında üç farklı laboratuar (Oxford Üniversitesi, Arizona Üniversitesi ve Zürih’teki Federal Teknoloji Enstitüsü) tarafından karbon tarihleme yöntemiyle incelenmesine izin vermiştir. Her üç kuruluş da, örtünün 1260 ila 1390 yıllarından; yani Orta Çağ’dan kalma bir sahtekarlık ürünü olduğu sonucuna varmıştır.
İnsanın her şeyin ölçütü olmadığı açıktır. Evren, gizemlerle doludur. Onun ve sizin var oluş gerçeğiniz, kesin bir gizem ve adına yaraşır tek mucizedir. Bizleri canlandıran bilincin kendisi ise bu gizemin merkezi ve manevi diye adlandırabileceğimiz her deneyimin temelidir. Durumumuzun hikmeti hakkında konuşmak için hiçbir mitin kucaklanmasına gerek yoktur. Yaratılışın güzelliği ve enginliği karşısında huşu içinde yaşamak için hiçbir kişisel tanrıya tapmaya gerek yoktur. Günün birinde aslında komşularımızı sevdiğimizi, mutluluğumuzun kendinden ayrılamaz olduğunu ve birbirimize bağlılığımızın tüm insanlara ilerleme fırsatı sunulmasını gerektirdiğini fark etmemiz için, hiçbir kabile hikayesini prova etmemize gerek yoktur. Dini kimliklerimizin günlerinin sayılı olduğu açıktır. Uygarlığın günlerinin sayılı olup olmadığı ise daha çok bunu ne kadar yakın zamanda fark edeceğimize bağlı gibi görünmektedir.
Düşünün: tanıştığınız her insan, bugün yanından geçtiğiniz veya geçeceğiniz her insan ölecektir. Ömürleri yeterince uzun olursa, her biri, arkadaşlarının veya aile üyelerinin ölümünün acısını yaşayacaktır. Hepsi de bu dünyada sevdikleri her şeyi kaybedecektir. Bu sırada onlara nazik davranmaktan başka bir şey yapmayı neden düşünelim ki?
Birbirimize bağlanmış durumdayız. Etik sezgilerimizin bir şekilde biyolojimizden sonra gelmesi gerektiği gerçeği, etik gerçekleri biyolojik olanlara indirgenebilir kılmamaktadır. Tıpkı mantıklı olanın ne olduğuna dair nihai yargıçlar bizlersek, neyin iyi olduğuna dair nihai yargıçlar da biziz. Ve İki cephede de birbirimizle olan diyaloğumuz henüz sona ermiş değildir. Ahlaki sezgilerimizi gerekçelendirmek için bu yaşamın ötesine geçecek veya bu dünyadaki davranışlarımıza rehberlik etmesi için onları dönüştürecek bir ödül veya ceza şemasına gerek yoktur. Başvurmamız gereken melekler, yalnızca, daha iyi doğamıza ait olanlardır: akıl, dürüstlük ve sevgi. Korkmamız gereken şeytanlar ise, yalnızca, her insanın zihninde gezinenlerdir: cehalet, nefret, açgözlülük ve kesinlikle şeytanın başyapıtı gibi görünen inanç.
Dinin özünde bazı insani ihtiyaçlar yatar, çünkü ruhani deneyim, ahlaki davranış ve güçlü cemiyet bağları insanoğlunun mutluluğu için esastır. Ne var ki dinsel geleneklerimiz entelektüel açıdan çağın gerisinde kalmıştır ve siyasi açıdan felaketlere gebedir. İnsan zihni, ruhsal deneyimlere meyilli olmakla beraber, bu meylimizi doyurmak için yeterli kanıt bulunmayan şeylere inanmak zorunda değiliz. Dünya üzerine olan düşüncelerimizde mantığımızı, maneviyatımızı ve ahlakımızı bir araya getirmenin bir yolu şüphesiz olmalıdır. Bu, en derin kişisel kaygılarımıza mantığımızla yaklaşmaya başladığımız noktayı oluşturacaktır. Aynı zamanda inancın da sonu olacaktır.
Çoğu bilim insanı kendini fızikalist olarak tanımlar. Bunun başlıca anlamı, zihinsel ve ruhsal hayatlarımızın tamamen beynimizin işleyişine bağlı olduğudur. Dolayısıyla beynimiz öldüğünde varoluşumuz da sonlanıyor olmalıdır. Sinirsel etkinliklerin lambaları söndüğünde, geriye yaşama ilişkin hiçbir şey kalmayacaktır. Hatta pek çok bilim insanı bu görüşe adeta bir kutsallık atfeder ve bu gerçeği benimseyebilecek kadar mert olanlara entelektüel olgunluk payesi bahşeder.
Taliban yönetimindeki bir yaşam, bir ihtimal, dünya üzerinde yaşayan milyonlarca kişinin bize benimsetmek istediği şeydir. Onların özlemini çektikleri toplumda, (tabii, o da iyi zamanlarındaysa) kadınlar yenik ve görünmez kalacaktır ve ruhani, entelektüel ve cinsel özgürlük talebinde bulunan herkes, asık suratlı ve eğitimsiz erkeklerden oluşan bir kalabalığın önünde katledilecektir. Bunun, direniş gösterilmesi gereken bir hayat görüşü olduğunu söylemek gereksizdir. Sivil zayiat konusundaki endişelerimizin bizi felç etmesine izin veremeyiz, çünkü düşmanlarımızın bu tür endişeleri yoktur. Onların savaş yaklaşımı, çocukların görüldükleri ilk yerde öldürülmesi üzerinedir; ve biz de, kendimizi riske atarak, onların uyguladıkları şiddetle bizimki arasında bulunan temel farkı göz ardı etmekteyiz. Silahın dünyamızdaki yaygınlığını göz önünde bulundurursak, bu savaşı artık kılıçlarla sürdürmek gibi bir seçeneğimiz bulunmamaktadır. Çeşitli türlerde sivil zayiatın önümüzdeki yıllarda geleceğimizin bir parçası olacağı da kesin gibi görünmektedir.
Erkekleri ve erkek çocukları, şanssız kızları rahata erdirmek yerine öldürmek
üzere yetiştiren her kültür, sevginin büyümesini geciktirmeyi başarmış
bir kültürdür. Tabii ki, bu tür topluluklar, içlerinde yaşayan insanlara
başka birçok şeyi öğretmekte de başarısız olur; örneğin, okuma. Nasıl
okunacağını öğrenmemek, okur yazarlığın farklı bir tarzı değildir; ve
başkalarını, kendi içlerindeki amaçlar olarak görmeyi öğrenmemek de
etiğin farklı bir tarzı değildir. Bu bir etik başarısızlığıdır. Başka insanları, sığ bir yörüngeye hapsettikleri ahlaki sempatilerini genişletmeye nasıl cesaretlendirebiliriz? Nasıl, herhangi zorlayıcı bir milli, etnik veya dini kimlikten sıyrılarak, yalnızca birer insan olabiliriz? Akılcı olabiliriz. Bilişsel ve ahlaki ufukları birbirine kaynaştırmak, aklın doğasında vardır. Akıl, sevginin koruyucusudur.
Namus için gerekli inançlara sahip bir adam düşünüldüğünde, kızının tecavüze uğradığını öğrendiğinde, onu öldürmekten başka çareye sahip olmayacaktır. Aynı sevgi meleğinin, kızın erkek kardeşlerini ziyaret etmesi de beklenebilir. Bu tür cinayetler, Ürdün, Mısır, Lübnan, Pakistan, Irak, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da hiç de nadir değildir. Dünyanın bu kısımlarında, tecavüze uğrayan bir kız, hangi yaşta olursa olsun, ailesinin şerefine leke sürmüş demektir. Neyse ki bu leke kalıcı değildir ve kızın kanıyla çabucak silinebilir. Bu toplumların hiçbiri, ailesinin namusuna halel getirme suçunu işleyen birisinin zehirli iğneyle infazını sağlayacak bir sistem geliştirmediğinden, suçun işlenmesinin sonrasında kaçınılmaz olarak düşük teknolojili bir ritüel gerçekleştirilecektir. Kız, ya boğazı kesilerek, ya benzine bulanıp yakılarak ya da silahla vurularak öldürülür. Erkeklerin hapis süresi ise (tabii, o da hapsedilirlerse) her zaman kısadır. Birçoğu da kendi topluluklarında kahraman addedilir.
Bu davranışlarla ilgili ne söyleyebiliriz? Kadınların cinsel saflığıyla öldüresiye takıntılı Orta Doğulu erkeklerin, eşlerini, kızlarını veya kız kardeşlerini, Amerikalı veya Avrupalı erkeklerin sevdiğinden daha az sevdiğini söyleyebilir miyiz? Tabii ki söyleyebiliriz. Söylemimizle ilgili gerçekten inanılmaz olan şey ise böylesi bir iddianın birçok bağlamda yalnızca çelişkili değil, aynı zamanda ağza bile alınamayacak bir iddia olmasıdır.
Sorun şu ki, insanla hayvan arasında bir ayrım yapmak için hangi özelliği kullanırsak kullanalım (zeka, dil kullanımı, ahlaki duyarlılıklar vs.), bu özellikler, insanlar arasında da eşit şekilde farklılık gösterecektir. Eğer insanlar bize, sırf kendilerini daha iyi ifade edebildikleri için orangutanlardan daha önemli geliyorsa, neden kendini daha iyi ifade edebilen insanlar, diğer insanlardan daha önemli değil? Ayrıca, afaziye sahip zavallı insanlar ne olacak? Görünüşe göre, şu anda onları ahlaki topluluğumuzdan dışlamış bulunmaktayız. Borneo
Adası’nda ailesinden yakınabilen bir orangutan bulursak, o da cankurtaran teknemizdeki birkaç kişiyi yerinden edebilir
Teoloji şu anda insanın cehaletinin bir dalından birazcık fazlasıdır. Tabii, bu, kanatlı bir cehalettir.
Doğal dünya hakkında bildiklerimizi düşünürsek, tüm dini inançlara içkin olan insan merkezcilik, imkansız biçimde ilginç ( dolayısıyla imkansız) olarak ortaya çıkmaktan kurtulamaz. Biyolojik gerçekler, tasarımcı bir tanrıya, hatta iyi bir tanrıya bile uygun değildir. Evrimin huysuz kerameti şudur: canlı dünyanın inanılmaz güzelliğini ve çeşitliliğini yaratan o mekanizmalar, vahşeti ve ölümü garanti etmektedir. Uzuvları olmadan doğan çocuklar, kör sinekler, nesli tükenen türler tüm bunlar, Doğa Ana’nın toprağı yoğurma biçiminin ürünüdür. Hiçbir mükemmel tanrı, bu tür tutarsızlıkları sürdüremez. Eğer tanrı dünyayı ve içindeki her şeyi yarattıysa, çiçek hastalığını, vebayı ve bağırsak kurdunu da onun yarattığını hatırlamak faydalı olacaktır. Yeryüzüne
kasıtlı olarak bu tür korkular salan herhangi bir insan, işlediği suçlar
yüzünden hapiste çürütülürdü.
Dini bakış açısından çeşitli kabahatler burada birbirine yaklaşıyor (özellikle de keyif amaçlı cinsellik ve putperestlik konusundaki endişeler) ve bunların da bizi, hiç kimseye zararı dokunmayan bireysel davranışları uyguladıkları için insanları ciddi biçimde cezalandırmanın etiğe uygun olduğunu hissetmeye itmiş gibi görünüyor. İnsanların mutluluğunu nesiller boyunca kör bir biçimde yerle bir etmiş olan mantıksızlığın en masraflı örneklerinde olduğu gibi, din, burada da
açık bir biçimde kurucu rol üstlenmektedir. Ahlaksızlığa karşı konmuş olan yasalarımızın, aslında insanların fiziksel veya psikolojik zarar
görmesiyle hiçbir ilgisinin olmadığını, o yasaların yalnızca Tanrıyı kızdırmamak için konduğunu görmek için, rızası olan yetişkinler arasında yapılan oral ve anal seksin on üç eyalette hala bir suç teşkil etmekte oluşunu düşünmemiz yeterlidir. Bu eyaletlerin dördü (Texas, Kansas,
Oklahoma ve Missouri), bu eylemleri, aynı cinsiyete mensup olan çiftler arasında yasaklıyor ve böylece de doğrudan doğruya eşcinselliği yasaklamış oluyor. Diğer dokuzu ise karşılıklı mutabakata dayalı eşcinselliği herkes için yasaklıyor (bu eşitlik ve adalet beşiği eyaletler ise
Alabama, Florida, Idaho, Louisiana, Mississipi, Kuzey Carolina, Güney
Carolina, Utah ve Virginia). Rızası olan yetişkinlere keyfi amaçlarla cinsel ilişki kurdukları için dava açma dürtüsünün dini inançla oldukça güçlü bir bağa sahip olduğunu kavrayabilmek için toplumbilimci olmaya gerek yoktur.
Dindar insanların, başkalarının bireysel özgürlüklerini sıklıkla
kısıtlamak istemesi bir tesadüf değildir. Bireysellik fikrinin kendisi Tanrının varlığıyla çelişkili olduğundan, bu dürtü, dinin tarihinden
çok mantığıyla ilgilidir. Eğer Tanrı her şeyi görüyorsa, biliyorsa ve belirli cinsel davranışlar veya zihinsel durumlar karşısında mahcup olacak kadar geri kafalı kalmışsa, o zaman insanların evlerinin mahremiyetinde yaptıkları şeyler, halk içinde sergileyecekleri davranışlarla uzaktan yakından alakası olmasa bile, dindar insanlar için umumi bir endişe
olarak ele alınacaktır.
Şeriatçıların inandığı şeyler göz önüne alındığında, ele geçirebildikleri her yerde modernliği boğmaya çalışmaları tamamen mantıklıdır. Tanrı rızası için savaştıkları sürece, kadınların, çocuklarını intihar saldırılarına teşvik etmesi bile mantıklıdır. Dini bütün insanlar, daha iyi bir yere gideceklerini biliyorlar. Tanrı, sonsuz kudrete ve adalete sahip. Öyleyse, günahkar bir dünyanın acı çekmesinden neden keyif almasınlar ki?
Toplumun düşüncelerinden akılcılığın son kırıntılarını silip süpürebilecek başka ideolojiler de vardır, ama şeriat, kuşkusuz, elimizdekilerin en dikkate değeridir.
2002 yılında tüm Arap ülkelerindeki GSYİH bile, İspanya’dakine eşit değildi. Daha da rahatsız edici olan şey, Arap dünyasının Arapçaya dokuzuncu yüzyıldan beri çevirdiği kitap sayısının
tamamının, İspanya’nın her yın İspanyolcaya çevirdiği kitap sayısına
eşit olmasıdır. Dar görüşlülüğün ve geri kalmışlığın böylesi şaşkınlık vericidir, ama bu, bizi, sorunun kökenlerini yoksulluk ve eğitim eksikliğinde aramaya yönlendirmemeli. Bir nesil fakir ve okuma yazma bilmeyen çocuğun, köktenci medrese (Suudi sermayeli din okulları)
makinelerine yem edilmesi, bizi ürkütmelidir kuşkusuz. Ama İslamcı teröristler genellikle fakir ve eğitimsiz insanların arasından çıkmıyor; birçoğu orta sınıfa mensup, eğitimli ve özel hayatlarında herhangi bir sorun yaşamayan insanlar. Zakaria’nın da belirttiği gibi, on dokuz hava korsanıyla kıyaslandığında, John Walker Lindh (Taliban’a katılan, Kaliforniyalı bir genç) fazlasıyla eğitimsiz kalıyor. Wall Street Gazetesi muhabiri Daniel Pearl’ün kaçırılmasını ve öldürülmesini organize eden Ahmed Omar Şeyh, Londra Ekonomi Okulu’nda eğitim görmüştü. Şiddet dolu operasyonlarda ölen Hizbullah militanlarının fakir ailelerden gelmeleri ihtimali, militan olmayan çağdaşlarına göre daha azdır ve orta öğretim sahibi olma ihtimalleri daha fazladı. Hamas liderlerinin hepsi üniversite mezunudur ve bazılarının yüksek lisans diploması bile vardır.
Şeriat ilkelerine itimat edilerek oluşturulacak bir toplumun ne tür bir toplum olacağına dair modern bir örnek vermek gerekirse, Taliban yönetimi altındaki Afganistan’ı akla getirmek yeterlidir. Şu, çarşaflar içinde oraya buraya koşuşturan ve sırf ayak bileklerinin bir noktası ortaya çıktığı için dayak yiyen, ihtimal dışı canlılar kimdir? Onlar, Şeriat Çatısı altında şerefe mazhar edilmiş (ve
okuma yazma bilmeyen) kadınlardır.
İçinde bulunduğumuz çatışmanın İslam’la olmadığını ileri süren Batılı liderler yanılıyor olabilir; ama, bu kitapta da tartıştığım gibi, Hıristiyanlık ve Musevilik farklı değildir. Aklı başında olan tüm kadın ve erkeklerin ortak düşmanını tanımamızın vakti geldi. Bu düşman bize öylesine yakın ve öylesine aldatıcı ki, o, tam da insanlığın mutluluğu ihtimalini yerle bir ederken, biz onun nasihatlerini dinliyoruz. Bizim düşmanımız, inancın kendisinden başka bir şey değildir.
İslam dünyasının en itibarlı düşünürlerinden ve Sünniler arasındaki modern İslamcılığın babası olan Sayyid Kütb, şöyle yazmıştır: Kuran, Yahudilerin en aşağılık özelliklerinden birine daha işaret etmektedir: ne pahasına olursa olsun, nitelikten, şereften ve haysiyetten yoksun bir şekilde de olsa, yaşamak için duydukları namertçe arzu: ” Bu ifade, aslında bir özetleme mucizesidir. Yahudilere karşı yapılmış rastgele bir saldırıdan ibaret gibi görünse
de, aslında bu, radikallerin dünya görüşünün en saf halinin güçlü bir
yansımasıdır. Bu cümleye birkaç dakika bakın; bütün bir hoşgörüsüzlük ve intihar özendiriciliği makinesi gözlerinizin önünde yapılanmaya başlayacak.
Kutsal kitap, neredeyse her sayfasında, itaatkar Müslümanlara, kafirleri hor görmeyi emrediyor. Neredeyse her sayfada, çatışmanın öğüdünü veriyor. Yukarıda alıntılanan pasajları okuyup da inançla şiddet arasında bağlantı kuramayan kişilerin muhtemelen bir sinirbilimciye görünmesi gerekir.
İnkar edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkar edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı anlamazlar. (2:171). Onlar [inançsızlar} için elem dolu bir
azap vardır. (2:175). İşte bunlar hidayeti verip sapıklığı, bağışlanmayı verip azabı satın alanlardır. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar( !) Bu (azab) da, Allah’ın, Kitab’ı hak olarak indirmiş olması (ve onların bunu inkar etmesi) sebebiyledir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise derin bir ayrılık içindedirler. (2:175-176). Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi
çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de
onlarla savaşın) onları öldürün. Kafirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. (2:191-193). Savaş, hoşunuza gitmediği halde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin
için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (2:216). Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır. İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (2:217-18). Zaten Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez:• (2:258). Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez:’ (2:264). .. .
Tanrının kendisinin onaylamadığı insanlara ne kadar az şefkat harcanması istendiğini göreceksiniz. Sonsuz bilgelikte olan Tanrı, şüpheleriyle birlikte kafirleri lanetlemiştir. Onların ömrünü ve refahını uzattıkça uzatır; böylece günahları biriktikçe birikecek, öbür dünyada onları bekleyen azap da arttıkça artacaktır. Kutsal kitabın metninde, inançsızların yerilmesinde kullanılan sertliği aktarabilmek için, metinde göründükleri sırayla, aşağıda uzunca bir alıntı derlemesi sunuyorum. Yazdığına göre bunlar, evrenin yaratıcısının
aklından geçenler (tabii, yerçekimi sabitleriyle ve atom ağırlıklarıyla
meşgul değilken):

Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. (2:6). Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır) azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara
mühlet verir. (2:15). o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kafirler için hazırlanmıştır. (2:24). Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar :’ (2:85). ”.Allah’ın laneti inkarcıların üzerine olsun. (2:89). Bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkar edenlere alçaltıcı bir azap vardır. (2:90). Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa bilsin
ki, Allah da inkar edenlerin düşmanıdır. (2:98). Ne Kitab ehlinden inkar edenler [Hıristiyan ve Yahudiler] ve ne de Allah’a ortak koşanlar [putperestler] , Rabbinizden size bir iyilik gelmesini isterler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir. (2:105). Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır. (2:114). Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona inanırlar. Onu inkar edenlere gelince, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.
(2:121). Hani İbrahim, Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır demişti. Allah da, İnkar edeni bile az bir süre, (bu geçici kısa hayatta) rızıklandırır; sonra onu cehennem azabına girmek zorunda bırakırım. Ne kötü varılacak yerdir orası demıştı. ( 2:126) . . ..De ki: Dogu da Batı da, Allah’ındır. Allah dilediği kimseyi doğru yola iletir. (2:142). ”.Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz. (2:154). Fakat ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir. Onlar ebedi olarak lanet içinde kalırlar. Artık ne kendilerinden azap hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır. ” (2:161-162). Böylece Allah, onlara işledikleri fiilleri pişmanlık kaynağı olarak gösterir. Onlar ateşten asla çıkacak da değillerdir. (2:168)

Yani, yirmi birinci yüzyılda, yalnızca bir saatliğine bile Müslüman olmuş bir kişi inancını kaybederse, Şeriat kurallarının geçerli olduğu her yerde uygulanacak yaptırım, o kişiyi öldürmektir. Her ne kadar kutsal kitap, dinden çıkanları öbür dünyada bekleyen cezaları tanımlamakla yetinse de (Kuran, 3:86-91), hadisler, bu dünyada dağıtılacak olan adalet konusunda oldukça katıdır: Her kim dinini değiştirirse, onu yok edin. Bu emirde gizli bir mecaz yoktur ve hiçbir liberal tefsir bilimi de onu bir kenara itemez. Bu emirlerin, kutsal kitabın kendisinde yazmadığı gerçeğine büyük bir önem verme eğilimi gösterebiliriz, ama pratik açıdan, hadis literatürü de en az kutsal kitap kadar dinci dünya görüşünün temel taşlarındandır. Hadislerin, genellikle kutsal kitabı yorumlamak için kullanılan bir tür lens görevi gördüğü göz önüne alındığında, birçok din hukukçusu, hadislerin, din pratiğinde daha büyük bir otoriteye sahip olduğunu düşünür. Bazı liberal hukukçuların, mürtedin infazını onaylamadan önce, onun din karşıtı sözler söylemiş olması gerektiğini düşündüğü doğrudur, ama cezanın kendisi genellikle aşırı bulunmaz. Mürtedin öldürülmesindeki adalet, bir pratik olmasa bile, bir tür ana akım kabul meselesidir.
Bu, Ayetullah Humeyni, Selman Rüşti’nin başına ödül koyduğunda neden hiçbir İslamcının itiraz için ortaya çıkmadığını da açıklıyor. Birçok Batılı, milyonlarca ılımlının neden bu fetvayı alenen reddetmediğini
merak etmişti. Cevap, doğrudan doğruya dinin, Batı doğumlu bir halk
sanatçısı olan Cat Stevens’ın (şu anda Yusuf İslam) bile adaletinden
şüphe duyamadığı öğretilerinde yatıyor.
Görmüş olduğumuz gibi, Hıristiyanlık ve Yahudilik, hoşgörüsüzlük
bakımından kulağa birbirinin aynısı gibi geliyor olabilir: ama ikisi de
bu yollardan geçeli birkaç yüz yıl oluyor. Ancak, İslam’ da şu bir gerçektir ki, dünya üzerine özgürce yaptığınız sorgulamalar sonucunda yanlış
kapıyı açarsanız, kardeşleriniz bu yüzden ölmenizi isteyebilir. O halde,
dincilerin, dinde zorlama yoktur ifadesini ne anlamda kullandığını
merak edebiliriz.
Bu içerik her ne kadar kutsal kitapta fazlasıyla yer alsa da, hadis literatürü, konuyu detaylandırır:

Mümin de olsa kafir de, her yöneticinizin yanında cihat
etmek, görevinizdir.
Allah yolunda sabah ve öğleden sonra verilen en ufak (savaş) uğraşı, tüm dünyadan ve içindekilerden iyidir.
Cephede bir gün ve bir gece savaşmak, bir ay oruç tutmaktan ve dua etmekten iyidir.
Şehitliğin üstünlüğünü gördükten sonra dünyaya geri
gelip (Allah yolunda) yeniden ölmek isteyen şehitlerden
başka, ölüp de (ahrette) Allah’tan iyilik gören kimse, içindekilerle birlikte tüm dünya kendisine verilse de geri dönmek istemez:’
Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.

Şeriatın diğerlerine en büyük tehdidi oluşturan ve savunucularının gizlemek için en çok çaba sarf ettiği özelliği, cihat ilkesidir. Bu terim, asıl anlamıyla, mücadele veya çabalama olarak çevrilebilir, ama bu bağlamdaki genel karşılığı, kutsal savaştır ve bu anlamı da kazara edinmemiştir. Dindarlar, bir kişinin kendi günahkarlığına karşı savaş açmayı ifade eden bir iç (büyük) cihadın varlığını öne çıkarsalar da, hiçbir vicdan muhasebesi, dış (küçük) cihadın, yani kafirlere ve dinden çıkanlara karşı yürütülen savaşın, dinin merkezi özelliklerinden biri olduğu gerçeğini gizlemez. İslam’ın müdafaası için girilecek olan silahlı bir çatışma, her erkeğin dini zorunluluğudur. Eğer İslam’ın müdafaası sözünün, tüm dindarların nefsi müdafaa biçiminde savaştığı anlamına geldiğini düşünürsek, yanılmış oluruz. Aksine, cihat
görevi, belirsizliğe mahal vermeyecek şekilde, tüm dünyanın fethi için
yapılan bir çağrıdır. Bernard Lewis’in de ifade ettiği gibi, İhtimal odur
ki, cihat görevi, yalnızca ateşkeslerle duraklayarak, tüm dünyaya İslam
inancını kabul ettirene veya kurallarına boyun eğdirene kadar devam
edecektir:
Ne zaman insanların sivilleri kasıtlı olarak ve ayrım gözetmeksizin öldürdüğünü
duysanız, kendinize, onların arkasında hangi dogmanın durduğunu sorun. Yeni ortaya çıkan bu katiller neye inanıyor? İnandıkları şeyin her zaman (ama her zaman) mantık dışı bir şey olduğunu göreceksiniz.
Üçüncü Reich döneminin hiçbir liderinin (hatta Hitler’in bile) hiçbir zaman aforoz edilmemiş olmasına rağmen, Galileo’nun kafirliği 1992 yılına kadar
bağışlanmamıştır.
Birinci yüzyıldaki Hıristiyanların sorunu basitti: onlar İsa’yı Mesih (Yun. christos) olarak gören bir Yahudi mezhebine mensuplarken, birçok dindaşları buna inanmıyordu. İsa, elbette ki bir Yahudiydi; annesi de Yahudi bir kadındı. Havarilerinin her biri de Yahudiydi. İsa’nın Yahudilerin arasında, kendisini, Yahudiliğin gerekliliklerini yerine getiren ve muhtemelen Roma’ya Yahudi egemenliğinin geri gelmesi için çabalayan bir Yahudiden başka bir şey olarak gördüğüne dair herhangi bir kanıt da yoktur. Birçok yazarın da gözlemlediği gibi, İbrani kehanetlerinin,
İsa’nın zamanına denk gelen birçok kolu, Hıristiyanlığın esaslarını yazanların özürlerine ve sıklıkla da acınası bilginliklerine ihanet etmiştir.
Örneğin, İsa’nın yaşamının Eski Ahit’e uymasını sağlayan Luka ve Matta’nın yazarları, İşaya 7:14’ün Yunan yorumuna gönderme yaparak, Meryem’ in bakire (Yunancada parthenos olarak geçen Başak burcunun İngilizcedeki karşılığı virgindir; virgin ise Türkçede hem Başak burcu hem de bakire anlamına gelmektedir) olarak gebe kaldığı konusunda ısrar etmiştir. Meryem’in bakireliğine meraklı olanlar için ne yazık ki, İbranicedeki (parthenos sözcüğünün yanlış bir çeviri örneği olduğu) alma sözcüğü, bekarete herhangi bir imada bulunmadan, yalnızca genç kadın anlamına gelen bir sözcüktür. Hıristiyanların bakireden doğum dogması ve kilisenin seks konusundaki gerginliği, kesinlikle İbraniceden yapılan yanlış bir tercümeden ibarettir.
Bunlarla çağdaş bir İspanyol otodafesi (kafirlerin, sıklıkla yakılarak, idam edildiği halka açık törenler), resmi tamamlamızı sağlayacaktır. İspanyol Engizisyonu, kafirleri idam etmeye 1834 yılına kadar son vermemiştir (son otodafe, 1850’de Meksika’da gerçekleştirilmiştir) ve bu da, Charles Darwin’in Beagle’la yelken açtığı ve Michael Faraday’in elektrikle manyetizma arasındaki ilişkiyi keşfettiği zamanlara denk düşmektedir.
Bir insan, ihtiyacı olan tek şeyin, herhangi bir kanıt olmaksızın, bir ifadenin (inançsızların cehenneme gideceği veya Yahudilerin yeni doğmuş bebeklerin kanını içtiği gibi) doğruluğuna inanması olduğunu düşündüğünde, bu insan her şeyi yapabilecek bir hale gelir.
1234 yılında, Aziz Dominic’in azizlik mertebesine yükselmesi Toulouse’ta nihayet ilan edilmişti ve Piskopos Raymond du Fauga da, yakınlarda bir evde yaşayan ve ateşler içinde yanan yaşlı bir kadına bir Kathar ritüelinin uygulanacağını duyduğunda, öğle yemeği için ellerini yıkıyordu. Piskopos aceleyle kadının yanına vardı ve kendisinin bir dost olduğu konusunda onu ikna etti; sonrasında da kadını inançları üzerinde bir sorguya çekti ve onu bir kafir olmakla itham etti. Bundan dönmesini istedi. Kadın bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine, Piskopos, kadının yatağını açıklık bir alana taşıttı ve kadın burada yakıldı. Piskopos, rahipler ve onların eşlikçileri bu işin tamamLandığını gördükten sonra, diye yazdı Kardeş Guillaume, manastırın yemekhanesine geri döndüler ve Kutsanmış Dominic’le Tanrıya şükranlarını sunarak, kendileri için hazırlanmış olanları keyif içinde yediler.
İsa, Eski Ahit’teki yasaların harfi harfine yerine getirilmesini talep etmenin yanında, kafirlerin ve inançsızların öldürülmesi konusunda, Yuhanna 15:6’da, daha ileri iyileştirmeler yapmıştır: Eğer bir kişi benim yasalarıma uymazsa, bir dal gibi koparılır ve kurur; başka insanlar da onları toplar, ateşe atar ve yakar. İsa’yı mecazi olarak yorumlayıp yorumlamamak ise, elbette, kişiye kalmıştır. Ancak bu metnin sorunu, (aslına uygun olanlar da dahil) birçok yorumlamasının, inanç savunusunda canavarlıkları aklamak için kullanılabilmesidir.
Bugüne kadar işlenmiş olan en korkunç insanlık suçları, gerekçelendirilmemiş inançlardan kaynaklanmıştır. Bu neredeyse herkesin bildiği bir gerçektir. Soykırım eylemleri, çoğu zaman faillerinin akılcılığını yansıtmaz; barışçıl insanları ayrım yapmaksızın öldürmenin hiçbir iyi sebebi olamaz. Bu tür suçlar seküler nitelikli de olsalar, toplumdaki herkesin her söylenene inanması nedeniyle işlenebilmiştir. Stalin ve Mao tarafından öldürülen milyonlarca insanı ele alalım: Bu tiranlar akılcılığı destekler gibi görünmüş olsalar da, komünizm bir siyasi rejimden fazlasıydı. Baskı ve korkudan meydana gelen düzeneğinin altında, uğruna nesiller boyu birçok insanın katledildiği katı bir ideoloji yatıyordu. Sahip oldukları inançlar bu
dünyanın ötesindeki doğaüstü diyarlara uzanmadığı halde, hem kült hem de akıl karşıtıydı. Bunun için (Mendel ve Darwin’in kapitalist biyolojisine karşıt olarak gösterilen) Lysenko’nun sosyalist biyolojisine yönelik dogmatik biçimde benimseyici tutumu örnek verebiliriz. Bu yaklaşım, yirminci yüzyılın başlarında Sovyetler Birliği ve Çin’de on milyonlarca kişinin kıtlık nedeniyle ölümüne zemin hazırlamıştır.
Büyük olasılıkla henüz siz bu paragrafın sonuna bile gelmeden, başka birilerinin Tanrıyla ilgili inançları yüzünden bir insan daha ölecektir. Belki de artık, hemcinslerimizin kendi dini inançlarını sürdürmek için daha iyi gerekçeler sunmalarını talep etmemizin zamanı gelmiştir; tabi eğer buna herhangi bir gerekçe bulunabilirse. Eşcinsel rahip ve rahibeleri, meydanlarda kol ve bacak kesme cezasına sıcak bakmayan Müslüman din adamlarını, her Pazar düzenli olarak kiliseye gidip de İncil’i bir kez olsun baştan sona okumamış olan kişileri ve modernite ürünü bunlara benzer utangaç aykırılıkları bir kenara bırakıp, bu kutsal kitaplarımızın gerçekten neler içerdiğini özgürce konuşmaya başlamamız gerekiyor. Bu kitapların ve insanlık tarihinin yakından incelenmesi, bütün dehşet verici zulüm eylemlerinin bu kitapların sayfalarına başvurularak aklanabileceğini, hatta emredilebileceğini gösterir. Tanrı’nın lütfu için birbirimizi düpedüz öldürmekten, ancak bugüne kadar kutsallığından hiç kuşku duyulmamış ifadelerin üzerinden akrobatik hareketlerle atlayıp sakınarak kurtulabiliriz.
Bertrand Russell’ın şu gözlemi çok doğrudur:Eskiden Meksika ve Peru’daki İspanyollar Yerli çocuklarını önce vaftiz edip, hemen ardından da beyinlerini yere saçarlardı. Böylece bu çocukların Cennet’e gitmesini temin etmiş oluyorlardı. Hiçbir geleneksel Hıristiyan bu eylemi kınayacak mantıklı bir sebep bulamamışken, günümüzde yaşayanların neredeyse tümü bu olayı kınar. Kişisel ölümsüzlük doktrininin Hıristiyanlara has biçiminin, ahlak üzerinde saymakla bitmeyecek kadar çok yıkıcı etkisi olmuştur
Birçok kişinin inandığı mantıksızlığa inanmak delilik değildir ama evrenin Yaratıcısı’nın düşüncelerimizi duyabildiğine inanmanın toplumumuzda normal karşılanıyor olması sadece tarihsel bir kazadır. Tanrı’nın pencerenize çarpan yağmur damlaları yoluyla Mors alfabesi kullanarak sizinle iletişim kurduğuna inanmanız ise akıl hastalığının göstergesidir. Bu nedenle, dindar kişilerin çoğu deli değilse bile temel inançları kesinlikle öyledir. Bu şaşırtıcı bir durum değildir; ne de olsa birçok din, eski cehaletin ve kafa karışıklığının ürünlerini adeta yüceltmiş ve bunları sanki başlangıçtan beri var olan doğrularmış gibi sunarak bize miras bırakmıştır. Bu yolla aramızdan milyarlarcası, aklı başında olan hiç kimsenin kendi başına inanamayacağı bir şeye inanır hale gelmiştir. Fakat işin aslına baktığımızda, çoğu dini geleneğin temelinde yatan görüşler kadar akıl hastalığını çağrıştıran başka bir inançlar bütünü hayal etmek zordur. Katolik inancının mihenk taşlarından birini ele alalım: Aşai Rabbani ayini sırasında yaşayanlar ve ölüler adına Tanrı’ya gerçek, uygun ve teskin edici bir kurban sunulduğuna; İsa Mesih Efendimizin ruhu ve kutsallığı ile birlikte Beden’i ve Kan’ının da en kutsal
ayin olan Efharistiya’da tamamıyla, gerçekten ve hakiki olarak mevcut
olduğuna; ekmeğin bütün maddesel içeriğinin Beden’e, şarabın bütün
maddesel içeriğinin Kan’a dönüştüğüne ve Katoliklerin cevher değişimi’ diye isimlendirdiği bu dönüşüme inanıyorum. Ayrıca, her farklı
görünüş ile İsa’nın bir bütün olarak tamamının ve gerçek bir kutsamasının aktarıldığına inanıyorum. Anlaşılan, bakire bir kadından doğan ve ölümün eşiğinden dönerek bedenen cennete yükselen İsa Mesih, şimdi de artık bir kraker haline getirilip yenebiliyor. Hatta en sevdiğiniz Burgonya şarabına okunup üflenen birkaç Latince kelime sayesinde, onun kanını da içebiliyorsunuz. Bu inançları onaylayan bir destekçinin deli olduğuna kanaat
getirileceğine şüphe var mı? Dini inançları tehlikeli yapan şey, başka
bakımlardan gayet normal olan insanların deliliğin meyvelerini toplayıp onları bir de kutsal saymasına olanak sağlamasıdır. Çünkü her yeni nesil dini önermelerin, tüm diğer önermelerin aksine gerekçelendirilmeye lüzum duymadığını öğrenerek yetişir; uygarlığımız hala akıl dışılığın orduları tarafından kuşatılmış durumdadır. Şimdi bile çok eskiden yazılmış metinler uğruna birbirimizi öldürüyoruz. Böylesine trajik biçimde saçma olan bir şeyin mümkün olabileceğine kim inanırdı ki? Neye İnanmalıyız?
Öyle görünüyor ki, Yahudi Soykırımı bile birçok Yahudi’nin her şeye gücü yeten ve iyiliksever bir Tanrı olduğundan şüphe duymasına neden olmamıştır. Halkınızın yarısı sistemli bir şekilde fırınlara gönderiliyorsa ve bu olay her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın çıkarlarınızı hiç de gözetmediğine dair bir kanıt teşkil etmiyorsa, başka herhangi bir şeyin de işe yaramayacağını varsaymak akla yatkındır. Bir molla kutsal kitabının kelimesi kelimesine Tanrı’nın sözü olduğunu nereden biliyor? Buna bilmek kelimesini herhangi bir dilde gülünç duruma düşürmeden verilebilecek tek cevap şudur: bilmiyor! Bir kişinin inancı (çok önemli meseleler hakkında olan ve bizlerin toplum olarak, şu an için gerekçelendirilmesine gerek
görmediğimiz inançlar) onun yalnızca dünya hakkındaki inançlarının bir alt kümesidir. Artık, söylevlerimizi bu şekilde birimlere ayırmanın ne kadar büyük bir uyumsuzluk yarattığını fark etmemizin vakti geldi. Bundan sonra teolojik bilgilere ilişkin tüm iddialar 11 Eylül 2001 sabahında Dünya Ticaret Merkezi’nin yüzüncü katında, gününe yeni başlayan bir adamın bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Bunu yaptığımızda, o anda bu adamın aklından geçen (ailesi ve arkadaşları, yapıp bitirdiği ve henüz yapmadığı işler, bir şeker daha gerektiren kahvesi) ile ilgili
düşüncelerinin, jet yakıtıyla diri diri yanmak ile üç yüz metre aşağıdaki betona çakılmak arasında yapılması gereken korkunç derecede katı ve basit seçim nedeniyle kesintiye uğradığını görürüz. Hatta hayal bile edemeyecekleri kadar erken bir zamanda, mutlak bir dehşet ve kafa karışıklığı içinde yaşamları ellerinden alınan binlerce erkek, kadın ve çocuğun bakış açısını edinmemiz gerekir. 11 Eylül’deki gaddarlığı gerçekleştiren insanlar hiç de Batı medyasının sürekli tekrarladığı gibi korkak veya bildiğimiz anlamda deli değildi. İman sahibiydiler: ve görünen o ki, mükemmel iman sahibiydiler; ki bu da artık kabul edilmesi
gerektiği üzere korkunç bir özelliktir.DİNİ İNANCIN böyle kestirip atılarak reddedilmesinin birçok okura, özellikle de onun sunduğu rahatlatıcı etkenleri doğrudan yaşamış olanlara acımasızca geleceğine eminim.
Kitaplarımızın evrenin Yaratıcısı tarafından yazılmış olduğuna dair en ufak bir delil bulunmadığını, önce krallar ve başkanlardan başlayarak hepimizin itiraf etmesinin zamanı geldi artık. İncil’in çöllerde yaşayan, dünyanın düz olduğunu sanan ve el arabasını gelişen teknolojinin nefes kesen bir örneği olarak değerlendiren insanlar tarafından yazılmış olduğu nerdeyse kesin. Derleyicilerin ve düzeltmenlerin emekleri ne kadar büyük olursa olsun, dünyaya bakış açımızı böyle bir belgeye dayandırmak demek, insan aklının laik siyaset ve bilim kültürü sayesinde kazandığı 2.000 yıllık medeniyet içgörüsünü inkar etmek demektir. Medeniyetin karşısındaki en büyük engelin salt aşırı dincilik olmadığına değineceğiz. Bu engel daha ziyade, inanca sağladığımız kültürel ve entelektüel ayrıcalıklardır. Dünyadaki dinsel çatışmaların sorumlusu büyük ölçüde dinsel ılımlılardır; çünkü dinsel metinleri düz anlamlarıyla okumaya ve dinsel şiddete gerektiği gibi karşı çıkmaya imkan vermeyen ortamı onların inancı sağlar.
Bugün Amerika’da eğer bir başkan adayı cennet ve cehennemin varlığından duyduğu şüpheyi açıkça dile getirirse, seçilmesi imkansız hale gelebiliyor. Siyasi liderlerimizden başka bir bilgi alanında değil de bir bu alanda yetkinlik beklememiz gerçekten düşündürücü. ABD’de bir berberin bile zanaatını sergilemeden önce geçmesi gereken bir ehliyet sınavı varken, savaş ilan etme ve ulusal politikalarımızı belirleme yetkisi verdiğimiz kişilerin (yani insanların yaşamını kuşaklar boyu kaçınılmaz olarak etkileyecek kişilerin) işe başlarken herhangi bir konuda bilgili olmaları kendilerinden beklenmiyor. Siyaset bilimci, ekonomist veya hatta avukat olmaları bile beklenmiyor; uluslararası ilişkiler, askeri tarih, kaynak yönetimi, inşaat mühendisliği veya başka bir konuda, modern bir süper güce başkanlık yaparken gerekebilecek herhangi bir alanda bilgili olması istenmiyor. Mali destekçi bulma konusunda becerikli olmaları, televizyonda hoş gözükmeleri ve belirli efsaneler konusunda anlayışlı olmaları yeterli. Bir sonraki başkanlık seçimlerimizde İncil okuyan bir aktörün, okumayan bir roket mühendisinden
daha çok oy alacağı neredeyse kesin. Mantıksızlığın ve uhreviliğin hayatımızı yönetmesine izin verdiğimizin bundan daha net bir göstergesi olabilir mi?
Ölüm olmasaydı, inanç temelli dinin etkisi yok denecek kadar az olurdu. Belli ki ölüm gerçeği bize dayanılmaz geliyor; inanç ise mezara girdikten sonra daha iyi bir hayata kavuşacağımız umudundan besleniyor.
Birey olarak önemsizliğimiz bize korku veriyor; aslında hayatımız boyunca yaptıklarımız, bu korkuyu kendimizden uzak tutmak için yaptığımız girişimlerden ibaret. Her ne kadar üzerinde düşünmemeye çalışsak da, bu hayatta emin olduğumuz neredeyse tek şey günün birinde ölecek ve her şeyi geride bırakacak olmamız. Ama yine de çelişkisel bir biçimde, buna inanmak neredeyse imkansız geliyor. Gerçeklikle ilgili duyularımız sanki kendi ölümümüzü kapsamıyor. Şüpheye yer bırakmayan yegane şeyden şüphe ediyoruz. Bir insanın ölümden sonra ne olacağına dair taşıdığı inançlar, yaşamla ilgili inançlarını da belirler. İnanca dayalı dinin ölümden sonrasına dair bilgimizdeki boşlukları doldurur gibi yapmasının gücü de buradan gelir: bu gerçeğin altında ezilenlerin üstündeki yükü kaldırmış olur. Ölmeyeceksin. Bu söze bir kez inandı mı, başka türlü aklına bile getirmeyeceği şeyleri yapabilir insan.
Tek çocuğunuz bir anda zatürreden ölse nasıl hissederdiniz bir düşünün. Bu olaya tepkiniz büyük ölçüde öldükten sonra ne olduğuna bağlı olurdu. Örneğin şöyle bir düşünce rahatlatıcı olurdu şüphesiz: O Tanrı’nın küçük meleğiydi; onu geri aldı çünkü İsa’nın yanında bulunmasını istedi. Cennete gittiğimizde bizi orada bekliyor olacak. Hatta eğer sizi her türlü tıbbi müdahaleden alıkoyan Hıristiyan Bilim’ inancına sahipseniz, çocuğunuza antibiyotik vermeyi reddederek Tanrıyla işbirliği yapmış olduğunuzu bile düşünebilirsiniz.
İyi veya kötü her şeyin değişerek sonunda yok olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünya sanki bizi sırf canı istediğinde midesine indirmek için yaşatıyor. Anne babalar çocuklarını, çocuklar anne babalarını yitiriyor. Eşler birbirinden göz açıp kapayıncaya kadar ve bir daha asla kavuşmamak üzere ayrılıyor. Dostlar bunun son el sallayış olduğunu bilmeden birbirine el sallıyor. Uzaktan bakıldığında, teması yitiriş olan dev bir gösteriden başka bir şey değil bu hayat.
Bazı kitapların Tanrı tarafından yazılmış olduğu inancı (ki aynı Tanrı, anlaşılması pek mümkün olmayan nedenlerden dolayı, Shakespeare’i kendisinden çok daha iyi bir yazar yapmış), insanlar arasındaki geçmişteki ve günümüzdeki anlaşmazlıkların en temel kaynağını ortaya koymamız konusunda elimizi kolumuzu bağlıyor. Nasıl oluyor da bu fikrin komiklik derecesindeki saçmalığı bizi saat başı dizlerimizin üzerine çökertmiyor? Böyle bir şeye bunca insanın inanabileceği içimizden çok azının aklına gelirdi desek abartmış mı oluruz?
Tabii eğer gerçekte inanmıyor olsalardı! Öyle bir dünya hayal edin ki insanlar kuşaklar boyunca bazı filmlerin Tanrı tarafından çekildiğine veya bazı yazılımları onun kodladığına inanıyor olsun. Bizden sonraki kuşaklardan milyonlarca insanın Yıldız Savaşları veya Windows 98’i farklı yorumlamaları yüzünden birbirini katlettiğini hayal edin. Bundan daha saçma herhangi bir şey, ama herhangi bir şey olabilir miydi? Gelgelelim, bu bizim şu anda içinde yaşıyor olduğumuz dünyadan daha saçma olmazdı.
Dini metinlerle hokkabazlık yapanlardan genelde şu tarz sözler duyarız: İslam barış dinidir. Zaten ‘İslam’ sözcüğü ‘barış’ demektir. İntihar ise kutsal kitapta yasaklanmıştır. Dolayısıyla bu teröristlerin yaptıklarının İslami bir temeli yoktur. Hazır bu kadar laf ebeliği yapmışken biz de kutsal kitapta nükleer bombalardan bahsedilmediğini ekleyelim o zaman. Evet, Kuran’da intiharın yasaklanması olarak yorumlanabilecek bir söz geçiyor: Kendinizi helak etmeyin. (4:29). Ancak içlerinden Boeing 767 geçebilecek kadar açık kapılar bırakıyor:

O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükafat vereceğiz
İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler de tağilt yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarına karşı savaşın De ki:
Dünya geçimliği azdır. Ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır.

Kur’an 4:74-78

İslamdaki şehadet ve cihad inançlarını çıkardığımızda, intihar bombacılarının davranışlarına anlam vermek imkansız hale geliyor. Aynı şey ölümlerinin ardından istisnasız gerçekleşen halkın sevinç gösterileri için de geçerli. Ama bu inançları tekrar yerine koyduğunuzda, bu sefer de neden daha çok insanın intihar bombacısı olmadığını merak etmeye başlıyorsunuz. Din öğretilerinin terörizmle hiçbir bağı yoktur diyenlerin (ki tüm radyo ve televizyon kanalları bunlarla dolu) yaptıkları kelime oyunundan başka bir şey değil.

Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (mü’minlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) vadetmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükafat ile, kendi katından dereceler,
bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır . Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükafatı Allah’a düşer Şüphesiz kafirler sizin apaçık düşmanınızdır.

Kur’an 4-95-101

Dini bütün Müslümanlar, farklı kültürleri küçümsemekten kendilerini
alıkoyamaz. Bu farklı kültür, dünyevi olması ölçüsünde gavur bir kültürdür; dini olması ölçüsünde ise (Hıristiyanlarda ve Yahudilerde olduğu gibi) Tanrının vahyinden uzaklaşmıştır ve her açıdan İslam’ın aydınlığı yanında sönük kalır. Günümüzde Batının bütün Müslüman ülkelerden çok daha fazla refah ve maddi güce sahip olması ise dini bütün Müslümanların gözünde şeytanın bir oyunudur. Ve bu durum cihad için hep bir açık davetiye olarak kalacaktır. Bir insan Müslüman olduğu müddetçe (yani İslam’ın Tanrı’ya giden tek yol olduğuna ve kutsal kitabın bu yolu kusursuz bir şekilde dile getirdiğine inandığı müddetçe) kendi inancına şüpheyle bakan herkesi kendinden aşağı görecektir.
Çocukların gözleri önünde anneler kılıçtan geçiriliyordu.
Genç kadınlar gündüz vakti çırılçıplak soyuluyor, tecavüz ediliyor, ardındansa yakılıyordu. Hamile bir kadının karnını kesip doğmamış bebeği bir kılıcın ucunda havaya kaldırdılar ve sonra şehrin her yerinde yanmakta olan ateşlerden birine doğru fırlattılar.

Bu hikaye Orta Çağda ya da masal kitaplarında geçmiyor. Bu bizim dünyamız. Davranışın nedeni ise ne ekonomik, ne ırkçı, ne de siyasi.
Yukarıdaki alıntı 2002 kışında Hindistan’da Hindular ve Müslümanlar
arasında patlak veren şiddeti betimliyor. İki grup arasındaki tek fark Tanrıyla ilgili inanışlarındaydı. Bir ay süren bu ayaklanmalar sırasında binden fazla insan öldü: yani İsrail-Filistin çatışmalarında on yılı aşkın bir sürede ölenlerin neredeyse yarısı kadar. Üstelik olasılıkları akla getirince bunlar küçük rakamlar.

İşin aslı Hindistan ve Pakistan’ın farklı ülkeler olmasının tek nedeni, İslam ve Hindu inançlarının bir arada barış içinde yaşayamaması. Zaten dininin gereklerini yerine getiren bir Hindu’nun neredeyse her gün şöyle ya da böyle Allah’ın gücüne gidecek bir şey yapmaması İslamın bakış açısına göre pek mümkün değil. Bu insanların uğruna savaştığı topraklar bu dünyada bile değil. Politik söylemlerimizde dine verdiğimiz ödünler yüzünden, tarihteki en büyük şiddet kaynağının kökünü kazımak şöyle dursun, sözünü bile edemez hale geldiğimizi ne zaman fark edeceğiz?
Dünyamız, ilkokul eğitimi görmüş birinin çürütebileceği inançlar uğruna türümüzün geleceğini tehlikeye atan erkek ve kadınların yaptıklarına hızla yenik düşüyor. Hala bunca insanın antik efsaneler yüzünden ölüyor olması, korkunç olmasının yanında akıllara durgunluk veren bir gerçek. Bu efsanelere olan bağlılığımız, gerek ılımlı, gerek aşırı olsun, sonunda bizi yok edebilecek gelişmeler karşısında bugüne kadar hep sessiz kalmamıza neden oldu. Aslına bakarsanız din, geçmişte olduğu gibi bugün de bir şiddet kaynağı. Sırf son dönemden birkaç örnek verecek olursak: Filistin (Yahudiler ile Müslümanlar), Balkanlar (Ortodoks Sırplar ile Katolik Hırvatlar; Ortodoks Sırplar ile Boşnak ve Arnavut Müslümanlar), Kuzey İrlanda (Protestanlar ile Katolikler), Keşmir (Müslümanlar ile Hindular), Sudan (Müslümanlar ile Hıristiyanlar ve Animistler), Nijerya (Müslümanlar ile Hıristiyanlar), Etiyopya ve Eritre (Müslümanlar ile Hıristiyanlar), Sri Lanka (Seylan Budistleri ile Tamil Hinduları), Endonezya (Müslümanlar ile Timorlu Hıristiyanlar), Kafkaslar (Ortodoks Ruslar ile Çeçen Müslümanlar; Müslüman Azeriler ile Katolik ve Ortodoks Ermeniler). Bu yerlerde din, son on yılda, gerçek anlamda milyonlarca insanın doğrudan ölüm nedeni oldu. Bu olaylar kontrolden çıkmış psikoloji deneylerini aklınıza getiriyorsa, gerçekten de öyleler. İnsanlara ölümden sonra ne olduğuna dair birbirinden farklı, birbiriyle bağdaşmayan ve sınanması mümkün olmayan kavramlar verip ardından sınırlı kaynaklarla birlikte yaşamaya mecbur ederseniz, sonuç tam da gerçek hayatta gördüğümüz gibi olur: sonu gelmez bir katliam ve ateşkes döngüsü. Eğer tarihin ortaya koyduğu su götürmez bir gerçek varsa, o da kanıtların söylediklerini duymazdan geldiğimizde, normalde olmadığımız kadar kötü insanlara dönüştüğümüz gerçeğidir. Bu şeytani düzeneğe bir de kitle imha silahlarını eklerseniz, uygarlığın yıkımı için reçeteniz hazır demektir.
Ilımlılar kimseyi Tanrı adına öldürmekten yana değildir, ama Tanrı sözcüğünü sanki neden bahsettiğimizi biliyormuşçasına kullanmamızı isterler. Ayrıca atalarının inandığı Tanrı’ya gerçekten inananlara da sert bir eleştiri getirilmesini istemezler; hoşgörü ister, belki de hepsinden önemlisi, kutsal olduğunu söylerler. Dünyamızın haliyle ilgili açıkça ve dürüstçe konuşmak (örneğin İbrahimci dinlerin kutsal kitaplarının insanların hayatlarını mahveden yanlışlarla dolu olduğunu söylemek) ılımlıların anladığı şekliyle hoşgörüye yakışmaz. Ne var ki bu tarz siyasi doğruculuk lüksümüz daha fazla kalmadı. Cahilliğimizin yerleşik kalıplarını yaşatmak için ödediğimiz bedeli fark etme zamanımız geldi artık.
14. yüzyılda yaşamış iyi eğitimli bir Hıristiyanı hayata döndürdüğümüzü hayal edin. Bu adam çağımız için tam anlamıyla bir kör cahil olurdu; yalnız dinsel konular hariç. Coğrafya, gökbilim ve tıpla ilgili bilgilerine çocuklar bile gülerdi; gelgelelim, Tanrıyla ilgili bilgileri üç aşağı beş yukarı bizimle aynı olurdu. Dünyayı evrenin merkezinde sanması, ya da trepanasyon un bilgece bir tıbbi müdahale olduğuna inanması budalaca olsa da, dinsel inançları eleştiriden uzak olurdu. Bunun iki açıklaması var: ya dünyayı dinsel açıdan anlayışımızı bin yıl önce (diğer her alandaki bilgilerimiz henüz umutsuzca hamken) mükemmelleştirdik, ya da din, öğretilerin korunması üzerine kurulu olduğundan dolayı gelişimi kabul etmiyor. İkinci görüşü destekleyen pek çok etken olduğunu göreceğiz.
Koyu bir Hıristiyana karısının onu aldattığını, ya da yoğurdun insanları görünmez yaptığını söylerseniz diğer herkes gibi kanıt isteyecek ve yalnızca kanıtları sunabildiğiniz ölçüde ikna olacaktır. Ama aynı adama yatağının
yanında tuttuğu kitabın görünmez bir ilah tarafından yazıldığını, eğer
içindeki evrenle ilgili en uçuk iddialardan bir tanesini bile kabul etmezse ilahın sonsuza dek onu ateşte yakacağını sözlerseniz ne kanıt ister ne bir şey.
Şu bir gerçek ki günümüzdeki en eğitimsiz insan bile bundan iki bin yıl önce yaşamış herkesten belirli konularda daha fazla şey biliyor. Üstelik bu bilgilerin çoğu dinsel metinlerle ters düşüyor. İşte dinsel
ılımlılık da buradan kaynaklanıyor. Son yüz yılda tıpta yaşanan gelişmelerden haberdar olanlarımızın büyük kısmı artık hastalıkları kişinin günah işlemiş olmasına veya cin çarpmasına bağlamıyor. Evrendeki nesneler arası mesafeleri duyanlarımızın çoğu (aslına bakarsanız yarısı), her şeyin 6.ooo yıl önce yaratılmış olduğu iddiasını (özellikle de uzak yıldızlardan gelen ışıkların dünyaya milyonlarca yılda ulaştığı düşünülürse) ciddiye almakta zorlanıyor.
Öz kardeşin, oğlun, kızın, sevdiğin karın ya da en yakın dostun seni gizlice ayartmaya çalışır, senin ve atalarının önceden bilmediğiniz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna dek uzakta, yakında, çevrenizde yaşayan halkların ilahları için, ‘Haydi gidelim, bu ilahlara tapalım’ derse, ona uymayacak, onu dinlemeyeceksin. Ona acımayacak, sevecenlik göstermeyecek, onu korumayacaksın. Onu kesinlikle öldüreceksin. Onu önce sen, sonra bütün
halk taşa tutsun. Taşlayarak öldürün onu. Çünkü Mısır’dan, köle olduğunuz ülkeden sizi çıkaran Tanrınız olan RAB’den sizi saptırmaya çalıştı.
Herhangi bir dinin Tek Gerçek Tanrı’nın şaşmaz sözünü temsil ettiği fikrine değil inanmak, göz önünde bulundurmak bile ansiklopedik boyutta bir tarih, mitoloji ve sanat cahilliği gerektirir. Sonuçta her dinin inançları, ibadet şekilleri ve tasvirleri, aralarındaki asırlar boyu süren çapraz-tozlaşmaya tanıklık eder. Hayali kaynakları ne olursa olsun, modern dinlerin öğretileri, cemaatleri kalmadığı için binlerce yıl önce mitolojinin hurda yığınına atılanlardan daha savunulası değildir. Zira Yehova’nın veya Şeytan’ın gerçekten varolduğuna dair bir inancı haklı çıkaracak kanıtlar, dağındaki tahtına kurulmuş Zeus’un veya denizleri çalkalayan Poseidon’un varlığına dair kanıtları geçmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir